Ana Menü

Bab-ı Esrar

Başlatan Saki, 21 Eylül, 2022, 17:13:53

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Saki

Çoğu zaman mesele, Tanrı'nın ne olduğu değil, bizim onda ne gördüğümüzdür. Sevgi dolu olanlar merhameti görür, zalim olanlar şiddeti. Zeki olanlar aklı görür, aptal olanlar kör inancı, âlimler bilimi görür, cahiller mucizeyi.


"Lakin bizim yolumuzda zorlama yoktur," diye sözlerini
sürdürdü Şems. "Biz meseleyi anlaman için gayret ettik, yaşanmışları
gösterdik, kendimizi sana anlatmak için çabaladık.
Artık her şey senin meşrebine kalmış. Poyraz Efendi'nin
kalbi kızına duyduğu sevgiyle bağlanmış, bu düğümü çözmek
senin elinde. Ya bu düğümü çözersin yahut gider kendi
hayatını yaşarsın."
Bunları söylerken Şems'in yüzünde en küçük bir duygu
ifadesi bile belirmemişti, sanki beni etkilemekten çekiniyor,
kendi kararımı kendimin vermesini istiyordu. Uzanıp sağ elimi
tuttu, sol avucunun içine yatırdı. Elimi açtı, içine kim bilir
nerede bıraktığım kahverengi taşlı gümüş yüzüğü koydu.
"Eğer düğümü çözmek istersen, bu yüzüğü de sahibine
vermelisin."
Yüzüğü avucumda sıkarak, sema meydanına baktım. Ayin
sürüyordu; semazenler birbirlerini selamlamaya başlamışlardı.
Zaman hızla akıyordu, kararsız kalmak gibi bir seçeneğim
yoktu. Heyecanımı bastırarak sema meydanına yürüdüm.
Ayağım çemberin içine girer girmez müzik aniden kesildi;
ayaktaki semazenler oldukları yerde donakaldılar. Sadece babamla
ben hareket edebiliyorduk. Müziğin kesildiğini fark
eden babam, neler olup bittiğini anlamak için yanındaki semazene
baktı. Yoldaşının öylece donup kaldığını anlayınca,
başını çevirdi ve beni gördü. Tanıyacağını sanmıyordum;
çünkü yıllar önce terk ettiği küçük kıza artık hiç benzemiyordum.
Ama gözlerini benden alamayan babamın yüzü heyecanla
çarpılmıştı, titreyen ellerini uzatarak, "Kimya!" diye
güçlükle mırıldandı.
"Kimya, küçük kızım!"

Küçük kız mı, kendime baktım, evet, değişmiştim, artık
genç bir kadın değil, babamın bizi terk ettiği günlerdeki gibi
küçük bir çocuğa dönüşmüştüm. Üstümdeki lacivert çizgili
ekose etek, kırmızı pabuçlarım bile o günlerden kalmaydı.
İçimden koşup babama sarılmak geliyordu ama bir şey bana
engel oluyor bunu yapamıyordum. Ağır adımlarla yaklaştım.
Babamın gözlerinden yaşlar akıyordu, bir yandan da
ellerini gökyüzüne açmış, mırıldanıyordu. Beni gönderdiği
için Tanrı'ya dua ettiğini sandım. Ama, hayır dua etmiyor,
yalvarıyordu. Yıllar sonra kendisini bulan oğluyla karşılaşınca,
ya benim, ya onun canını al diyen dervişi hatırladım
bir kez daha. Yoksa babam da aynı istekte mi bulunuyordu
Tanrı'dan? Büyük bir hayal kırıklığına kapıldım, derin bir
mutsuzluğa. Neden merak etmiştim ki ben bu adamı? Bizi
terk edip gitmişti işte, şimdi de aynı şeyi yapıyordu. Böyle
düşünmeme rağmen yine de ne söylediğini duymak için dikkatimi
ona vermekten kendimi alamadım.
"Allahım lütfen onu bağışla," diyordu içten bir sesle. "Eğer
birinin canını alacaksan, lütfen benimkini al. Ben, seni gerektiği
gibi sevemedim. Bu Kimya'nın suçu değil."
İçimi derin bir sevinç dalgası kapladı. Hayır, babam beni
unutmamıştı, o derviş gibi olmamıştı. Bana duyduğu sevgiden
kurtulamıyordu. Şems'in söylediği gibi babamın Tanrı'ya
ulaşmasını önleyen bendim. Ne yaparsa yapsın küçük kızından
vazgeçemiyordu. Beni bırakıp gitmesine rağmen, o terk
edişin acısını hiçbir zaman yüreğinden söküp atamamıştı. Bu
acı, kolunu kanadını kırmış, elini ayağını zincirlemiş, kalbini
düğümlemiş, semaya çıkamaz olmuştu. Önünde durdum.
Tanrı'ya açılan ellerini tuttum. Üşümüştüler, kararsızdılar,
güçsüzdüler. Islak gözlerini yüzüme çevirdi. Ona gülümsemek
istedim, yapamadım, onu yatıştıracak sözler söylemek
istedim, yapamadım, boğazımdan yukarı doğru yükselen
hıçkırığı durdurmak istedim, yapamadım, ona sarılarak ağlamaya
başladım. Sımsıkı kucakladı beni. Zayıf bedeninden
yayılan ıtır kokusunu içime çektim. Doya doya, hıçkıra hıçkıra,
terk edilmiş bir çocuk nasıl hiç utanmadan, çekinmeden,
içinden geldiği gibi ağlarsa, dakikalarca işte öyle ağladım. O
da ağlıyordu, ama benim gibi değil, sessizce, ağladığı için utanarak
için için döküyordu gözyaşlarını.

Ağlamak iyi geldi, gözyaşlarının yüreği yatıştıran bir sihri
olmalıydı. Ağladıkça açıldım, ağladıkça rahatladım, ağladıkça
yapmam gerekeni hatırladım. Usulca çözüldüm babamın
bedeninden. Yeniden ellerini tuttum.
"Kalk baba," dedim sonunda gülümsemeyi başararak.
"Kalk."
Umutsuzca başını salladı.
"Yapamam kızım," dedi ezik bir sesle. "Bu çemberin dışına
çıkamam. Seninle gelemem."
"Benimle gelmen için değil," dedim ıslak sakallarını elimle
kurulayarak. "Sema için kalk."
Sanki gölün dibindeki ayın bütün ışığı ona vurmuş gibi
aydınlandı yüzü. Ama tuhaftır bana değil, bakışlarını gökyüzüne
çevirdi.
"Beni bağışladın mı?" diye sordu kuşkuyla. "Artık bitti
mi?"
Ona benden başka kimsenin yanıt vermeyeceğini biliyordum.
"Seni bağışladım."
Sesimin titreyişine engel olamasam da söyledim bunu.
Elimle avucunu açtım, kahverengi taşlı gümüş yüzüğü parmağına
taktım.
"Senin olanı sana getirdim, düğüm çözüldü, bütün bağlarından
kurtuldun, artık semaya çıkabilirsin."






İngiltere'de yaşayan, İngiliz bir anne ve Türk bir babanın çocuğu Karen Kimya'nın yolu bir iş seyahati sebebiyle Konya'ya düşer. Hem işinde hem de özel hayatında çözmesi gereken dünyevi sorunlarıyla boğuşan Karen, Konya'da uhrevi gizemlerin de ortasında bulur kendini. Bir ırmak gibi akan doğrusal zamandan tüm zamanların iç içe geçtiği bir okyanusa yuvarlanan Karen'in elinden büyük bir derviş tutar. Bu derviş Şems-i Tebrizi'dir.

Beni de düşündüren, Ahmet Ümitin yazdığı bu kitabı çok büyük bir keyifle Makedoncaya çevirdim..

hanac

Alıntı yapılan: Saki - 21 Eylül, 2022, 17:13:53
Beni de düşündüren, Ahmet Ümitin yazdığı bu kitabı çok büyük bir keyifle Makedoncaya çevirdim..

Tebrikler Saki.

Kinowa59

Merhaba sayın saki. Bende öncelikle sayın hanac gibi sizi kutluyorum. Ben Ahmet Ümit in Bab ı esrar adlı kitabını okuduğumda " vay be, konu olarak Elif Şafağın "aşk" adlı romanını anımsatıyor" diye düşünmüştüm. Elif Şafak o romanında İsrailli 40 yaşında evli ve iki çocuklu çevirmen bir kadınla, Güney Amerika'li 53 yaşında ve kanser hastası bir Sufi'nin, M.celaleddin i Rumi ve Şems i Tebrizi arasındaki Ruhani sevgiyi e posta yoluyla  yazışmalarla anlatıp dertlesirlerken aşık olmalarını ve bu aşkın Konya'da trajik bir sonla bitmesini anlatır. Gene bu kitabında Şems i Tebrizi'nin esrarengiz bir şekilde kaybolmasını soru işaretleriyle bizlere anlatır. Ama şems'e ne olduğunu net olarak ifade etmez, veya edemez. Şems'in ne olduğu konusu aradan 800 yıla yakın zaman geçtiği günümüzde bile hala bir muammadır. Şimdi ben burada, bu forumda bu konuda bilgili olan dostlara soruyorum. Şems'i tebriziye ne oldu. 1_ Ahmet Ümit bab ı esrar da anlattığı gibi Selçuklu devleti tarafından öldürüldü. 2. Elif Şafağın" aşk" adlı kitabında anlattığı gibi, Mevlana'nın küçük oğlu Alaaddin Çelebi tarafından babası ve şems arasındaki Ruhani aşkı ve üvey kız kardeşinin şems i sevmesini kıskanması sonucu öldürülüp kuyuya atıldı. 3_ Haşhaşiler tarafından Moğollara zehirletilerek öldürüldü. 4- Mevlana'nın inandığı gibi gayba karıştı. Evet dostlar bu konuda bilgili olan dostlardan düşüncelerini paylaşmalarını rica ediyorum.

Saki

Teşekkür sayın bayram, kitabı okumanız çok hoşuma gitti, bana da çevrilmesi kısmetmiş, Makedonyadaki yayıncım son olarak Ahmet Ümitin bu kitabını seçmiş, ondan evvel, yayıncım, başka çevirmenler ile yine Ahmet Ümitten İstanbul Hatırası, Beyoğlu Rapsodisi, Sultanı Öldürmek, Ninattanın Beleziğini yayınlamıştır, aha ve de Ağaçlar fısıldadığında,

Makedonyada diğer bir yayımcı Parasana, Sis ve Gece, Kırlangıç çığlığı yayınlamıştır.

Umarım tüm öteki kitaplarnı da çevirip yayınlarız..

Elif Şafak romanını babam söyledi bana, yani konu yine Şems, Şemse ne oldu diye gelince Şems bu çevirdiğim kitaba göre Alaettin ve daha 6 dostu tarafından bıçaklanıp, kuyuya atıldı,

Başka bilmiyorum maalesef