Hayal Kahvem'in izledikleri

Başlatan Hayal Kahvem, 21 Aralık, 2010, 19:39:23

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Hayal Kahvem


Bak şimdi. Ölü Ozanlar Derneği'ndeki Profesör Keating'i bilir misin? İlk dersinde Carpe Diem'in ne demek olduğunu öğrencilerine anlatan öğretmendir hani... "Yaşadığın günü olağandışı yapmaya çalış! Anı yakala!" Tamam. İşte  aynı filmde Mr. Keating'in öğrencilerine şiirin ne demek olduğunu  anlattığı bölüm vardır. Olağanüstüdür.  Hayal edelim mi şimdi o sahneyi...  Hani ders zili çalar. Profesör sınıfta sessizce oturmaktadır. Nasıl disiplinli bir okuldur burası anlatamam. Bilirsin "hayat disiplinden ibarettir"i öğreten okulalardan...  Mr. Keating'de bu okuldan mezun olmuştur. Şimdi artık bir profesördür ve mezun olduğu okula 19. yüzyıl Edebiyatı dersi  için öğretmenlik yapmaya gelmiştir. Önce öğrencilerinden birine işleyecekleri kitabın giriş bölümünü okutturur. "Şiiri anlamak" başlıklı bu önsözü öğrenci okurken, öğretmen de tahtaya bir yatay çizgi, yatay çizginin sağ ucuna kadar da bir dikey çizgi çizer. Çünkü okunan yazıda şiir üzerine doktora yapmış Evan Pritchard'ın şiiri anlamak hakkındaki açıklamaları, şiir bir çizelgeymiş gibi anlatılmaktadır. Acaba şiirin amacına ulaşması için kullandığı sanatsal ölçü nedir? Bir de bu amacın önemi nedir? İşte çizelgede dik çizgi şiirin yetkinliğini, yatay çizgi ise önemini gösterecektir. Böylece şiirin kapladığı bütün alanla şiirin başarısının ölçüsü bulunacaktır. Şiirin etkisi ve başarısı bir matematik grafiği gibi çözümlenebilir mi? Prpfesör Keating "saçmalık!" diye bağırır ve öğrencilerine kitabın  okudukları bu sayfalarını yırtmalarını söyler. Öğrenciler şaşırlarlar tabii... Hiç kitap sayfaları yırtılır mı değil mi? Ama bu Edebiyat öğretmeni bildiğimiz öğretmenlerden değildir. Öğrenciler bayılırlar bu duruma ve sevinçle kitabın giriş bölümünü yırtarlar.



Profesör Keating bu yaptıklarının bir kavga bir nevi savaş olduğunu söyler öğrencilerine... Bu derste sözcüklerin  ve dilin tadına varmayı, kendileri için düşünmeyi ve  kim ne derse desin sözcüklerin ve fikirlerin dünyayı değiştirebilecek güce sahip olduğunu öğrenmeleri gerektiğini anlatır. Öğrenciler bir "sürü" değil, birer "insan"dır çünkü. Öğrencilerden bazılarının 19.yüzyıl Edebiyatını öğrenmenin kendilerine bir katkı sağlamayacağını düşünenler vardır illa ki. Öğretmen çocuklara yanına toplanmalarını söyler. Profesör sınıfın ortasında  yere diz çöker. Çocuklar da etrafına toplanırlar. Onlara bir sır açıklayacağını söyler.  Nefis bir konuşma yapar. Der ki: "Biz hoş olduğu için şiir okuyup yazmıyoruz. İnsan ırkının birer ferdi olduğumuz için şiir okuyup yazıyoruz. Çünkü insan ırkının içinde coşkular vardır.  İktisat, Mühendislik, Tıp, Ekonomi, Hukuk vs.  yaşamak için gerekli asil birer meslektir çocuklar. Ama şiir .. güzellik...  aşk... sevgi...  biz bunlar için hayattayız." Çocuklar ilgiyle öğretmeni dinlemektedirler. Profesör Keating Whitman'dan bir şiir ile devam eder. "Ah ben! Ah Yaşam! Hayatın anlamını arayan sorular... İnançsızların sonsuz sırası... Aptallarla dolu şehirler... Bunlar arasında yaşamanın anlamı nedir ki hayat! Cevap ver bana! Cevap ver!" Öğrencilerine bakar ve  "İşte cevap" der öğretmen... "Siz burdasınız. Hayat var ve hep olacak... Hep olacak. Güçlülerin mizanseni devam ederken sen de bir kaç dize katkı yapabilirsin." der. Öğrenciler büyülenmişcesine öğretmeni dinlerler. Son soruyu sorar öğretmen... "Güçlülerin mizanseni  devam ederken sen de bir kaç dize katkı yapabilirsin!" der  tekrar ve öğrencilerinin gözlerine tek tek bakarak sorar: "Sizin dizeniz ne olacak?" Müthiş bir öğretmendir Profesör Keating! Ölü Ozanlar Derneği ise tek kelimeyle şahane bir filmdir.



rumar80

   Robin Williams'ın usta işi oyunu ve genç ama yetenekli Robert Sean Leonard ile başkaldırışın güzel bir öyküsü.
   Gençlerin "Captain oh my captain" diye seslenişleri hala kulaklarımda

hennessy

kitabı da filmi de bir şahaserdi robinin performansı ise mükemmeldi
Murat : Hasan abi Avengers dağılmış duydun mu?
Hasan: Duydum duydum toplanın Tellioğulları

Hayal Kahvem

Selam Rumar80 ve Hennessy, müthiş bir kitap, müthiş bir filmdir gerçekten. Robin Williams olağanüstü oyunculuğuyla seyredeni büyüler.

Der ki: "Hepimiz solucan yemi olacağız arkadaşlar! Buna ister inanın ister inanmayın ama bir gün hepimiz nefes almayı keserek öleceğiz." Sonra duvarda asılı olan, çok eskiden  bu okulda okumuş öğrencilerin  fotoğraflarını öğrencilerine gösterir.  Ve sözlerine şöyle devam eder: "Hiç geçmişten gelen yüzleri incelediniz mi? Kimbilir kaç kere bu fotoğrafların  önlerinden geçtiniz. Onlara daha  önce ciddi olararak hiç  bakmadınız. Onlar da sizler gibiydi. Aynı saç modeli. Tıpkı sizler gibi coşku doluydular. Sizler gibi kendilerini yenilmez hissediyorlardı. Sizler gibi hayata umut dolu bakıyorlar, çok büyük başarılara imza atacaklarını düşünüyorlardı. Peki onlar yapabileceklerini yapmak için çok  mu geç kalmışlardı? Çünkü şu an hepsi çiçeklere gübre olmuş durumdalar. Biraz dikkatle dinlerseniz hepsi size "Carpe Diem" diye fısıldıyorlar." Çocuklar hep birlikte yaklaşır ve eğilirler duvardaki siyah beyaz fotoğraflara... İşitmeye çalışırlar bir  vakitler kendileri gibi capcanlı olup şimdi ölü olan fotoğraftaki öğrencilerin fısıltılarını... İyice kulak kesilirler.. Arkadan öğretmen fısıldar... "Yaşadığınız günü kavrayın çocuklar... Yaşadığınız günü olağandışı kılmaya çalışın..." Filmin o sahneleri var ya offf... Büyüleyicidir.


hennessy

Alıntı yapılan: Hayal Kahvem - 30 Temmuz, 2011, 19:09:08
Selam Rumar80 ve Hennessy, müthiş bir kitap, müthiş bir filmdir gerçekten. Robin Williams olağanüstü oyunculuğuyla seyredeni büyüler.

Der ki: "Hepimiz solucan yemi olacağız arkadaşlar! Buna ister inanın ister inanmayın ama bir gün hepimiz nefes almayı keserek öleceğiz." Sonra duvarda asılı olan, çok eskiden  bu okulda okumuş öğrencilerin  fotoğraflarını öğrencilerine gösterir.  Ve sözlerine şöyle devam eder: "Hiç geçmişten gelen yüzleri incelediniz mi? Kimbilir kaç kere bu fotoğrafların  önlerinden geçtiniz. Onlara daha  önce ciddi olararak hiç  bakmadınız. Onlar da sizler gibiydi. Aynı saç modeli. Tıpkı sizler gibi coşku doluydular. Sizler gibi kendilerini yenilmez hissediyorlardı. Sizler gibi hayata umut dolu bakıyorlar, çok büyük başarılara imza atacaklarını düşünüyorlardı. Peki onlar yapabileceklerini yapmak için çok  mu geç kalmışlardı? Çünkü şu an hepsi çiçeklere gübre olmuş durumdalar. Biraz dikkatle dinlerseniz hepsi size "Carpe Diem" diye fısıldıyorlar." Çocuklar hep birlikte yaklaşır ve eğilirler duvardaki siyah beyaz fotoğraflara... İşitmeye çalışırlar bir  vakitler kendileri gibi capcanlı olup şimdi ölü olan fotoğraftaki öğrencilerin fısıltılarını... İyice kulak kesilirler.. Arkadan öğretmen fısıldar... "Yaşadığınız günü kavrayın çocuklar... Yaşadığınız günü olağandışı kılmaya çalışın..." Filmin o sahneleri var ya offf... Büyüleyicidir.

Sevgili Hayal Kahvem yazılarınızı keyifle okuyorum ne güzel yazmışssınız elinize sağlık dediğiniz gibi  Yaşadığınız günü olağandışı kılmaya çalışın.Saygılarımla
Murat : Hasan abi Avengers dağılmış duydun mu?
Hasan: Duydum duydum toplanın Tellioğulları

Hayal Kahvem

Teşekkür ederim Hennessy, O zaman hep birlikte tekrarlayalım:

"Yaşadığınız günü kavrayın çocuklar... Yaşadığınız günü olağandışı kılmaya çalışın..."  :)

hennessy

Alıntı yapılan: Hayal Kahvem - 30 Temmuz, 2011, 19:30:29
Teşekkür ederim Hennessy, O zaman hep birlikte tekrarlayalım:

"Yaşadığınız günü kavrayın çocuklar... Yaşadığınız günü olağandışı kılmaya çalışın..."  :)

Kesinlikle :) Müziksiz kitapsız umutsuz bir hayat yaşanmaz :)
Murat : Hasan abi Avengers dağılmış duydun mu?
Hasan: Duydum duydum toplanın Tellioğulları

Hayal Kahvem



Kimi zaman hayat üstüme üstüme geliyor gibi hissettiğimde, beni rahatlatan filmlerim vardır. Mesela, moralim bozuk, kendimi iyi hissetmiyorum ve gereksiz evhamlara mı kapılıyorum?  "Panik" halindeyim yani... Derhal Tango & Cash'i seyretmem gerekir. Bu film hemen panik vaziyetimi iyileştirir.  Peki, ya biri öfkelendirdirmişse  beni. Haksızlık yapmışsa üstelik. Hak etmediğim sözler söylemişse. İyice öfkelenip küplere binmişsem sözgelimi. Sinirlerim çelikten değil ki. Benim de canım var.  Yaradılışım gereği insanım ben de...  Peki... Bu durumda argo konuşmak istemişsem... Bırak argoyu... Gelmişine geçmişine sövmek istemişsem. Ama tutmuşsam öfkemi içimde, püstürtmemişsem karşımdakine.. Of!...  Uzatmayayım işte... Öfke! Öfke!



Mahcup biriyim anlatabiliyor muyum? Böyle durumlarda öfkemi içimde tutuyorum. Kim demiş "Öfke baldan tatlıdır " diye... Nerdeee? Resmen karnıma yumruk yemiş gibi oluyorum. Karşımdakine belli etmiyorum ama içimin acısını bir ben biliyorum. Dipten giden ipince  bir sızı hissediyorum. Tamam. Uygar insan olmak niyetiyle, öfkemi kontrol ediyor, sözlü bir şey söylemiyorum. Amaa... Öfkem bilinçaltıma bir volkan gibi saklanıyor... Bir süre sonra katılaşmış öfkem, hararetten sıvıya dönüşüyor. En uygun çıkış noktası her zamanki gibi gözpınarlarım oluyor. Önce birikiyor sıvı haline gelmiş öfkem gözlerime... Kirpiklerim içeri içeri süpürse de dayanamıyor...  Gözlerimden yaş olup taşıyor. Yanaklarımdan pıtır pıtır  dökülüyor.



Keskin sirkenin küpüne zarar verdiğini atalarımdan duyduğum için biliyorum. Öfkemin içimde kalıp bana zarar vermesini hiç mi hiç istemiyorum. İşte... Böyle gizlenmiş öfke vaziyetlerimde derhal Snatch (Kapışma)'yı seyrediyorum. Kaç kere tecrübe ettim. Yeminle ilaç gibi geliyor.  Bu filmi seyretmediysen eğer, konusunu sakın sorma, valla tam olarak ben de  bilmiyorum. Guy Ritchie'nin yönettiği tuhaf bir İngiliz filmi.  Tatlı bir Tarantino havası estiriyor sözgelimi. Sonra oyuncuları şahane... Bol hareket, eğlenceli, soygunlu bir film.  Asıl mühim tarafı ise... Dinle... Fena halde küfür, fena halde dövüş var bu filmde. Feci... Of, bastırdığım öfkeme inanılmaz iyi geliyor ne yapabilirim yani... Bileklerimi keserim doğru söylüyorum... Dene istersen... Öfke vaziyetlerine Snatch (Kapışma) birebir...


Yok, ben bu filmi seyretmeye gerçekten doyamıyorum. Filmde hangi sahnede ne öfkeli cümle varsa... Filmi durdurup aynısını, aynı rolde canlandırmaya çalışıyorum. Ne bileyim, ya bağıra bağıra... Ya da gözlerimi kısıp elimde silah varmışcasına parmağımı sallaya sallaya... Karşımda o öfkelendiğim kişi varmış da onu domuzlara yem yapacağımı söylüyormuşum gibi mesela... Anlatabiliyor muyum? Mutlaka evde kimsenin olmadığı zamanı seçiyorum.  Ve tüm öfkemle filmin gereğini yerine getiriyorum. Tahmin edilmeyecek kadar çok küfür var bu filmde... Dövüş, kavga, vahşet... Ama aynı zamanda eğlenceli bile demem az kaçabilir. Resmen komik ötesi bir film. Felaket... Tam içim kaldırmayacak nedir bu olan biten derkeeennn... Hooop yeni bir sahne.... Veeee... Ver elini gülmek... Çok şeker bir film... Çookk! Dehşet...




Filmi anlatıp yazımı uzatmak istemiyorum. Diyeceğim odur ki bu film ilaç gibi geliyor öfkeli bünyeme...  Hele  filmde hoş bir aksanla çingene rolünde olan Brad Pitt'in yumruk indirdiği sahneler var ki... Of!.. Aynı çingene gibi kaldırıyorum yumruğumu hayalimdeki öfkelendiğim kişiye... Bir yumruktaa... Küttt! Yerdeee! Oh, ne yalan söyleyeyim, içimin yağları eriyor. Eee, melek değilim ya... Böyle zamanlar için, ben de bir siyah kuğu yaşatıyorum içimde... Amaa... Film sebebiyle öfkemi boşaltınca, gerçek hayatta öfkelendiğim kişiye bir şey yapmama gerek kalmıyor tabii. Her zaman olduğu gibi hayallerim imdadıma yetişiyor böyle.  Filmin sonunda öfkem geçmiş oluyor. Sinema hayatımı eşsiz kılıyor gene. İnanamayacaksın ama filmden sonra beni kızdıran kişiye acıyorum biliyor musun? Çünkü o da insan... O da bir kalp taşıyor neticede... Sadece bana yapmıyordur ki herkese böyle kaba davranıyordur diye düşünüyorum. Öfkelendirdiği insanların hayallerinde  dayak ve küfür yediği için vicdanı şişiyordur eminim. Çünkü bence sevgi gibi öfke de hissedilen bir enerjdir. Dün akşam filmi seyrederken onu hayal edip  bir yumrukta yere serdiğim için... O sebebini anlamıyordur ama... Bugün kendini dayak yemiş gibi hissediyordur eminim.  Bazan sebebini bilmeden kendini dayak yemiş gibi hisseder ya insan hani...  Bana kalırsa o gün kimi kırdığını  enine boyuna düşünmeli... Yaaa!..  Böyleyken böyle işte.




emre ozdamarlar

Sinemada cok az filmi ustuste 2 kez izledim, bunlardan biri Snatch'dir.
Ustune de evde bilgisayarda milyon kez izlemisimdir.

V

Bu film bana öğretmiştir ki,çingeneye bulaşılmaz arkadaş.

Bu arada nerelerdesin ortak?
"İstemem,eksik olsun.."

Hayal Kahvem

Aynen Emre... Snatch öfkeli bünyelere her daim ilaç gibi gelir:) Nefistir!
Tek sefer seyretmek  kesmez bu filmi.. Sürekli seyretmek gerekir.
Hımm.. Epey sövgü lakırtısı  ezberledim bu film sayesine. Ama seslendiremiyorum tabii her yerde:)
İçimden söylüyorum, yalan yok:))
Snatch, argo lakırtılarımı fena halde zenginleştirmiştir.

Hayal Kahvem

Selam JuDaS,
Filmden bir replikle cevap vereyim:

"Bulunmak istemeyen bir çingeneyi bulamazsın." ;)

Hayal Kahvem




Büyükannemin şöyle bir duası vardı: "Rabbim, bilmediklerimizden emin kıl, umduklarımıza nail eyle bizi." Anlam veremezdim. Nasıl bir duaydı böyle? Korktuklarımızdan korusun bizi ama bilmediklerimizden emin kılmasını istemek ne demekti? Korkacağımız şeyleri biliyorduk ya işte. Daha ne olabilirdi ki? Zaman geçtikçe bilmediğimiz ve bilsek asla başımıza gelmesini istemediğimiz ne çok şey olduğunu öğrenmeye başlıyor insan. Misal sen daha önce Prosopagnosia diye bir hastalık olduğunu duymuş muydun? Ne yalan söyleyeyim, ben ömrümde duymadım. Neymiş biliyor musun? Yüz körlüğü demekmiş. Beynin bir şekilde zarar görmesi sonucu, yüzleri algılamada meydana gelen bir bozuklukmuş. Hayatımız boyunca binlerce yüzle karşı karşıya geliyoruz ya hani...  Beynimiz bir bilgisayar gibi tabii... Birinin yüzüne bakarız ya mesela... Biz farkında olmuyoruz ama beynimizin bir parçası bir nano saniye içinde o yüzüne baktığımız kişinin yüzünü hafızamızın yüz arşivinde biriktirilmiş tüm yüzlerle karşılaştırıyormuş. Ne acayip! Hiç aklıma gelmemişti. Eğer beynimizin bu karşılaştırma bölümü çalışmazsa, aynaya baktığımızda kendimizi bile tanıyamazmışız. İnsanların yüzünü görüyorsun ama hafızanın  yüzleri mukayese etme parçası arıza yaptığı için  her defasında o yüzü farklı algılıyorsun.  Ne fena değil mi?  Allah korusun... Ben bildiğim kötü durumları, hastalıkları, kazaları, belaları,savaşları, afetleri  sıralıyordum dua ederken... Oysa bilmediğimiz kötü haller öyle çoktu ki... İşte büyükannem bu sebeple bilmediklerimizden de korunmak istiyordu demek ki.




Türkçeye Katilin Yüzü diye çevrilmiş, Faces in the Crowd adlı,  korku, gerilim, psikolojik diye nitelendirilmiş filmi bugün seyrettim. Filmin başkahramanı yüz körlüğünden mustaripti.  Filmin konusunu sorsan, iki cümlede anlatabileceğim naynaynom bir holivud filmiydi. Ama yüz körlüğü konusu benim  fena halde ilgimi çekti. Tamam, bir sebeple hafıza kayıplarının olabileceğini biliyordum. Tamam, neredeyse doğduğumdan beri hafızama kaydedilen ve çoğunu kolaylıkla unuttuğum yüzleri, gene beynin bir parçasının o binlerce yüz arasından seçip bulduğunu da tahmin edebiliyorum. Ama ne yalan söyleyeyim, bir arıza durumunda insanın her şeyi hatırlayıp sadece yüzleri hatta kendi yüzünü bile hatırlamayacak duruma gelebileceği hiç aklıma gelmezdi. Bu durumda ne oluyor biliyor musun? Bildiğin insanların yüzleri her defasında değişiyor. İnsanları yüzlerinden tanıyamıyorsun. Ve işin fenası, yüz körlüğü tedavi edilir bir hastalık değilmiş.  Tamam. Bilmediklerimizden korunalım diye dua edelim ama... Gene de her şey insanlar için. Doğduklarından beri göremeyen insanlar var öyle değil mi? Böyle bir hastalık başa gelirse hayata tutunacak bir şey bulunmalı illa ki.   Biz sadece görmekten, duymaktan, koklamaktan söz ederiz ya. Oysa içimizde gizli bir his daha varmış. Hani yürürken bir ayağını diğerinin önüne atmayı bize düşünmeden yaptıran his sözgelimi. İnsan böyle bir derde düşerse, toplumdan kopmadan, dünyadan el ayak çekmeden, eve kapanmadan, insanların kaba, fena, şaşkın davranışlarına aldırmadan bu hissi geliştirmek gerekiyormuş.  Ne yapılacak? İnsanların ayırt edici özellikleri bulunacak. Bir ben, yürüyüş şekli, bir dövme nebileyim bir yara izi gibi... Yüzüne bakıldığında sonra hatırlamaya yarayacak ne olursa...  Bu durumda bedenleri müzik diline çevirmeye başlıyorsun. Ve bedenleri bir müzik gibi sadece dinlemiyor ayrıca  izliyorsun. Tam benlik durum yani. Zaten  hemen yüzleri unuturdum. Du bi... Derhal şu andan sonra bedenleri müziğe çevirmeye başlıyorum. Büyükannemin ruhuna rahmet. Yaşamı boyunca neler gördü kimbilir? Haybeye böyle dua eder mi?


Hayal Kahvem



Balkondayım. Az önce bir rüzgâr geçti  gözlerimden... Uzattım elimi yetişemedim...

Aynı ofiste çalışan altı kadındık. Ben beş ay önce iş değiştirmiştim. Son üç yıldır çalıştığım bankanın şubesi kapatılmıştı. Tüm şube çalışanlarını gözlerinin yaşına bakmadan kapı önüne koymuşlardı. Benim için hava hoştu. Yalnız yaşayan biriydim. Bir süre aldığım tazminatla idare edebilirdim. Hiç hayıflanmadım. Küçük yaşta çalışmaya başlayan benim gibi biri için bu "hayat molası" iyi gelmişti ne yalan söyleyeyim. Nasılsa iş bulurdum. Niteliklerim, tecrübem yabana atılacak gibi değildi. İş başvurularıma çoktan yanıt almaya başlamıştım zaten. Sinema delisi biriyim. Üç ay kadar gece gündüz, sürekli  film seyrettiğimi iftiharla  söyleyebilirim. İlk iki aydan sonra iş görüşmeleri yapmaya başladım. Üçüncü ayın sonunda şimdi çalıştığım sigorta şirketine girdim. Yeni işime ve arkadaşlarıma hemen alıştım.  Samimi insanlardı. Zaten genelde uyar kafa biriyimdir, dalıma basan olmazsa  kimseyle kolay kolay zorum olmaz. Bu akşam yemeğe çıktığım arkadaşlarım yıllardır bu şirkette çalışmışlar. Yedikleri içtikleri ayrı gitmez. "Beşibir yerde" diyorlar onlara.. Her fırsatta kakaka kikiki... Ya da ıngalama vıyaklama...  Hal i ruhiyetlerine  göre yani... Ben ise kendi halinde biriyim. Pek kadın kadına muhabbetlerden haz etmem. Ailem Zonguldak'ta. Yatılı anadolu lisesini kazandığımdan beri İstanbul'da yalnız yaşamaya alıştım.  Arada lise ya da üniversite arkadaşlarımla gider gelirim.  Genelde kendimle kalmayı severim. En yakın arkadaşım ise sinema! Çılgınca film seyrederim.  Özellikle Quentin Tarantino filmlerini ezbere bilirim.





Neyse...  Geçen gün Selin yanıma geldi. İki ay kadar beni gözlemlemiş olduklarını, artık aralarına almaya karar verdiklerini söyledi. Cuma akşamı iş çıkışı onlarla yemeğe gitmemi teklif etti. Şaşırdım. Söylediklerini duyunca içimden gülmek geldi. Hatta, dışımdan da gülmek geldi. Kendimi tutamadım. Hıçkırır gibi güldüm. Ne bilsin şirret halimi. Buram buram merhamet kokan bir ifadeyle gülümsedi. "Tamam, gidiyoruz birlikte." dedi. Yalnız yaşayan biriydim ya  gene acımış olmalılar... Alışmıştım bu muamelelere... Üzerlerine vazife edinmişlerdi... Akılları sıra anaç tavuk misali bana kol-kanat gereceklerdi... Kıl olduğum insan tipleri... Ne bu, ölü ozanlar derneği mi kurduklarını sanıyorlardı. Bak, bak, bak... Çaktırmadan izlenmişim. Tartılıp biçilmişim. Gruplarına alınmaya layık görülmüşüm.  Şaşkınlar ya! Ne sanıyorlardı kendilerini... Sorsana bakalım ben istiyor muyum sizinle iş dışında görüşmeyi, demek aklımdan geçti. Bir şey söylemedim. Sadece kafamı emme basma tulumba gibi öne arkaya salladım. Saatin akreple yelkovanı birbirini kovaladı. O gün geldi çattı. Ne konuşacaktım ki ben bu kadınlarla? Tamam, iş yerinde sessizce uyar kafa dolanıyordum. Sonrası bana kalan zamandı. Sinemaya gittiklerini biliyordum mesela... Ama romantik ya da komedi filmlere filan. Hayatlarında bir kere Tarantino filmi seyretmemişler. Adını bile duymamışlar ne Rezervuar Köpekleri'nin, ne benim kıymetlim Kill Bill'lerin ne Ucuz Roman'ın... İşim olmazdı iş dışında bu kadınlarla... Ama gene de yemeğe çıkmaya niyetliydim. Bütün fena önyargılarımı  aklımdan kovup, bu anaç tavuklara bir  şans vermeliydim.  Neticede o gün geldi çattı. Gittim. Çoluk çocuk, koca, sevgili muhabbetleri edildi bir vakit. Darlandım. Poliçe satmaya çalışan sigortacı alışkanlığıyla iştahla beni sorgu suale tuttular. Geçiştirdim. Allahım, doğru düşünmüşüm. O kadar sıkılmıştım ki onlarla aynı masada olmaktan, her an pılımı pırtımı toparlayıp çıkıp gidebilirdim. Ama olmazdı öyle... Tescilli beş duyularına etki edecek, şöölee akıllarından silinmeyecek bir film çevirmeliydim.  Dualarım takdiri ilahi tarafından kabul edilmiş olmalı ki böyle bir durum cereyan etti. Masada herkes güle oynaya  konuşuyor, 70'lerden  neşeli bir müzik çalıyordu. Yemeğin hesabı ödenecekti. Her hafta biri ödüyormuş. O gece Selin ödedi. Bahşiş ise alman usulüymüş. Bizim masaya servis veren garson kız için herkes bir miktar bahşiş  parasını Selin'in eline koymaya başladı. Bana sıra gelmişti. İşte o anda aklıma Rezervuar Köpekleri'ndeki bahşiş muhabbeti geldi. Nanananooomm... Vakit geçirmeden film çevirmeye  başladım...




Selin bana dönmüş bahşiş koymam için avucunu uzatmıştı. Kayıtsız bir tavırla "Ben bahşiş vermem" dedim. Şaşırdı. Ağır bir halt işlemişim gibi yüzüme baktı.  "Bahşiş vermez misin?" diye sorusunu yineledi.  Bahşiş vermeye inanmadığımı söyleyince kirpiğini dahi oynatmadan gözlerimi okumaya koyuldu. İşletiyormuydum sahi mi söylüyordum  bilemedi. Umursamazlığımı görünce  avuç açmaya yeni başlamış, ilk hevesi kursağında kalmış dilenci gibi  elini yana indirdi. Diğerleri hokkabaz sahnesi izliyorlardı sanki.  Şapkadan bakalım kim tavşan çıkaracak? Sus pus olmuşlar bir bana bir Selin'e bakıyorlardı. Selin dayamadı... Önce sesinin akorduna ince ayar yaptı. Akabinde gözlerini süzerek... "Bu garson kızların kaç lira kazandıklarını biliyor musun?" dedi. Umursamıyormuş ayaklarına yatttım. "Hadi, bırak bunları! Kazanmıyorsa işi bıraksın." dedim. Söylediklerime inanmış görünmüyordu. "Dur bakalım anlamış mıyım, hiç bahşiş vermezsin öyle mi?" dedi.



Bu dünyada ya şirret olacaktın ya korkak. Bu kadınlara azıcık yüz verirsem, iş dışında rahat komazlar anamı ağlatırlardı benim. Orta ayarlı şirret halimle film repliklerine devam ettim... "Sırf toplum istiyor diye bahşiş vermem." dedim. "Biri gerçekten hak ediyorsa, yani benim için ekstra bir şey yaptıysa veririm. Ama böyle otomatikman bahşiş vermeye karşıyım." Hapşırır gibi güldü.  "Bana sorarsanız kız sadece işini yapıyordu." dedim. Diğerleri konunun bu kadar uzayacağını düşünememişlerdi. Yüzlerindeki tebessümler teker teker kayboluyordu. Aralarından biri "Kızcağız iyiydi." dedi. Hiç istifimi bozmadan, aynı kayıtsızlıkla sözlerime devam ettim. "Kız normaldi. Özel bir şey yapmadı." dedim. Sonra tek tek herbirine dönerek... "Bakın, kahve ısmarladım, tamam mı? Fincanımı sadece üç kere doldurdu. Altı kere doldurmasını istedim." dedim. Tavrıma iyice sinirlenmişlerdi. "Altı kere mi? Peki ya çok işi varsa?" dedi biri...  ""Çok işi olmak" cümlesi bir garsonun cümleleri arasında olamaz bir kere. Ayrıca bu kadınlar açlıktan ölmüyorlar ya... Ben de asgari ücretle bir işte çalışmıştım. Ama ne yazık ki toplumun bahşişe layık gördükleri işlerden biri olacak kadar şanslı değildim." dedim. "Bahşişe ihtiyacı oldukları seni sahiden hiç ilgilendirmiyor mu?" diye sordu Selin.  Sağ elimi kaldırdım. Baş parmağımla işaret parmağımı birbirine sürtterek argodaki o meşhur mangır sayma işaretini yaptım. "Bunun ne olduğunu biliyor musun?" dedim. "Dünyanın en küçük kemanı. Sadece garsonlar için çalar." En son etrafımda hayretten faltaşına dönmüş on göz gördüğümü hatırlıyorum.  "Mc Donalds'ta çalışmak da çok zor bir iş.  Sana yemek servisi yapıyorlar. Bahşiş vermelisin. Ama orada çalışanlara bahşiş vermek ihtiyacı hissetmiyorsun. Çünkü kime bahşiş verileceğini toplum belirliyor. "Bunlara vereceksin, bunlara vermeyeceksin" "şuna vereceksin, buna vermeyeceksin"... Yoo...  Yağma yok! Bana göre değil. Bahşiş mahşiş vermem!" diye bağırdım. Çantamı, ceketimi kaptığım gibi lokantadan dışarıya fırladım.



Balkondayım... Rezervuar Köpekleri'nin bahşiş muhabbeti işime yaramıştı yaramasına ama... Bayram dönüşü ofiste hangi filmi çevirmem gerektiğini düşünmeliyim... Üç gün var önümde... Az önce bir rüzgâr geçti  gözlerimden... Uzattım elimi yetişemedim...


HacıGeraltEmmi

Her zamanki gibi gene çok keyifli bir yazıya imza atmışsınız. Hızımı alamam, gider Rezervuar Köpekleri'ni birkez daha seyrederim ben :)