Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Türk Edebiyatı Klasikleri Dizisinede başladı. Şimdilik iki kitap çıktı. Bu seriyi ilk kitabından itibaren takip etmeyi düşünüyorum. İş Bankasının diğer dizileri gibi geç kalmadım. Güzel bir seri olması dileğiyle.
(https://farm1.staticflickr.com/789/40848099834_5f0c2ca362_z.jpg)
1. Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç - Hüseyin Rahmi Gürpınar
2. Mürebbiye - Hüseyin Rahmi Gürpınar
3. Efsuncu Baba - Hüseyin Rahmi Gürpınar
4. İntibah - Namık Kemal
5. Şair Evlenmesi - Şinasi
6. Vatan Yahut Silistre - Namıl Kemal
7. Küçük Şeyler - Samipaşazade Sezai
8. Felatun Bey ile Rakım Efendi - Ahmed Midhat Efendi
9. Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat - Şemsettin Sami
10. Mai ve Siyah - Halit Ziya Uşaklıgil
11. Refet - Fatma Aliye
12. Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı ? - Mizancı Murat
13. Ömer'in Çocukluğu - Muallim Naci
14. Dolaptan Temaşa - Ahmet Mithat Efendi
15. Gulyabani - Hüseyin Rahmi Gürpınar
16. Salon Köşelerinde - Safveti Ziya
17. Falaka - Ahmet Rasim
18. A'mak-ı Hayal - Filibeli Ahmet Hilmi Efendi
19. Şeytankaya Tılsımı - Ahmed Midhat Efendi
20. Çingene - Ahmed Midhat Efendi
21. Sergüzeşt - Samipaşazade Sezai
Bu seriden haberim yoktu, hazır yeni başlamışken ben de takibe alayım.
''Günümüz Türkçesiyle'' ibaresine takıldım ben...Bu eserler zaten süper eski bir Türkçe ile yazılmıyor, çoğu gayet anlaşılabilir ya da okurken öğrenilebilir kelimelerle dolu...Bu ibareden kasıt, bir ''muvaffak'', ''mamafih'', ''tahayyül'', ''heyhat'', ''münferit'' ve benzeri kelimelerin güncel eş anlamlılarının yazılması ise, kusura bakılmasın ama ne yapalım biz öyle Türkçe edebiyatı...Bir dönemin düşüncesini, kafa yapısını, ruhunu anlamak için sadece tema değil, dönemin hakim dili, bakış açısı, kelime kullanımı ve hatta noktalama işareti ezberleri bile çok önemli diye düşünüyorum...Bugün kalkıp 1950 yılından bir gazetenin roman tefrikasını (akademik dijital arşivlerden) okurken ya da 1920'lerden bir makale okurken bambaşka bir Türkçe ile karşılaşmıyorum...Evliya Çelebi 'nin kısaltılmamış orijinal metin Seyahatnamesi bile 17. yüzyıla rağmen gayet başa çıkılabilir vaziyette dil olarak...Bu tarz eserlerde bilmediğim az sayıdaki kelimeyi rahatlıkla çözebiliyorum ya da bu vesileyle öğrenip fikir sahibi olabiliyorum...Pek çok okurun da bunu rahatlıkla yapabildiğine eminim...O dönemi, yine o dönemin Türkçe kullanımıyla algılayıp (elbette Latin harfleriyle) zihnimde yaşatabiliyorum...''Günümüz Türkçesiyle'' ibaresi, umarım bu eserlerin özgün dilini dublaj Türkçesi 'ne dönüştürmekten ibaret değildir...Edebiyatımız bir bütündür, uyarlamalık ya da sadeleştirmelik durumları -şayet okul kitaplarında okuma parçası olarak alıntılanmamışsa- asla tasvip etmiyorum bir okur olarak...Umarım böyle bir durum olmaz da ben her zamanki gibi kendi kendime kurmuş olurum kafamda...Neden ayrıca öyle bir ibare kullanılmış, anlamadım...Bu eserlerin ilk halleri kopkoyu Osmanlı Saray jargonuyla yahut Göktürkçe ile falan yazılmadı en nihayetinde...Ya da 16.yüzyılda Seydi Ali Reis 'in kaleme aldığı, bugün için gramer adına adeta bölüm sonu canavarı gibi zorladığı Mir'atü'l-Memalik 'i basmayacaklar sonuçta...Onu anlarım ama bir Hüseyin Rahmi Gürpınar eserinde bu ibarenin yer almasını anlayamam...
Kafamı dağıtayım diye girdim başlığa, sinir sahibi oldum gene... :) Umarım kendi hüsn-ü kuruntumdur...
Güzel bir seri, ben de takibe alacağım. Tabi bu serinin en büyük zorluğu bizim roman ve hikaye yazınımız batıya göre daha genç olduğu için henüz telifi açığa düşmemiş ve farklı yayınevlerinde bulunan kitapların basılamayacak oluşu olacaktır diye düşünüyorum.
Ferzan'ın dediğine ben de katılıyorum, umarım sadeleştirmeye gidilmeden gerçekten sadece bugün anlaşılamayacak kısımlara müdahele edilmiştir.
Eğlenceli bir hikaye "Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç". :D
Alıntı YapBakkal, sabunları Bedriye Hanım'm evine bırakıp kendi kendine:
— Bir guyruhlu lafıdır çıhtı. Guyruhludan daha meydende bir şey yoğ a... Ondan evveli herkez gelip bağa çatıyor. Bakkal duydun mu? Perşembe günü çatacahmış. Frenk gazetaları yazmış. Şık beyinin biri de geçen günü gazetayı eliğe almış bağa gostürtüyo. Bakkal bah, didi bahtım. Kâğıtm üstüne trampo mahası (tramvay makası) gibi birbirinin içine dolambaç çizgiler çizmişler, karpuza benzer yuvarlahlar oturtmuşlar. Onların aralanna birkaç da uzun telli çalı süpürge dolandırmışlar. Şık beyi bağa sordu. Bu şeğullerden ne anlıyon? dedi. Ne annıyacağım? Bu çalı süpürgeleriyle bu yuvarlahları süpürüp ortalığı temizleyecekler didim. Şık güldü. Sankilim o yuvarlahlar, hâşâ sümme hâşâ bizim, üzerinde durduğumuz bu dünyeymiş de o çalı süpürgeleri de guynıhlulanmış. Hepsi birer şeğul divene canım. Avrupalı bir yuvarlah çizip de işte dünye budur dirse herkes oğa inanıyor. Ben şu fıçıdaki gul gibi Sibir'e halistir diye bin yemin ediyorum da kimse inanmıyor. Sonra şık ağnattı. Bizim dünya şu çizginin üzerinden
gidecek, guyruhlu da daha buradan geçecek. Birbirine rastlayıp horoz gibi gagalaşacaklarmış. Tövbeler ossun. Gel de bu ıvır zıvıra inanabilirsen inan babalım, insanlar birbiriyle tepişirler, boğuşurlar, âmennâ... Her gün gaç denesini goriyom. Hukumatlar birbiriyle cenkleşirler, âmennâ, Icapon'la Urs'un yap yaptığı gibi. Şu yıldızlarla dünyeler de birbiriyle çarpışırsa ya bakkalların hali neye varacah canım? Gıyamet gopacak deyi borca, hisaba yanaşan yoh.. Yaz deftere, yaz deftere... Guyruhlu çarpacahmış diye aç durulmaz ya? Herkezin yemesi içmesi gene yolunda. Birtahım ohumuşlarm efkârıncah gûya guyruhlunıın çekirdeği bize dohunmayacağımış da bizi saçına dolayıp götüreceğim iş. Guru üzüm gibi guyruhlunun da çekirdeklisi, çekirdeksizi varmış. Ben bakkalım ama böğüne kadar böyle olduğunu bilmiyordum. Çünküleyim alıp sattığım mal değul. Şık beyi bağa o cızgılan, yuvarlahları gostürttükten sonra gıyamet gopacağmış deyi bir de diskur okuldu. Sonra da pirincin, şekerin okkasını soruyor. Bağa bah, gurnaza bah... Gıyamet, alâmet deyi beni garmanyolaya sokacah, beş-on galem mal dolandıracah. Teslikattan (tensikat) sonra bir de guy- ruhlu çıhıııca bakkallıkta iş galmadı gayri. Yağ, fasulye, pirinç satan çoğaldı. Galemde iş galmayınca herkez bakallığa özeniyor. Bittih, bittih... Eski müşterilerimden çoğu zimem defterine (borç) yanaşmıyor. Efendi, eski borçlar ne olacah? deyi sorunca: «Biz kadronun dışına çıktıh, bize bir lâf dime gayrıh» diye lâf ediyor. Biz evveli müşteriye mal virirken gadrö ile mi virirdik? Bunun ne içini biliyorduh ne dışınğı... Bu ganunu goyan efendiler birez de bakkal hakkını gözetmeli değuller miydi? Bırah canım bırah... Kimseye bir lâf demiyor ki? Biz teslikatzede olduk., deyip lâfın içinden çıhıyorlar.
Alıntı yapılan: ferzan - 18 Nisan, 2018, 17:05:59
''Günümüz Türkçesiyle'' ibaresine takıldım ben...Bu eserler zaten süper eski bir Türkçe ile yazılmıyor, çoğu gayet anlaşılabilir ya da okurken öğrenilebilir kelimelerle dolu...Bu ibareden kasıt, bir ''muvaffak'', ''mamafih'', ''tahayyül'', ''heyhat'', ''münferit'' ve benzeri kelimelerin güncel eş anlamlılarının yazılması ise, kusura bakılmasın ama ne yapalım biz öyle Türkçe edebiyatı...Bir dönemin düşüncesini, kafa yapısını, ruhunu anlamak için sadece tema değil, dönemin hakim dili, bakış açısı, kelime kullanımı ve hatta noktalama işareti ezberleri bile çok önemli diye düşünüyorum...Bugün kalkıp 1950 yılından bir gazetenin roman tefrikasını (akademik dijital arşivlerden) okurken ya da 1920'lerden bir makale okurken bambaşka bir Türkçe ile karşılaşmıyorum...Evliya Çelebi 'nin kısaltılmamış orijinal metin Seyahatnamesi bile 17. yüzyıla rağmen gayet başa çıkılabilir vaziyette dil olarak...Bu tarz eserlerde bilmediğim az sayıdaki kelimeyi rahatlıkla çözebiliyorum ya da bu vesileyle öğrenip fikir sahibi olabiliyorum...Pek çok okurun da bunu rahatlıkla yapabildiğine eminim...O dönemi, yine o dönemin Türkçe kullanımıyla algılayıp (elbette Latin harfleriyle) zihnimde yaşatabiliyorum...''Günümüz Türkçesiyle'' ibaresi, umarım bu eserlerin özgün dilini dublaj Türkçesi 'ne dönüştürmekten ibaret değildir...Edebiyatımız bir bütündür, uyarlamalık ya da sadeleştirmelik durumları -şayet okul kitaplarında okuma parçası olarak alıntılanmamışsa- asla tasvip etmiyorum bir okur olarak...Umarım böyle bir durum olmaz da ben her zamanki gibi kendi kendime kurmuş olurum kafamda...Neden ayrıca öyle bir ibare kullanılmış, anlamadım...Bu eserlerin ilk halleri kopkoyu Osmanlı Saray jargonuyla yahut Göktürkçe ile falan yazılmadı en nihayetinde...Ya da 16.yüzyılda Seydi Ali Reis 'in kaleme aldığı, bugün için gramer adına adeta bölüm sonu canavarı gibi zorladığı Mir'atü'l-Memalik 'i basmayacaklar sonuçta...Onu anlarım ama bir Hüseyin Rahmi Gürpınar eserinde bu ibarenin yer almasını anlayamam...
Kafamı dağıtayım diye girdim başlığa, sinir sahibi oldum gene... :) Umarım kendi hüsn-ü kuruntumdur...
Tamamen katılıyorum fakat dikkat çekmek istediğim birkaç nokta var
-anladığım kadarıyla erken cumhuriyet tarihi ve öncesini kapsayacak bu seri. Yani telifsiz eserler, o halde orjinallerini piyasada bulmak çok zor değildir diye düşünüyorum
-bankalı yayınevleri (iş, yky) maddi kaygılardan belli ölçüde sıyrılmış, bastığı eserleri prestij kabul eden yayınevleri. Çevirisi, eserlerin seçiciliği, editöryası benim gözlediğim kadarıyla ortalamanın üstü. fiyatlar da görece düşük. Tabi ki kitapları orijinalleriyle karşılaştırmalı okumadan iyi kötü bir yargıya varmak zor olsa da, ben bu yayınevinin yazarını utandırmayacak işler çıkaracağını düşünüyorum
Toplamda kaç kitap olur.Acaba basımları aralıklarla mı toplu olarak mı çıkarılır.Birden çıkarsa yetişemeyiz.:))
Alıntı yapılan: yidar - 19 Nisan, 2018, 15:58:45
Toplamda kaç kitap olur.Acaba basımları aralıklarla mı toplu olarak mı çıkarılır.Birden çıkarsa yetişemeyiz.:))
Muhtemelen Hasan Ali Yücel ve Modern Klasikler Dizilerinde olduğu gibi gideceklerdir. Belli aralıklarla çıkar ve gittiği yere kadar gider.
Alıntı yapılan: dean - 20 Nisan, 2018, 00:46:01
Muhtemelen Hasan Ali Yücel ve Modern Klasikler Dizilerinde olduğu gibi gideceklerdir. Belli aralıklarla çıkar ve gittiği yere kadar gider.
Teşekkür ederim. Eserler güzel sanırım kütüphanede olması gereken eserler diye düşünüyorum
Seri iki yeni kitapla yola devam ediyor.
(https://farm1.staticflickr.com/953/41044666335_e71cf430c0_o.jpg)
Efsuncu Baba büyüyle, simyayla, tılsımla uğraşan; define aramak, madeni altına çevirmek, yıldıznamelerden âlemin sırrını çözmek gibi heveslere kapılmış bir zat-ı muhteremdir. Onun dünyasını batıl inançları şekillendirir, her adımını bu hurafelere göre atar. Eline yeni bir kitap geçer, İstanbul'un bütün defineleri şifreli halde bildirilmiştir bu kitapta. Defineye ulaşmak için tılsımı kaldırması gerekir, bu da Binbirdirek'teki anahtarı ve kendisine yardımcı olacak insan suretinde iki meleği bulmasına bağlıdır. Böylece Kirkor ve Agop'la tanışırız. Karın tokluğuna çalışan, ortaoyunundan fırlama bu iki komik tip Efsuncu Baba'nın karısı ve kızıyla yaşadığı konağa taşınır. Entrika giderek tüm aileyi sarar. Hüseyin Rahmi sofu görünümlü budala karakterlerinden birini daha insanlığın en büyük derdi olarak, gülmeceyle süslü serüvenli bir dille canlandırıyor.
(https://farm1.staticflickr.com/956/41044678285_dc0f8e5a97_o.jpg)
İnsan vicdanındaki sırları, kalbin en gizli köşelerine ulaşmadıkça bulmak imkânsızdır..." Arka fonunu Osmanlı sosyal yaşamının oluşturduğu İntibah, İstanbul'un Çamlıca ve mesire yerlerinde geçer. Kalburüstü bir ailede, iyi bir eğitim ve terbiyeyle yetişen Ali Bey'in hayatı Mehpeyker adlı hafifmeşrep bir kadına âşık olmasıyla değişir. Maddi manevi yıkıma sürüklenen bu genç adamın iç dünyasını Namık Kemal, eski edebiyatımızla yeni edebiyat arasında köprü kurarak tahlil ediyor. Edebiyatımızın ilk edebi romanı kabul edilen İntibah'ı, Namık Kemal'in bilinmeyen Önsöz'üyle birlikte sunuyoruz.
Namık Kemal (1840-1888) Gazeteciliğiyle toplumun fikirlerine yön veren, yazarlığıyla yeni edebiyatın kapılarını açan, mücadelesiyle Meşrutiyet'e ivme kazandıran fikir adamı, yazar ve en bilinen yönüyle vatan şairidir. Onda her şey hürriyet fikri ve vatan sevgisiyle başlar, neredeyse bütün uğraşları bu ikisi üstüne kurulmuş ve gelişmiştir. Erken yaşta annesini kaybedince çocukluk ve ilk gençliğini büyükbabasıyla ve onun görevi nedeniyle Sofya'dan Kars'a– yurdun çeşitli yerlerinde geçirir. İstanbul'a geldiğinde edebiyat çevrelerinde dikkat çeker ve dönemin ünlü şairleriyle tanışır, özellikle Şinasi'nin fikirlerinden etkilenir. Tasvir-i Efkâr'la başladığı gazetecilik hayatı Hürriyet, İbret, Diyojen gibi yayınlarda devam eder. Siyasetten hukuka, felsefeden edebiyata pek çok alanda yazdığı makaleleriyle fikir dünyasına; roman, şiir, tiyatro ve tarihi biyografi türlerindeki eserleriyle yeni edebiyata öncülük eder. İstanbul'dan defalarca uzaklaştırılıp sürgüne gönderilir. Yine de yazmaya; mektuplarıyla, gazete yazılarıyla, eserleriyle çağdaşlarına yol göstermeye ve halkına ulaşmaya devam eder. Yazarın seçme eserlerine Türk Edebiyatı Klasikler Dizimizde yer vermeyi sürdüreceğiz.
(Tanıtım Bülteninden)
Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç'ı aldım, okul kapandıktan sonra okumayı planlıyorum. Bu kitap bu seriye devam etme konusunda fikir verir diye düşünüyorum.
Alıntı yapılan: Ahmet Oktay - 07 Mayıs, 2018, 13:01:22
Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç'ı aldım, okul kapandıktan sonra okumayı planlıyorum. Bu kitap bu seriye devam etme konusunda fikir verir diye düşünüyorum.
Geçen cumartesi bende aldım.
Alıntı yapılan: dean - 07 Mayıs, 2018, 22:38:38
Geçen cumartesi bende aldım.
Alıp okuyanlar varsa .Yorumları bekliyorum. Seri güzelse ona göre başlanabilir mi diye merak ettim
(https://farm2.staticflickr.com/1790/42287010374_d6b3fa7d36.jpg)
Şair Evlenmesi oyunu, alafranga davranışları ve kıyafetiyle mahallelinin pek de hoşuna gitmeyen Müştak Bey adında yoksul fakat ileri görüşlü bir şairin sevip istediği genç ve güzel Kumru Hanım yerine onun huysuz ve yaşlı ablası Sakine Hanım'la evlenmeye mecbur edilmesini konu edinir. Bu küçük entrika etrafında çöpçüsünden bekçisine, imamından yenge hanımına bütün mahalle halkı bir araya gelir.
Şinasi, çağdaş bir edebiyatta tiyatro türünün gerekliliğini anlamış, Şair Evlenmesi'ni yazarak Türk tiyatrosunun da ilk yapıtını ortaya koymuştur.
(https://farm2.staticflickr.com/1770/28137140837_9a40b13124.jpg)
Namık Kemal için tiyatro, halka doğrudan ulaşabilmesi bakımından oldukça önemli bir türdür. Vatan yahut Silistre oyununda da vatan sevgisini türlü duygularla çarpıştırıp nihayet hepsinden üstün çıkararak halka vatan fikrini ve sevgisini aşılamak ister. Kırım Savaşı'nın yaşandığı yıllarda Zekiye ve İslam Bey arasında yeni başlayan aşk, İslam Bey'in cepheye gitmesiyle beklenmedik bir hal alır. Zekiye İslam Bey'in ardı sıra erkek kılığına girerek Silistre savunmasına katılır ve böylece savaş meydanında aşkın, vatan sevgisinin, millet fikrinin iç içe geçtiği olaylar yaşanır. Vatan yahut Silistre 1 Nisan 1873'te ilk kez sahnelendiğinde halk üzerinde gösterilere varan büyük bir coşku yaratmış, bu etkinin diğer bir sonucu olarak Namık Kemal'in gazetesi İbret kapatılmış, kendisi de Magosa'ya sürülmüştür. Yazarı hayattayken Rusçaya ve Almancaya çevrilen eser, daha sonra pek çok dilde yayımlanır.
(https://farm1.staticflickr.com/853/29912743388_bc14142bb7.jpg)
Küçük Şeyler sıradan insanın başına gelmesi muhtemel sıradan olayları, acıları, ümitleri, hayal kırıklıklarını, yani kimi hayat gerçeklerini ve bu gerçekler karşısında yaşanan duyguları ele alıyor. Ağaçların kesilmesine üzüntü duymamız, kuş sesleriyle neşelenip aşk uğruna acı çekmemiz, bir tebessümle umutlanıp kurduğumuz hayallerin yıkılıvermesi gibi olağan ama okuru derinden etkilemeyi başaran hikâyelerdir bunlar. Türk edebiyatına modern anlamda hikâyenin ilk örneklerini kazandıran Samipaşazade Sezai, Küçük Şeyler için yazdığı önsözde, neyin anlatıldığının değil, nasıl anlatıldığının önemli olduğunu vurgulayarak hikâyenin gücünün ayrıntıda gizli olduğunu ve güzel yazıldığı sürece basit konuların da önem kazanacağını söyler.
Samipaşazade Sezai (1859-1936) İstanbul'da doğan Sezai'nin çocukluk ve ilkgençlik yılları Maarif nazırlığı da yapmış olan babası Sami Paşa'nın Taşkasap'taki büyük konağında geçer. Bu konak dönemin meşhur fikir adamlarına, yazar ve şairlerine ev sahipliği yapan önemli bir buluşma noktasıdır. Sezai burada pek çok yazar ve şairle tanışır. Özel hocalardan Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri alır. Gençlik yıllarında oldukça etkilendiği Namık Kemal ve yakın dostu Abdülhak Hamit'in yenilikçi düşüncelerini benimseyen Sezai, 1880'de Londra Sefaretine ikinci kâtip olarak atanır. Burada Batı edebiyatını, özellikle Shakespeare'in eserlerini inceleme imkânı bulur. Londra'da geçirdiği bu zaman onun düşünce dünyasını ve edebi ufkunu genişletir. 1901'e kadar İstanbul'da Hariciye Nezareti'nde muavinlik görevini sürdürür. İstanbul'da geçirdiği 1886-1901 yıllarında Sergüzeşt'i, Küçük Şeyler'i ve Rumûzü'l-Edeb'i yayımlar.
İstanbul'un alafranga dünyasına yönelik ilk köklü saptamalar onun eserlerinde belirir.
Günümüz Türkçesiyle diye kestirip atmaları çok satış kaygısı amaçlı olmuş. Bence bu tür serilere hiç bulaşmayın. Bir sürü anlamsız kelime değişiklikleri yapılıyor. Sadece pazarlama taktiği.
Bir gün, üstelik bence çok da uzakta olmayan bir gün bu kitapların çift Türkçeli versiyonları basılacak. Yani sol sayfada ilk yazıldığı (basıldığı) halindeki dili, sağ sayfaya bunun günümüz Türkçesi halinde. O tür basımları bekleyin. Bunlar yani şimdiki halleri tamamen banka yayıncılığının tuzakları.
Not: Kaldı ki o dönem yazarlarının çoğu zaman içindeki yeni baskılarında kullandıkları dili kendileri değiştirip hafifletmiş ya da yenilemişlerdir. Bu yüzden onlar sağken kendilerinin dilde yaptıkları değişiklikleri de kitabın sonunda ek bilgi olarak vermeleri gerekiyor. Tabii sadece yazarın kendisinin yaptığı değişikliklerden bahsediyorum; sonradan zaman içinde isimsiz editörlerin ya da yayıncıların kafasına göre yaptığı değişiklikleri değil.
(https://farm2.staticflickr.com/1936/31320973018_e2ee06ac6e_o.jpg)
Felatun ve Rakım yakın muhitlerde, biri alafranga özentisi bir babanın elinde, diğeri babası ölünce zor koşullarda, anne ve dadısının fedakârlıklarıyla büyümüş yirmili yaşlarda iki arkadaştır. Felatun Bey şık giyinmenin, gezip tozmanın peşinde, Batı özentisi bir tiptir; Rakım Efendi ise çalışkan, kendini yetiştirmiş, Doğu ve Batı kültürlerini özümsemiş biridir. Ahmed Midhat Efendi birbirine bütünüyle zıt bu iki tipi çeşitli olaylar içinde, kimi zaman oldukça mizahi bir dille karşılaştırarak ideal bir tip yaratır. Yazarın yaşam öyküsüyle paralellikler de taşıyan roman, Batılılaşma eşiğindeki toplumun meselelerini bu yeni kültürü sindiremeyen alafranga züppe tipiyle ortaya koyar.
Bu kitabı hep Eflatun Bey olarak biliyordum.
Bu kitabın siparişini verdim. Üniversiteye hazırlanırken falan edebiyat sorularında, kitaplarda çok bahsi geçiyordu. Merak ettiğim bir kitap.
(https://farm2.staticflickr.com/1929/30308822337_f1db240c0d_o.jpg)
İlk görüşte âşık olan Talat ve Fitnat'ın trajik hikâyelerinin anlatıldığı Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat romanı, dönemin kadın erkek ilişkilerini, görmeden yapılan evliliklerin doğurduğu sorunları ele alır. Hemen her yaştan ve sınıftan kadının aile ve toplum içindeki konumlarına ilişkin meselelerini hikâye eden yazar, bununla da yetinmeyip Talat'ı kadın kılığında, tebdil-i kıyafet İstanbul sokaklarında dolaştırarak yaşadıklarını anlatır.
(https://farm2.staticflickr.com/1933/44734033645_46cd4ff5b8_o.jpg)
Halit Ziya, ustalık döneminin ilk romanı kabul edilen Mai ve Siyah'ta, dönemin basın dünyasını matbaacısından yayın yönetmenine, yazarından eleştirmenine özgün karakterlerle betimlerken, hikâyesini sızılı bir sevdayla bezemeyi de ihmal etmemiştir. Romanın trajik baş karakteri Ahmet Cemil'de, yazarın çeşitli memuriyetlerle yazarlık arasında gidip gelen ikili yaşantısı ve Edebiyat-ı Cedide topluluğunun bakış açısını bulmak mümkündür.
(https://farm5.staticflickr.com/4879/45767678921_92e4cbefe0_z.jpg)
Refet, Türk edebiyatında yer alan ilk kadın öğretmen başkarakterdir. Türkçenin ilk kadın romancısı Fatma Aliye'nin kaleminden çocukluktan genç kadınlığa, elindeki tek sermayesi aklı olan yoksul bir kızın öğretmen okulundan mezun olarak tek başına ayakları üzerinde durma hikâyesini okuruz. Refet farklı kadınlıkları, sınıflar arası kadın dayanışması ve kadınların gündelik yaşamlarını oldukça yalın bir biçimde anlatır.
(https://farm5.staticflickr.com/4860/45794400065_5a71fb00be_o.jpg)
Turfanda mı Yoksa Turfa mı? romanının kahramanı Mansur, tıp eğitimi aldığı Fransa'dan varlığını devlet hizmetine adamaya kararlı bir idealist olarak İstanbul'a gelir. Fakat daha adımını atar atmaz karşılaştığı olaylar, gördüğü manzaralar karşısında şaşkınlığa düşer. Mansur tenkitçi dikkatiyle Osmanlı cemiyet ve devlet hayatını en hurda köşelerine kadar teşhir ederken, Tanzimat'tan beri doğrulmak istedikçe sendeleyen ve nihayetinde yıkılan Osmanlı'nın düşüş nedenleri canlı tablolar halinde gözler önüne serilir. Mizancı Murat okura, zamanın yeni mahsulü Mansur gibilerinin, "İlerde çoğalacak benzerlerinin ilk önceleri, yani turfandaları mıdır yoksa kimsenin beğenmeyeceği cemiyet düşkünleri, yani turfaları mıdır?" sorusunu sordurur.
(https://farm8.staticflickr.com/7881/46012421705_bdf9f2ff1d_o.jpg)
Muallim Naci, nam-ı diğer Ömer, sekiz yaşına kadarki çocukluk hatıralarını pek sevimlice, neredeyse o yaşından anlatıyor. Babası, abisi, annesi, kedisi Fındık, Hoca Efendi, mahalledeki komşular... Bir çocuğun çevresindeki herkes var bu anlatıda. Sokakta karşılaştığı köpeğin saldırması üzerine yaşadığı korku, eve alınan oğlakla bahçede geçirdiği keyifli vakitler, oynarken düşüp yaralanması, babasıyla ders çalıştığı saatler, mektepte falakaya yatıran Hoca Efendi'den ve karanlıktan korkusu, bilmediği bir yerde kaybolduğunda duyduğu çaresizlik... Muallim Naci, hepimizin çocukluğundan tanıdığı bu duyguları öyle canlı anlatıyor ki tek başımıza gidemeyeceğimiz bir mazinin içine bizi bırakıveriyor; üstelik eski İstanbul da semtleri ve yaşayışıyla yanımızda olarak.
(https://farm8.staticflickr.com/7834/47029923272_f813ce5575_o.jpg)
Ahmet Mithat'ın "Maksadımız yeniçeriliğin mevcut olduğu zamanlardaki eğlencelerin bazılarını anlatmak" diye bahsettiği Dolaptan Temaşa'da pek de bilmediğimiz yaşayışıyla bir dönemin kapıları aralanıyor. İstanbul'un mahalle kahveleri, "helva sohbetleri", giyim kuşam ve âdetleri, hatta eşyasıyla... Kısa, ancak oldukça zengin içeriğiyle roman Behram Ağa, Dilber Leyla, Yeniçeri Zorlu Mustafa ve Paşalı Ahmet Ağa karakterleri arasında gelişen komedi ve gerilim unsuruyla bezeli, cinayetlere varan olayları konu alıyor.
(https://farm8.staticflickr.com/7912/40454505763_61d20a0385_o.jpg)
Muhsine geçimini sağlamak üzere şehrin epey dışındaki bir köşke hizmetçi olarak gider. Bu "netameli" köşkün sakinleri arasında çalışanları ve delirdiği söylenen zengin hanımının yanı sıra türlü çeşit periler, yaratıklar, bir de gulyabani vardır. Muhsine, sonunda öldürülmek, delirmek, iyi saatte olsunlara karışmak ihtimalleri olmasına rağmen merakını susturamaz ve kapalı kapıların ardına geçer. Hüseyin Rahmi cin, peri, cadı gibi doğaüstü varlıkları konu edinerek masalın romana, romanın masala dönüştüğü bir teknikle halkın batıl inançlarını ele alır. Ve bizi bütün bu tuhaf yaratıkların, garip mahlûkatın ötesinde yaptıklarıyla daha şaşılası, daha acayip bir varlıkla tanıştırır: İnsanla. Baştan sona heyecanla okunan Gulyabani, o devir İstanbul halkını bütün özellikleriyle yansıttığı gibi bilmeceleri, tekerlemeleri, mahalli kelimeleriyle de Türkçenin en güzel örneklerini barındırır.
(https://live.staticflickr.com/65535/46854203345_3c49c5a89b_o.jpg)
Safveti Ziya'nın ilk romanı olan Salon Köşelerinde 1898'de Servet-i Fünun dergisinde tefrika edilmiş, sansürün hışmına uğramıştır. Yazar, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra sansürün çıkardığı bölümleri ekleyerek, romanını asıl biçimiyle 1912'de kitap olarak yayımlamıştır. Otobiyografik özellikler de taşıyan Salon Köşelerinde yüzyıl başında gündelik yaşamdaki Batılılaşmayı yansıtması açısından önemli bir eserdir. Tahir Alangu'nun nitelemesiyle "Türkiye'de yabancı aileler çevresindeki bir Türk'ün yaşayışını tasvir etmesi bakımından bütün o dönem romancılarının eksik bıraktıkları bir tarafı başarıyla tamamlamaktadır."
(https://live.staticflickr.com/65535/48065169572_89d0753ff0.jpg)
Osmanlı'da çocuk olmak ne demekti? Çocuklar nasıl yetiştirilir, nasıl okula başlar ve nasıl bir eğitim alırlardı? Ahmet Rasim Falaka'da kendisinin çocukluktan ilk gençliğine uzanan hatıraları eşliğinde bu soruların cevaplarını verir. Fatih'teki Sofular Mektebi'nde başladığı ve Darüşşafaka'da tamamladığı eğitimini anlatırken bir yandan da 19. yüzyıl İstanbul'unun gündelik hayatını ve çocukluğunu tasvir eder. Reşat Ekrem Koçu'nun ifadesiyle, Ahmet Rasim'in yazılarında İstanbul, manzaraları ve insanlarıyla sesli ve renkli bir film halinde akar. Falaka da bu filmin en renkli sahnelerini barındırıyor.
(https://live.staticflickr.com/65535/48065116893_3b82814059.jpg)
Türk edebiyatının ilk felsefi ve gerçeküstü romanı kabul edilen A'mâk-ı Hayal, Filibeli Ahmet Hilmi'nin felsefi ve tasavvufi görüşlerini içermektedir. Romanın kahramanı Raci, içindeki şüphe ejderhasını susturmak ve mutlak hakikate ulaşmak için mezarlıkta karşılaştığı Aynalı Baba'nın yardımıyla manevi seyahatlere çıkar. Raci bu seyahatlerinde hedefine ulaşmak için Buda'yla Hiçlik Zirvesi'ne, Yunan tanrılarının bulunduğu Olimpos Dağı'na, Hürmüz ile Ehrimen'in savaş meydanına, Simurg'un sırtında Merih gezegenine, Kaf Dağı'na ve daha birçok yere gider. Raci hakikatin peşinde nice âlemde, boyut ve mekânda dolaşırken biz okurlara Ahmet Hilmi'nin Doğu ve Batı felsefesi, tasavvuf, mitoloji, dinler tarihi üzerine kurduğu bu gerçeküstü romanı izlemek düşüyor -şaşkınlıkla, merakla ve zevkle...
Alıntı yapılan: ferzan - 18 Nisan, 2018, 17:05:59
...Bir dönemin düşüncesini, kafa yapısını, ruhunu anlamak için sadece tema değil, dönemin hakim dili, bakış açısı, kelime kullanımı ve hatta noktalama işareti ezberleri bile çok önemli diye düşünüyorum...
Tüm bu saydıklarınızı geçtim, yayıncılık açısından çok daha ilginç bir örnek vereyim size. Necati Cumalı'nın Tütün Zamanı Üçlemesi adı altında toplanan serinin ikinci kitabının adı Yağmurlar ve Topraklar'dır. Kitaplığımı karıştırırken yıllar sonra tekrar okuduğumda da aynı keyfi aldığım bu eserin yine yıllar sonra isminin değiştirilerek Yağmurlarla Topraklar adıyla yayınlanması beni çok şaşırtmıştı.
Hani Tolstoy'un Harp ve Sulh'unu Savaş ve Barış; Remarque'ın Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok'unu Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok veya Şolohov'un Ve Durgun Akardı Don'unu Don Nehri Sakin Akar ya da kısaca Durgun Don olarak yayınlanmasını anlarım, sonuçta çeviri kitaplar ama Necati Cumalı öyle mi... Yazarın koyduğu roman adını beğenmeyip değiştirmek de neyin nesi anlayan beri gelsin. :)(https://live.staticflickr.com/65535/48066798196_2686bf1f23_b.jpg)
(https://live.staticflickr.com/65535/48864390732_648b785522_o.jpg)
Ahmet Mithat Efendi Şeytankaya Tılsımı'nda gizemli bir aşk hikâyesini anlatırken batıl inançları da sebep olduğu sonuçlardan hareketle ele alır. Olayın Güney İtalya'da geçmiş olması medeniyetin çağdaş merkezi olarak değerlendirilen Avrupa'ya yönelik mesnetsiz hayranlığa örtük bir eleştiriyi de arka plana yerleştirir. Bununla birlikte eserin başında bir notla ŞeytankayaTılsımı'nı Fransızca bir hikâyeden yararlanmak suretiyle kaleme aldığını belirten Ahmet Mithat Efendi'nin yabancı bir tür olan romanın gelişmesi ve yerleşmesi için çeviriye verdiği önem şaşırtıcı değildir. Ancak Tanzimat döneminde uyarlanan veya yeniden yazılan kimi eserlerin ve yazarlarının ismen anılmaması pek yadırganmaz. Ahmet Mithat Efendi de Şeytankaya Tılsımı'nı yazarken yararlandığı eserin ve yazarının adını belirtmek gereğini duymamıştır.
(https://live.staticflickr.com/65535/48863667493_5728942666_o.jpg)
Ahmet Mithat Efendi Çingene adlı romanında genç bir beyzadenin güzel bir Çingene kızına aşkını anlatırken konuyu Tanzimat döneminin temel düşünsel eksenlerinden medeniyet ve medenileşme kavramları çerçevesinde ele alır. Eser Çingene sevgili dışında, Hintli bir öğretmen ve Ermeni bir ressamın da dahil olduğu, etnik açıdan heterojen bir çevre içinde kurgulanır. Genç ve zengin Istanbul beyefendisi ile güzel ve yoksul Çingene kızının toplumsal konumlarındaki zıtlık eğitimle, medenileşmek suretiyle aşılabilir mi tartışmaları sürerken o dönemde Çingeneler hakkındaki kimi yanlış önyargılar da yazar tarafından sorgulanır.
(https://live.staticflickr.com/65535/48863667473_100188a3f6_o.jpg)
"Sergüzeşt'i genç, gayretli ve maharetli bir mimarın tecrübe sahibi olmadan önce inşa ettiği bir binaya benzetiniz. Aldanmayacağınızı ümit ederiz." Mizancı Murat Küçük Şeyler'le edebiyatımıza yeni bir soluk getiren Samipaşazade Sezai'nin ilk ve tek romanı olan Sergüzeşt, gerek kurgusu gerekse anlatımıyla edebiyat tarihimizde bir dönüşümün habercisi kabul edilir. Henüz çocuk yaşta Kafkasya'dan getirilip İstanbul'da satılan Dilber'in macerasını XIX. yüzyıl sonu Osmanlı'sında hâlâ sürmekte olan insan ticaretinin birey ve toplum hayatında yol açtığı yıkım üzerinden ustaca anlatan yazar, devrinin sosyo-kültürel yapısına da ışık tutar. Günümüz okuruna yüz elli yıl öncesinden etkileyici sahneler sunan Sergüzeşt'in, yıllar geçtikçe daha çok okunup beğenileceğini umuyoruz.
Ahmet Rasim'in kitabı, yıllar önce okuduğum adıyla yer etmiş zihnimde: Falaka ve Gecelerim... Kendisinden on yıl önce kaleme alınmış Ömer Seyfettin'in Falaka'sıyla da karışmamış oluyordu diye aklıma geldi şu an ama okur olarak ne desem boş, yayıncıların da vardır bir bildiği. :)