Merhaba Forum Dostları,Yeni, dopdolu, hayranlık ötesinde düşündürücü, etkileyici, sürükleyici bir kitapla karşı karşıyayız. Yazım dili oldukça akıcı, tek bir cümlesini bile kaçırmak istemeyeceğimiz bir kitap... birden fazla suç türü, sorgulama ve ceza içermesi değil ona bu nitelikleri saydıran... roman kahramanının psikolojik yapısı.
Kahramanın kişiliğini analiz etmeye çalıştım naçizane:
Psikolojik şu saptamalarda cevap buldum sanırım;
- Egoizm (Bencillik),
- Mazoşizm,
- Varoluşçuluk,
Varoluşçuluğu size tekrar anlatmayacağım. Daha önceki Albert Camus'un ''YABANCI'' adlı eserini ve varoluşçuluk felsefesini anlatmaya çalışmıştım kısaca. Burada ise, biraz Mazoşizm ve Egoizm'den bahsedelim... ilgimizi çeken bu kahramanın psikolojisini kendi çapımda anlamaya çalıştım. Eğer okuyanınız varsa, bu konuda da yorum yazmanızı talep edeceğim. :)
EGOİZM ( BENCİLLİK );Thomas Hobbes'e göre birey, ''ben sevgisiyle'', yani daima ve öncelikle kendisini düşünerek hareket eder. Bunun için insan eylemlerinin amacı, bireyin kendi hayatını koruması ve sürdürebilmesidir. Bencilliğin bir çeşidi biyolojik istek ve arzuları tatmin etmek şekliyle görülürken, başka çeşitleri daha dolaylı yollar ve görüşlerle zuhur eder. (Sosyolog Ömer Yıldırım)
MAZOŞİZM;Adını Sacher Mazoch'un adından alan bir ruh bilim terimi. Genel hatlarıyla Sadizm ile bağdaşan mazoşizm, acı duyarak haz almaya dayanan bir sapıklık olarak değerlendirilir. Bu ilk evredir. Bir de ikinci evre vardır, ruh mazoşizmi. İlk evresinde somut bir acı karşısında kişi kendini frenleyebilirken ikinci evrede acının sınırları olabildiğince geniştir (alıntı).
KİRLİYDİ KAR (La neige etait sale)Yazar; Georges Simenon
Çeviri; Ümit Moran Altan
İlk basım 1948
Frank, ilk kurbanını öldürdüğünde henüz 19 yaşındaydı, ilkine göre biraz daha etkileyici bir bekaret yitimiydi... ilki gibi bu da önceden tasarlanmamıştı. Kimse onu buna itmemişti. Onunla alay edilmemişti. Sadece aptallar arkadaşlarının etkisisinde kalır zaten!
Haftalardır, belki aylardır, bir nevi aşağılık duygusu hissederek içten içe düşünüp durmaktaydı: ''Denemem gerek...''
Yer; Alman İşgal kuvvetlerinin kontrolü altındaki Fransa'dır. Herkesin zor şartlar altında yaşadığı, yiyeceklerin karneye bağlandığı, sokağa çıkma yasağının hüküm sürdüğü ve işgal gücü askerlerinin yetki veya yetkisizliklerinin şiddetle hüküm sürdüğü, 2. Dünya Savaşı Fransa'sı.
Frank'in annesi, malum evlerden birini işletir... oturdukları binada komşuları soğuk ve açlıkla mücadele ederken onlar rahattır... sobaları sürekli yanar ve bu evden her gün envayi çeşit yayılan yemek kokuları, tüm binayı sarar...
müşterilerin çoğu işgal askerleridir herhal.
Lotte (Frank'in annesi), oğluna düşkündür fakat, yine de ondan çekinir... çocukluğunda küçük yaşta bakıcıya teslim ettiği oğlunu her ziyarete gidişinde, yanında farklı bir erkek vardır;
''bak benim Frank'ime'' diye tanıştırır onlarla.
Romanımız üç bölümden oluşuyor;
- Timo'nun Müşterileri
- Sissy'nin Babası
- Penceredeki Kadın
Bu üç bölüm aynı giriş, gelişme ve sonuç üçlemi altında okura ışık tutacak... kurguyla birlikte biz de neden ve niçinlerle sonuca yöneleceğiz... okuduğum bir çok romanda olduğu gibi ağzımda kekremsi bir tat oluşturan bu romanı sizlere tavsiye edebilmek için bocalayacağım.
''Bak Frank, dostum bana bu sustalı bıçağı verdi''.İsveç malı bir sustalıydı, düğmesine basınca açılıyordu, kendine özgü bir şekli vardı, sanki CANLIYDI, öz zekası olduğu ve bedenlerde yolunu bulmaya çalışacağı izlenimi uyandırıyordu.
Gerçekten çok güzel bir silahtı bu, ellerinin arasına kaydırılan bu sustalıyı hemen kullanmalıydı. İradesine hakim olamayarak onun, kullanmayı arzuladığı, sustalının ete girip kemiklerin arasında kaydığında yaratacağı etkiyi hissetmeyi istediği anlaşılıyordu.
Ona bir ipucu verilmişti: Sustalı kaburgaların arasına girdiğinde kilidin içinde dönen anahtar gibi el bir kez hafifçe döndürülmeliydi. ( Sf:17 )
Frank'in bu sustalıyı kullanacağı kişiden nefret etmesine, onunla kavga etmiş olmasına da ihtiyacı yoktu... onunki kendince basit bir meraktı... istediği şey bu eylemin kendisine sunacağı deneyimdi. Öyle de olmuştu, başarmıştı işte... hiç bir pişmanlık duymayarak.
Kimin bir şebekeye ya da gruba bağlı olduğu bilinemez bu şehirde. Genel olarak silik görünen kişilerdir. Esas olarak kendi içlerindeki hainleri öldürürler. Frank, işgal gücü askerleriyle yakınlık kurmaz ...çünkü onları tanımıyor. O, annesi gibi kömür, sıcak tutan giysiler ya da yiyecek yüzünden kıskançlığa kapılmış komşuların öfkesinden de korkmuyor. Söz konusu olan korku değil. Bu çok daha derin, daha ince bir şey. Çocukken yanlız kendisinin oynadığı oyunlar icat ederdi; bu da öyle bir oyun.
Yakışıklı bir çocuktu Frank; sarı saçlı, her gün traşını olan, kaliteli ve şık giyinen, istediği miktarda paraya sahip, annesinin evindeki körpecik kızlardan istedigiyle birlikte olabilen...hem annesinin evinde, hem Timo'nun barında bol bol ve kaliteli içki içebilen.
Aşık da olamıyordu Frank. Halbuki karşı dairede oturan Holst'un 16 yaşındaki kızı Sissy onunla tanışabilmek için çok çaba sarfediyordu. Bunu farketti... onu sinemaya davet etmeliydi... olumlu karşılık almakta hiç zorlanmamıştı. Güzel bulmuyordu onu, hatta sinemada öpüşürken hoşnut da kalmamıştı nefesinden... Sissy, eski bir yazar ve felsefeci olan babasıyla oldukça zor şartlarda yaşıyordu. Güvenmişti Frank'e...hatta bir gece Lotte'nin evinde, hiç kimsenin olmadığı bir akşam geçecekti yan daireye...
Frank'le birlikte olmasının-dahası ilk kez birliktelik yaşayacak olmasının da-önemi yoktu... Frank kafasına koymuştu... onu kendisine sustalıyı veren ve diğer suçlarda da ortaklık eden Kromer'e sunacaktı... öyle de oldu. Sissy'i karanlık bir odada, çırılçıplak bir vaziyette Kromerin kollarına atıp, kapıyı kilitledi.
''Yazgı'' demeliydi buna Frank, Çünkü, yazgının onu görmesini istiyordu. Yazgıyı buna zorlamak için her şeyi yapmıştı... hala sabahtan akşama yazgıya meydan okumaya devam ediyordu. Yazgı bir yerde pusu kurmuştu. Ama nerede? onun kendini zamanı geldiğinde göstermesini, o anı yakalamak için her yerin altını üstüne getirerek yazgının önünde koşuyordu. (Sf. 145-146)
Elbette bu arayışlar ve işlediği bir sürü suç oluşturan eylemi cezasız kalmayacaktı.
Farkında olmadan ve hiç istemeden gerrçekleştirdikleri bir suç dolayısıyla işgal kuvvetlerinin eline düşecekti.
Kararlıydı, dik duraçak, kimseyi ele vermeyecek, bu konuda ne kadar ileri gideceklerini bizzat görecekti...
zaten soruların cevapları dahil her şeyi biliyorlardı...
- Frank Friedmaier!
- Hayır!Hayır dediğinde, söz konusu olan sadece kendisiydi. Bunun altında işkencenin çekimine kapılması, hep kendine sorup durduğu gibi işkenceye dayanıp dayanamayacağını anlama isteği de yatabilir. (Sf.203)
Tek bir şey istemişti o; Holst'un oğlu olmak...
O sözü söylese-üzerinden ne büyük bir ağırlık kalkar-ne kadar mutlu olurdu:
''Baba!''
''Cesur ol Frank, insan olmak zor zanaattir...yine geleceğim...'' dedi Holst. (Sf.258)
Sevgiler sizinle olsun!Georges Simenon (1903-1989)