Modern Klasikler Dizisi - Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Başlatan dean, 18 Nisan, 2018, 15:38:30

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

dean



  Üç Yıl Çehov'un Rus edebiyatının büyük ustalarının mirasçısı ve güçlü bir yazar olarak kabul görmesini sağlayan yapıtlarından biridir. Yazar bu novellada evlilik kurumunu masaya yatırır. Evlilikte zamanın duyguları dönüştüren, kimi zaman da "sağaltan" etkisine;  yıllar içinde paylaşılan deneyimlerin, birlikte göğüslenen felaketlerin "aşksız" başlayan evliliklerin bile ufkunda olgun sevgilerin belirmesine yol açabileceğine işaret eder. Moskovalı bir tüccar taşrada tanışıp, ilk görüşte âşık olduğu genç Yulia'ya evlenme teklif eder. Genç kız, çekicilikten nasibini almamış bu adamı önce reddetse de, başka bir damat adayı çıkmaz korkusuyla evlenmeye razı olur. Ancak bu tek taraflı aşk, nikâhtan sonra Moskova'da yeni hayatlarına başlayan çifti katlanılmaz acılara sürükleyecektir. Üç Yıl devrim öncesinde insan ilişkileri, bütün mücadeleleri ve hüsranlarıyla Moskova'daki hayatın da dokunaklı bir panoramasıdır aynı zamanda.

dean



Arkadi Averçenko, 1920'de Bolşeviklerin Kırım'ı istila etmesi nedeniyle İstanbul'un yolunu tutan Rus göçmenlerden biriydi. Bir Safdilin Hatıra Defteri'nde İstanbul'da ve bir sonraki durağı Prag'da geçirdiği günleri anlatır. Aralarında hayatlarında ilk kez geçimlerini sağlamak için çalışmak zorunda kalan soylu ve zengin Rusların da bulunduğu göçmenlerin karşılaştıkları zorluklara odaklanırken İstanbul'u fon olarak kullanır. Hayatın yalnızca göçmenler için değil, yerliler için de çok zor olduğu işgal altındaki İstanbul'un genel atmosferine hiç değinmediği gibi, şehrin güzelliğine ya da barındırdığı tarihi hazinelere de iltifat etmez. Daha çok yabancı nüfusun yoğun olduğu Galata ve Pera civarında yaşayan Rusların ayakta kalma mücadelelerini son derece mizahi bir dille aktarır.

Ahmet Oktay



Lyon'da Düğün Fransız Devrimi sırasında yaşanan kargaşa ve zulüm günlerinde ölüme yaklaşan insanlara umut veren bir aşkın hikâyesidir. 1793'te kentte kurşuna dizilmeyi bekleyen karşı devrimcilerin toplandığı hapishane tuhaf bir nikâha sahne olur. İki Yalnız İnsan, acı çeken iki çaresiz insanı buluşturur. Birinin yüreğinden kopan çığlık diğerininkinde karşılık bulurken, farkında olmadan birbirlerinin yıllar süren yalnızlığına son verirler. Wondrak ise yazarın savaş karşıtı yapıtlarından biridir. Bohemya'nın küçük bir kentinde çirkinliğiyle sürekli alaya maruz kalan bir kadın tecavüze uğradıktan sonra doğurduğu çocuk sayesinde yaşama tutunmuştur, ama patlak veren Birinci Dünya Savaşı yüzünden oğlunu askere alarak ondan koparmaları söz konusudur. Zweig bu öykülerde toplum dışına itilmiş karakterleri üzerinden insanlık durumunu analiz eder. Karakterlerinin başlarından geçenler "yazgı" değil, insanlığın iflasının sonucudur.

Nightrain

Abi şu öyküleri tek tek basacaklarına, hepsini bir araya getirip bassalar daha iyi olacak sanki?
"Bu yıldızı çok mu istiyorsun Heatie? Al ye o zaman!"

Ahmet Oktay

Valla ben şikayetçi değilim pek, işime geliyor hatta bir bakıma. Az vakit olunca hemen al oku kaldır. Toplu yayınlanması konusunda bir talep almıyorlar herhalde. Talep olsa değerlendirirler belki.

Ahmet Oktay



Zweig'ın menkıbelerinde hikâye edilen kişiler Tanrı'yı ve kendilerini ararken hayatlarının anlamını bulacaklarına dair umutlarını her daim korurlar. Yazar Rahel Tanrı'yla Hesaplaşıyor'da Rahel ile Yakup'un Eski Ahit 'teki hikâyelerini Kutsal Kitap'taki anlatım biçimini anıştıran bir üslupla ve elbette kendi yorumunu katarak aktarır. Üçüncü Güvercinin Hikâyesi'ni de Nuh Tufanı'ndan esinlenerek kaleme almıştır. Nuh'un tufandan sonra suların çekilip çekilmediğini anlamak için gönderdiği üçüncü güvercin geri dönmez. Ancak Zweig'ın öyküsünde güvercinin dönmeyişinin nedeni Eski Ahit 'teki gibi toprağın kuruması değil, her yerde ölüm ve felaket görmesidir. Esin kaynağı Bhagavad Gita olan Ölümsüz Kardeşin Gözleri ise Virata adlı bir savaşçıyla ilgilidir. Bir savaşta bilmeden öldürdüğü ağabeyinin gözleri Virata'yı her yerde izler. İnsanlardan uzakta, günahtan arınmış olarak yaşamını sürdürmeye çalışsa da, eylemlerinin başka insanların yaşamlarını etkilemesine engel olmayacaktır.

dean



Cehennem'de canı sıkılan Şeytan bir yandan yalanlar söyleyip oyunlar oynamak, ama esas olarak insanoğlunu yakından tanımak için yeryüzüne iner. Amerikalı milyarder Henry Wandergood'u öldürerek onun kalıbına girdikten sonra Yaşlı Avrupa'da çıktığı yolculuğun varış noktası Roma'dır. Macera ve eğlence peşinde koşarken insanda içkin özelliklerle; açgözlülük, gaddarlık, kurnazlık ve ikiyüzlülükle tanışır. İnsanın Şeytan'a "pabucunu ters giydiren" türlü hile ve düzeniyle kandırılır, aşağılanır, alaylara maruz kalır ve servetinden olur. Şeytan'ın bile saf ve temiz kaldığı bu karanlık dünya tasavvurunun barındırdığı keskin yergiden Batı uygarlığı ve Katolik Kilisesi'nin temsil ettiği ruhban sınıfı da nasibini alır.

dean



  Ekspresyonizm Almanya'da Birinci Dünya Savaşı öncesinde gelişmiş, sanat dallarının hepsinde etkili olmuştu. Edebiyat akımı olarak 1909 civarında Berlin'de başladı ve ardında izi 1920'lere dek sürülebilecek bir miras bıraktı. Ele avuca sığmayan, tarife gelmeyen ekspresyonizm naif bir esrikliğin, sinik bir kuşkuculuğun, Nietzsche'ci bir bireyciliğin ve sosyalist kardeşliğin idealizminin yanı sıra kent yaşamının dehşetini, uygarlığın çöküşüne ilişkin kıyamet öngörülerini, ilkel içgüdülerin yüceltilmesini ve liberalizm karşıtı bir nihilizmi de barındırıyordu içinde. Ordu, okul, ataerkil aile ve imparatorluk gibi kurumların yerleşik otoritesine karşı çıkan Alman ekspresyonistler yoksulların, ezilmişlerin, akıl hastalarının, toplum dışına itilmişlerin yanında yer almışlardı.  Ekspresyonistler doğanın ve toplumun nesnel bir bakış açısıyla ele alınmasına karşı çıkıyor, içsel gerçeğin yansıtılmasını savunuyorlardı. Yeni bir düzenin ve toplumsal geleneğin zincirinden kurtulmuş, dünyaya sınırsız bir öznellikle bakan yeni bir insanın yaratılmasında öncülük yapma gibi yüce bir görev biçmişlerdi kendilerine. Bu yeni insan yeni bir dile ihtiyaç duyuyordu. Mesajlarını iletmek için anlatım olanaklarının sınırlarını zorlayan, klişelerden arınmış yeni bir dil oluşturmuşlardı. Bu küçük seçkide Franz Held, Oskar Panizza ve Paul Scheerbart gibi öncü ekspresyonistlerden Gustav Meyrink, Franz Kafka ve Robert Musil gibi tanınmış yazarlara uzanan bir yelpazede ekspresyonist edebiyatın tadımlık örneklerini bulacaksınız.

dean



Bir deniz kazasından kurtulan Britanya donanması mensubu ChristopherHadley Martin, Atlantik okyanusunun ortasında bir ölüm kalım mücadelesinin ardından yalnızca hava durumu haritalarında görülen kayalık bir adacığa çıkar. Muazzam bir hırsla yiyecek ve temiz su bulmak, potansiyel kurtarıcılar tarafından fark edilmek için zekâsına ve eğitimine başvurarak hayata tutunmaya çalışırken geçmişin anı ve görüntüleri zihnine musallat olur. Adacığın tek sakini olarak kendi kendine konuşarak geçirdiği uzun saatlerden sonra korkunç yazgısını kavrayacaktır. Giderek akıl sağlığını yitirmeye başlamasıyla gördüğü halüsinasyonlar onu bir varoluş krizine sürükler. Golding'in kurduğu bu çok katmanlı dünyada yanılsamalar ve en çılgın hayaller bile gerçek gibi görünür. Roman sürekli yinelenen akıl sağlığı ve delilik, gerçeklik ve gerçekdışılık temaları eşliğinde okuru insan zihninin gizli kovuklarında gezindirir. Golding okuru bütün hikâyeyi yeniden gözden geçirmeye zorlayan sarsıcı finalde "teknik açıdan muazzam bir büyücülük" sergilemiştir.

dean



Perutz'un 1933 tarihli romanı Şeytan Tozu, Almanya'da Nazilerin aynı yıl iktidara gelmesiyle yasaklandı. Halkı histeriye ve isyana sürükleyen bir laboratuvar deneyinin hummalı öyküsü muktedirleri bu denli rahatsız etmişti. Kitlenin manipülasyonu üzerine ustaca yazılmış, 1930'ların başında geçen bu romanda yazar bizi gizemli bir eski dünya atmosferine buyur eder. Girdiği komanın ardından hastanede bilinci yerine gelen Dr. Amberg, Vestfalya'nın hâlâ feodal dönemi yaşayan uzak bir köyünde doktor olarak işe başladığını hatırlar. Hizmetine girdiği Baron von Malchin, Kutsal Roma İmparatorluğu'nu canlandırma düşleri kurmakta, hatta iktidarı devralacak bir veliaht yetiştirmektedir. Baronun Tanrı inancını dünyaya geri getirmek için laboratuvarda çavdar mahmuzundan damıttığı uyuşturucu ise köy halkını felaketin eşiğine getirmiştir. Amberg'in hatırladığı bütün bu olaylar gerçek midir? Yoksa doktorların ileri sürdüğü gibi komadayken gördüğü rüyalardan mı ibarettir?..

dean



  Yaratıcılığının dönüm noktası olarak kabul edilen bu eserinde Çehov, Ukrayna bozkırındaki bir yolculuğun hikâyesini dokuz yaşında bir çocuğun gözünden anlatır. Eğitimi için annesinden ayrılıp dayısıyla birlikte yola koyulan Yegoruşka capcanlı bir dünyada bulur kendini. Bu yolculukta bütün hiyerarşisi ve âdetleriyle Rus toplumunun farklı katmanlarından insanların; tüccarların, din adamlarının, köylülerin, işçilerin ve arabacıların arasına karışır. Bozkırda doğal akışında sürüp giden yaşamın çocuğun duyuları ve duyguları üzerinde bıraktığı etkiler, Çehov'un ustaca ete kemiğe büründürdüğü belalı Dımov'a karşı beslediği düşmanlık, dalgalanan ruh halleri şaşırtıcı ölçüde gerçekçi bir üslupla aktarılır. Rus yaşam biçiminin ve ruhunun canlı imgelerini gözümüzün önüne getiren şiirli bir dille tasvir edilen bozkır, renkleri, sesleri ve kokularıyla hikâyenin ana karakterlerinden biridir adeta. Üzerinde yolculuk eden insanlardan bağımsız, kendi yaşamını sürer, soluk alıp verir. Çehov bozkırla insan varoluşu arasındaki paralellikler aracılığıyla doğayla insan arasında simbiyotik bir ilişki kurmuştur.

dean



1900 yılında yayımlanan Oz Büyücüsü, yazarı L. Frank Baum'un ifadesiyle "merak ve eğlencenin korunduğu, kederin ve kâbusların dışarıda bırakıldığı modern bir masal" olmayı amaç edinir. Amerikan edebiyatının ilk masalı olarak görülen eser, 1890'ların Amerika'sındaki ekonomik, politik ve toplumsal durumun sembolik bir alegorisi olarak değerlendirilir ve Batı'daki çiftçilerin durumunu, dönemin altın piyasasını ve İç Savaş'tan sonra çalışamayıp ekonomik sorunlar yaşayan işçileri sembolize eden unsurlar taşıdığı ileri sürülebilir. Söz konusu alegorik özelliği ve hayali öğeleriyle hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap eden bu klasikleşmiş eser, bir kasırgaya kapılan küçük Dorothy ile köpeği Toto'nun Kansas'ın uçsuz bucaksız çayırlarından fantastik Oz Diyarı'na uzanan yolculuğunu ve bu serüvende edindikleri sıra dışı dostları anlatır. Çıktıkları zorlu ve tuhaf yolculukta Korkuluk beynini, Teneke Adam kalbini, Aslan da cesaretini ararken Dorothy'nin tek istediği Kansas'a, teyzesiyle eniştesinin çiftliğine geri dönebilmektir. Ne de olsa insanın evi gibisi yoktur...

dean



Âdem'den Önce rüyalarında tarihöncesi bir çağda yaşayan alter ego'su Kocadiş'in başından geçenleri gören modern bir Amerikalı çocuğun öyküsüdür. O çağda üç ayrı tür insansı bulunmaktadır: Henüz ağaçtan inmemiş, vahşi maymunlara daha yakın Ağaç İnsanları; Kocadiş'in "Halk" olarak adlandırdığı ve kendisinin de ait olduğu, hem ağaçlarda hem de mağaralarda yaşayan tür; bir de bu insansıların en gelişmişi olan, ateş yakıp ok ve yay kullanan Ateş İnsanları. Eser 20. yüzyıl başlarında evrim meselesini kamuoyunun gündemine taşımasıyla dikkat çeker. London modern anlatıcısının binlerce asırlık bir mesafeden baktığı ilkel insanın düşünce yapısını düş gücüyle zenginleştirerek aktarır. Uzak atalarımıza ve içinde yaşadıkları, dur durak bilmeyen bir çatışma ve hayatta kalma mücadelesinin süregeldiği gaddar dünyaya ilişkin karanlık bir tablo çizer.

dean



  İstanbul Treni 20. yüzyılın en çok okunan İngiliz yazarlarından Graham Greene'in romancı kimliğini bulmaya başladığı yapıtıdır. Aynı zamanda akıcı olay örgüsüyle bir gerilim romanı tadında olup, aslında daha derin ahlaki temeliyle dikkat çeken romanlarından ilkidir. Sadakat, insanın kendisine ve başkalarına karşı görevleri, ülkesine bağlılığı, Greene'in ırkçılık ve komünizm üzerine kafa yorduğu romanının başlıca temaları arasındadır. Roman, Ostende'den İstanbul'a uzanan bir tren yolculuğuna çıkan bir grup insanın başından geçenleri anlatır. Bu yolcuların her biri 30'lu yılların dünyasında kabul görmüş toplumsal değerlere aykırı düşmektedir: Antisemit Avrupa'da seyahat eden bir Yahudi, komünist bir devrimci, o güne dek yakayı ele vermemesiyle övünen bir hırsız ve katil, cinsel yöneliminin onaylanması o dönemde mümkün olmayan alkolik bir kadın gazeteci ve kadınların değerini güzelliğin belirlediği bir çağda güzellikten pek nasibini almamış bir revü kızı. Trene farklı amaçlarla binen bu insanların yazgıları yolculuk boyunca iç içe geçecektir.



  Jack London, Kuzey topraklarını konu alan eserlerinde okurlarını buzla sarmalanmış bir diyarda adım adım gezdirir. Biri 1902'de, öbürü 1908'de yayımlanan ve "Ateş Yakmak" başlığını paylaşsalar da birbirlerinden olay örgüsü yönünden ayrılan iki hikâyeyle, "Yaşama Azmi" adlı üçüncü bir hikâyenin bir araya getirildiği bu derlemede de Jack London insanın buz kaplı doğayla ve kendi benliğiyle yüzleşmesini anlatır. Gençliğinde Klondike bölgesine altın aramaya giden ve soğuğun hüküm sürdüğü bu topraklarda bizzat yaşamış olan London, Alaska'dan Yukon'a, Kolondike'ten Kanada tundralarına kadar yörenin coğrafyasına ve sakinlerine oldukça hâkimdir. Jack London'ın karakterleri Kuzey'in dört bir yanda uzanan bembeyaz topraklarında vahşi doğanın gücüyle amansız bir mücadele halindedir. Doğanın, soğuğun ve pek iyi bilmedikleri bir coğrafyanın pençesinde, hayata tutunmaya çalışırlar. Ve ateş yakmak, bu varoluş mücadelesinin ilk adımıdır.



  Andreyev'in 1907 yılında yazdığı bu novellanın "kahramanı" adı ihanetle özdeşleşen Yahuda İskariot'tur. Yazar Kitabı Mukaddes'teki fikirlerden ziyade kişi ve durumları eserine taşımıştır. Metinde bir hilkat garibesi gibi tasvir edilen Yahuda'nın kaotik görüntüsü, karmaşık düşünce süreçlerini ve ruhunu yansıtır. Andreyev kötülük ile iyilik arasında gidip gelen hainin psikolojisine ve ihanetin gerçek nedenlerine odaklanır. Bu odaklanışta yazarın insanlık durumu üzerine düşüncelerinin izleri sürülebilir. Eserin yazıldığı dönemde akıl ve inanç arasındaki çatışma epey tanıdık bir temadır. Yahuda rasyonel gerçekliğin peşindedir. Yaşadığı kötü deneyimler yüzünden insanlığa dair düşünceleri son derece kuşkucu ve kötümserdir. Havarilerinin İsa'ya olan sevgisinden de baştan beri hep kuşku duyar ve bu sevgiyi sınamaya kalkışır. Ancak Andreyev'in çıkarcı, sinsi, yalancı ve hırsız Yahuda'sı İsa'yı çılgınca sever. Tek derdi onun dikkatini çekmek ve sevgisini kazanmaktır. Ona göre ihaneti hem insanın kötülüğünü hem de İsa'yı yalnızca kendisinin sevdiğini teyit eder.

dean



Robert Graves, 1955'te yazdığı Homeros'un Kızı'nda Odysseia'yı yeniden yorumlar. Bu kez destanın yazarı efsanelerdeki kör ve sakallı Homeros değil, kendisine Nausikaa diyen ve Sicilya'da yaşayan genç bir kadındır. Bu kadim destanın yeniden aktarımında, Elym halkından bir prenses olan Nausikaa yurdunda olan bitenleri, kendi hayatını ve bugün Homeros'a ait olarak bilinen epik destanı yazmasına ilham veren olayları anlatır. Hiçbir şey yapmadan bekleyip olacakları seyretmek yerine taliplerinin göz koyduğu kral tahtını, kendisinin ve hanesinin geleceğini kurtarmaya niyetlidir. Bu sırada yaşadıklarını da daha sert bir üslubu olan İlyada'nın aksine "bir kadın tarafından kadınlar için tasarlanmış olacak" dediği epik şiire döküp Homeros'un ulaştığı ölümsüzlüğe ulaşmak ister. Şehir şehir dolaşıp Homeros'un destanlarını anlatmayı görev bilen Homeros Oğulları'nın hüküm sürdüğü erkek egemen düzende o da kendini Homeros'un kızı olarak görür.



İkinci Dünya Savaşı sırasında Büyük Britanya sömürgesi Sierra Leone'de geçen Meselenin Özü, yayımlandığı 1948 yılından bugüne dek popülerliğinden hiçbir şey yitirmedi. Greene romanı savaş sırasında Britanya Gizli Servisi'nin bir üyesi olarak bu ülkedeki deneyimlerine dayandırır. Atmosferini savaş, casusluk, aşk, zina ve ihanetin oluşturduğu roman merhamet, ıstırap, din ve sorumluluk temalarıyla dikkat çeker. Ve iki temel ahlaki ikilemle: "Başkalarını mutlu etmek mümkün müdür?" ve "İntihar çözüm olabilir mi?" George Orwell romanı Greene'in "en iyi yapıtlarından biri" olarak nitelerken, Anthony Burgess yazarın "egzotik bir ortamın ruhunu tek bir kitapta özetleme" becerisini alkışlamıştı. Meselenin Özü, Modern Library'nin 20. yüzyılda İngiliz dilinde yazılmış en iyi 100 roman listesinde kırkıncı sırada yer alırken, Time dergisinin 1923 sonrası yazılmış en iyi 100 İngilizce roman listesine de dahil edilmiştir.