Hayal Kahvem'in izledikleri

Başlatan Hayal Kahvem, 21 Aralık, 2010, 19:39:23

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Hayal Kahvem


- Seni seviyorum Mehmet.
- Ben de seni Nermin. Hem de aşkların en büyüğü ile seviyorum seni.
- Hiç ayrılmak sitemiyorum senden.
- Artık evlenelim Nermin.
- Evlenelim Mehmet. Bizim de bir yuvamız olsun. Çocuklarımızı büyütelim orada.
- Hemen bir ev arayalım. Kazancıma uygun bir ev bulunca yıldırım nikahıyla evleniriz.

Bu muhabbetler, bu gün seyrettiğim,  Metin Erksan'ın 1962 yılında çektiği  Acı Hayat adlı filmin daha girizgahında Türkan Şoray (nermin) ile Ayhan Işık (mehmet) arasında geçiyordu. Acı Hayat alışkın olduğum Türk filmlerinden değildi. Çünkü filmin iki kahramanı film başlarken  çoktan birbirlerine aşık olmuşlar ve evlenmeye karar vermişlerdi. Kız manikürcü, erkek ise tersane kaynakçısıydı. Hayret edilecek şey! Erkek zengin, kız fakir değildi. Sosyal, ekonomik durumları denkti. Birbirlerini delicesine seviyorlardı. Eee.. Onlar ermiş muradına biz  çıkalım kerevetlerine diyeceğim ama... Durum göründüğü gibi değil. Bu kez kuaför salonundayız. Kızımız Nermin manikür yaparken, iki sosyetik kadının muhabbetine kulak veriyoruz...




- Hanfendi ne zaman gidiyorsunuz Fransa'ya?
- Vallahi kat'i günü tespit edemedik. Ama en geç bir ay sonra Paris'te olmam gerekiyor.
- Kimbilir gene neler getirirsiniz ordan?
- Bu sene fazla bi şi almaya niyetim yok. Yalnız bi kürk alıciyim. Hepsi o kadar.
- Çok iyi edersiniz. Ben geçen sene burda bir vizon yaptırdım. Hiçbişeye benzemedi. Üstelik atmış bin liram gitti.
- Ne diyosunuz? İşte ben bunun için bulûzümü bile Paris'te diktiririm.
- Bu sene mücevher takmak çok modaymış.
- Geçen gece Monte Karlo radyosunun moda yorumcusunu dinledim. Adam devamlı olarak mücevherden bahsetti. Bilhassa tek parça elmas taşlar gözdeymiş.


Bu muhabbetlere manikürcü kız Nermin'in içi gidiyor. Çünkü aklı fikri evlenmekte.. Ama... Amacı evlenmek gibi görünse bile, içten içe aklından geçen, memlekette yeni  inşaatları yapılmakta olan apartman dairelerinden birini ev edinmekte..  Günümüzdeki kadar gökdelen ya da kule değil bu binalar.  Memleketimin ilk çok katlı apartmanları... Dört bir yanında  fakir fukara mahalleleri... Kim oturuyor bu koca apartmanlarda? Kuaför salonunda Nermin'e el ve ayak tırnaklarını düzelttiren,  bu lakırdıları aralarında eden, sonradan görme zengin kadınlar ve aileleri. Nermin ve Mehmet'in maaşlarını birleştirsek bu apartmanların bir dairesini bile kiralayamazlar. Mümkün değil. Onlar güneş kesen bu binaların gölgelerindeki metruk evlerde oturabilirler ancak.




İstanbul'un başrolde olduğu filmlerin hastasıyım. Filmi seyrettim diye Acı Hayat'ta  olan biteni anlatmak niyetinde değilim. Sadece şunu söylemek istiyorum.  Bu filmde çok değerli oyuncular rollerinin gereğini sahiden  hakkıyla yerine getiriyorlar.  Ama asıl mühimi kamera sürekli İstanbul sokaklarında dolanıyor. Meraklısı için kent sosyolojisi, kent felsefesi, kent estetiği ve kent kültürü kavramları açısından ibret verici bir film Acı Hayat. Günümüz İstanbul'unun bu  duruma nasıl  geldiğini, çarpık kentleşmenin ilk tohumlarının 1960'larda nasıl atıldığını, sınıflar arası ayırımın nasıl uçuruma dönüştüğünü, kentin değişen sosyal yapısını ve psikolojik etkilerini gözlemlemek için belgesel niyetiyle bu film izlenmeli diye düşünmekteyim. Dost acı söyler derler. Metin Erksan Acı Hayat filmiyle Nermin ve Mehmet'in hikayesinden çok İstanbul'u anlatmış. İstanbul'un  son elli yıllık kentleşme süreci ve sonuçları  açısından bakılırsa,  adı üstünde... Acı Hayat, sahiden.




Gambit

cok guzel mesaj, siz yazdiysaniz ayrica tebrik ediyorum

paylasimlariniz eksik olmasin

Hayal Kahvem


Binlece kasırga aşkına Gambit, şaka mı yapıyorsunuz siz?   ::)

Elbette ben yazdım.  ;)

Karamba karambita, bu sözlerinizi iltifat diye kabul edeyim,
ve teşekkür edeyim. Sağolun.  :D

pukay

bu filmin üstüne birde lock,stock and two smoking barrels izlenirse tam olur

Hayal Kahvem

 

Yıllardır kendimle mücadele veriyorum. Önyargılarıma  yine, yeni, yeniden, hep ama hep yeniliyorum. Ne fena!.. Bak şimdi...  Az önce Engelsiz Sanat Derneği'nin amaçlarını okudum. Bu arada farklı engelli derneklerinin kuruluş misyonlarına göz gezdirdim. Memleketimizde resmi rakamlara göre 8.5 milyon engelli insan varmış. Bu kadar çok engelli olduğunu inan bilmiyordum. Çünkü dışarıda, toplum içinde fazla göremiyorum. Niye? Sanırım öncelikle engelli çocuğa sahip  pek çok aile ya utanıyorlar ya da çevrelerindekilerin acıma duygusuyla evlatlarına yanlış davranmalarından endişe duyuyorlar.  Ayrıca dış dünya engellilere uygun değil ki. Çünkü biz engellileri göz ardı ediyoruz. Engellilere gerekli fırsat ve ortam eşitliği sağlamıyoruz. Onların ve ailelerinin yaşadıkları fiziksel, manevi, maddi, kültürel sorunların neler olduğunu bilmek, görmek, öğrenmek istemiyoruz. Ve ayrıca engellilerle karşı karşıya kaldığımızda nasıl davranacağımızı bilmiyoruz. İlk kez görme engelli biriyle tanışmış ve arkadaşlık etmeye başlamıştım. Muhabbetin bir yerinde kör kelimesini kullandığım için, acaba rahatsız oldu mu diye endişelenmiştim. Vaziyetimi görmeden hissetmişti biliyor musun? Bana gülmüştü. "Bizim derneğin adı zaten altınokta körler derneği... Kelimelere takılma. Rahat ol." demişti. Hem şaşırmış, hem bu olgun tavrına sevinmiştim. Günümüzde kurumlar engellilerle ilgili iyileştirmeler yapsa da asla yeterli değil. Çevreme bakıyorum. Engelliler için yapılmış pek bir şey göremiyorum. Bazı kaldırımlarda ya da merdivenlerde rampa, bir iki yerde denk geldiğim görmeyenler için düzenlenmiş sesli trafik ışıkları o kadar. İnan düşünüyorum. Aklıma başka hiç bir şey gelmiyor.




Sanatın her dalının, kitlelere ulaşmada büyük pratikliği var. Misal Engelsiz Sanat Derneği ne yapmış? Ailesi tarafından yorgan altında saklanmayan, gizlenmeyen, doğduğu evde bir günah gibi algılanmayan, onların gerçek bir birey gibi davranmalarını önemsedikleri için sosyal ve profesyonel yaşamda başarılı olan gençlerle iletişime geçmiş ve birlikte bir proje üretmişler. Bu engelli gençlerin kendileri hatta engelli organları fotoğraf öznesi olmuş. Her fotoğrafın yanına o gencin başarı hikayesi yazılmış. Böylece çocuklarını evden dışarıya çıkarmayan, gizlemeye çalışan, yorgan altında saklayan ailelere ilham olabilecekleri hayal edilmiş. Ayrıca engelli olmayanlar da engelli insanlarla karşılaştıklarında ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını öğrenecekler. Şahane bir proje bu! Umarım bu fotoğrafları memleketin tüm şehirlerinde sergilenir. Çok mühim bir iş yaptıklarına gönülden inanıyorum.



Neden biliyor musun? İtiraf etmeliyim ki ben, Başka Dilde Aşk adlı filme, sırf duyma engelli genç bir erkek ile çağrı merkezinde çalışan bir genç kızın hikayesi olduğunu öğrendiğim için gitmemiştim. Neden? Çünkü çocuk sağırdı. Filmde kimbilir nasıl duygu sömürüsü yapılacaktı? Bir kurgu film yüzünden, durduk yerde  içim acıyacaktı. Söyler misin, önyargının daniskası değil de bu  nedir? Sonra nasıl olduysa denk geldi ve ben Başka Dilde Aşk'ı seyrettim. İnan bana gene önyargılı davrandığım için kendimden utandım. Çünkü film çok şeker romantik bir aşk filmiydi. Asla engelli birini acındırma ya da komik vaziyetlere düşürme tadı geçirmiyordu. Filmin doğal akışında sağır birinin ne gibi farklılıklar yaşadığını seyirciye samimiyetle aktarıyordu. Ailelerin ve çevrelerindeki insanların engellilere tavrını gene abartmadan, tadında ama etkileyici bir dille anlatıyordu. Başka Dilde Aşk, benim kendi önyargılarımla mücadelemde ve engellileri farkedip sorunlarını hissetmemde milat olmuştur dersem inan abartmış olmam. O nedenle sanatın her dalının insanlar üzerinde onarıcı ve çözüm geliştirici etkisi olduğuna inanıyorum. Yorgan altındaki engellilerin ve ailelerinin ve tabii ki benim gibi herkesin,  hem "Yorgan Altında Kimse Kalmasın" sergisini gezmelerini hem de "Başka Dilde Aşk" adlı filmi seyretmelerini çok arzu ediyorum. Engelsiz Sanat Derneği şöyle diyor... "Unutmayın; insan bir gözü görmeyince, bir eli tutmayınca engelli olmaz, insan üzerine yorgan örtülünce, kapılar üstüne kapanınca engelli olur. " Şöyle bir an düşünsek... Ne kadar doğru.







Hayal Kahvem

selam pukay, şimdi   niyetine girdim... "lock,stock and two smoking barrels" i bulursam izleyeceğim:)

Hayal Kahvem



Vallahi bilmiyordum. Şimdi sanal ansiklopediden öğrendim. Adalet Ağaoğlu'nun Fikrimin İnce Gülü adlı romanından Tunç Okan tarafından sinemaya uyarlanan, başrolünü İlyas Salman'ın oynadığı Sarı Mercedes adlı film 29. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde "En iyi yönetmen"," En iyi kurgu", "En iyi ikinci film" ödüllerini kazanmış. Vay canına sayın seyirciler! Nereden aklıma geldi şimdi bu film durup dururken?  Ne bileyim? Hafıza tuhaf bir kutu diyorum ya... Bugün lafımın arasında "fikrimin ince gülü" dedim. Sonra bunun ne anlama geldiğini düşündüm. Çok iyi hatırlıyorum. Bir yolculuk filmiydi. Almanya'da göçmen işçi olarak çalışan Bayram, kazandığı paraları harcamamış, sinekten yağ çıkarırcasına biriktirmişti. En ufak ihtiyaçlarını bile ertelemişti. Çünkü çocukluğunda köye gelen bir siyasetçinin arabasından ve adama gösterilen hürmetten etkilenmişti. Böyle bir arabası olursa farklı muamele görebileceğini fikir edinmişti. İşte seneler sonra köyüne giderken, çocukluğundan beri hayalini kurduğu Mercedes otomobili satınalıverir. Aklımda kaldığı kadarıyla filmin başrolü sanki  İlyas Salman'ın  değil, resmen Mercedes otomobilindi. Çünkü Bayram, yol boyunca  şarkı misali "Fikrimin ince gülü... Has bahçemin bülbülü... O gün ki gördüm seni...  Yaktın beni ahh beni..." diye adeta sevdalandığı, Balkız adını verdiği arabasıyla sürekli dertleşmekteydi. Tutkuyla bağlıydı Mercedes'ine Bayram... Bir yeri çizilecek diye ödü kopuyordu.




Filmi seyrederken için için üzülüyordum Bayram için...  Trajikomik olaylar neticesinde arabasının Mercedes amblemi çalınıyor, çiziliyor, kapısı göçüyor, lambası kırılıyordu. Balkız'ın  tipi dağılıyor, boyası dökülüyordu. "Yazık" diyordum kendi kendime. Acıyordum Bayram'a... Göçmen işçi vaziyette Alamanya'da zor zar para biriktirerek Mercedes almıştı. Köyündeki amcasını ölmeden görmek, sözlüsü Kezban'la evlenmek istiyordu. Havalı girecekti ya köyüne bayram... Mercedes'i her hasar aldığında içim acıyordu.  Sigortacılığım ilk yıllarıydı. Neredeyse atlıyıverecektim beyaz perdeye... Bayram'ın otomobilini köyüne girmeden çalıştığım servislerden birinde hayrına onartacaktım. İyi ama Mercedes'in kaportası çöktükçe, boyaları döküldükçe, Bayram'ın da boyaları dökülüyor, gerçek yüzü ortaya çıkıyordu. Hiç saf  biri değilmiş meğerse Bayram... Almanya'ya gidebilmek için bir arkadaşının sağlam raporunu çürük olarak değiştirmiş ve arkadaşının hakkını kullanarak işçi olmuş misal... Sonra sevdiceğini arkasına bakmadan bırakıp gidebilmiş... Otomobilin boyaları döküldükçe Bayram'ın iç yüzü  ortaya çıkmıştı çıkmasına ama ben gene Bayram'a acımaya devam etmiştim. Çünkü kaportası göçmüş bir otomobille köye vardığında hayalleri de çökecekti. Hayat hiç Bayram'ın  fikirleri mecrasında akmamıştı. Bilakis kendi çıkarları için başkalarını nasıl harcadığını farkedecekti. Köyün girişindeki bir çobandan öğrenecekti ki hayalleri için harcadığı herkes kendisinden nefret etmekteydi. Zaten tarihi kazı  yapıldığı için köy boşaltılmıştı. Köyde kimseler yoktu. Senelerce hayalini gerçekleştirmek için hayatını ertelemişti. Koskocaman bir yalnızlık ve vicdan azabı kaplayacaktı Bayram'ı... Üç yol ağzında öyleece  kalakalacaktı... Artık hiçbir yolun ucunda, kimse Bayram`ı beklememekteydi. Ne fena! Heey! Nerden geldim şimdi ben buralara? Fikrimin ince gülü diyordum. Of, ben gene neler neler anlattım? Hoppala:)





ferzan

    Bir aralar neredeyse her Allah'ın günü izlediğim,barındırdığı müthiş detayları ve incelikleri her seferinde yeniden keşfetmekten zevk aldığım bir film...Bir takım aksiliklerden ötürü aralıklarla 5 yılda tamamlandığını okumuştum biryerlerde...Dolayısıyla filmdeki bir-iki flashback aşırı gerçekçi duruyor,çünkü Ankara'daki tamirci çırağı İlyas Salman ile Almancı İlyas Salman arasında hakikaten 5 yıl var...
    Tunç Okan'ı bu film dolayısıyla bir parça araştırma gereği duymuştum...Birçok filmde yardımcı oyuncu olarak yer almış,aslen diş hekimiymiş ve halen İsveç'te yaşamını sürdürüyor...Yönetmenliğini yaptığı üç filmden sonuncusu Sarı Mersedes (Mercedes Mon Amour)...Galiba Türk-Alman-İsveç ortak yapımı,Fransa bile olabilir işin içinde...Mesela Kezban karakteri de dahil pek çok yan karakter Türk değil...
    Tunç Okan,anladığım kadarıyla üç filminde de dışarıya açılan yurdum insanını işlemiş...İlk filmi olan ''Otobüs''te,çalışmak için Anadolu'dan yola çıkan 8-9 tane saf köylünün,onları yurtdışına çıkaran ve sözde işlemlerini hallettiğini söyleyen şoför tarafından dolandırılarak Stockholm'de bir başlarına kalmaları ve yakalanmamak için günlerce bir otobüsün içinde aç-susuz beklemeleri,bu esnada da yaşadıkları kültür şoku ve karşılaştıkları acı sürprizler anlatılıyor...Bu filmde en çok eleştirilen,İsveçlilerin aşırı dejenere gösterilmesi,Türklerin de fazlasıyla yabani bir portre çizmesi...Bu film de birkaç ülkenin ortak yapımı ve başrolünde Tunç Okan ile Tunçel Kurtiz yer alıyor...Ara geçişlerdeki gerilimli ve Türk sinemasının o dönem henüz tanışmadığı müzikleri ile Zülfü Livaneli'li melodileriyle,sevmemek elde değil...Ama resmen psikolojik bir film olmuş diyebilirim...
    Yalnız,Sarı Mersedes başkaydı tabi...
Bağnaz okur, memnuniyetsiz beşer, işkilli büzük, sıfır tolerans iksmen, taş kalpli ahkam efendi...

https://ucuztefrika.blogspot.com

Hayal Kahvem



]Öteki Sinema Blog'un, En İyi 10 Noel Korku Filmi diye başlığını görünce, editörün korkunç değil  şirin mi şirin yazısını  tüm merakımla okumaya başladım. Diyordu ki...

"Noel/Christmas filmlerini bilirsiniz. Küskünler barışır, Anneler, babalar çocuklarının, Çocuklar büyüklerin kıymetini anlar, herkesi bir huzur, bir müşfiklik sarar, düşmanlar bile dost olur. Noel'in bu barıştırıcı ve yatıştırıcı duygusu benim de hoşuma gider esasen ama her Noel filmi de böyle keyifli ve huzurlu değil tabii... Allahtan değil!

Fantastik sinemanın Noele el atmaması elbette düşünülemezdi ve öyle de oldu. Silent Night, Deadly Night gibi kimi örnekler zamanında Hristiyan aleminin ve hindi pişirmekten delice zevk alan ailelerin tepkisini çekip yasaklansa bile zaman içinde "geyik" tabir edilebilecek bir alt tür bile oluşturdu denebilir, yeni yıl sapıklarının terörünü anlatan bu tür filmler.

İşte Öteki Sinema yazarlarının seçtiği ya da editörleri olan bendenizin seçip onlara Çinli işçilere davranılan bir merhametle yaklaşarak yazdırdığı 10 filmlik "Öteki Noel Filmleri"


Yılbaşını yapayalnız geçirecek kadar umutsuzsanız iyi bir alternatif olacaktır bu liste... Sizi kimse düşünmüyorsa bile biz düşünüyoruz. Hadi, sevinin! Mutlu Noeller! Ho, Hoo, Hooo!"

Ben bu yazıyı okudum ya...  Önce aynaya baktım.. Sonra aynı Öteki Sinema'nın editörü gibi  "Ho, Hooo, Hooo!" demeye başladım. Niye mi? Bugün bu yazıyı okurken, saçımda ve yüzümde bakım maskesi vardı. Eskaza biri beni görse sahiden  korkardı. Aynadaki kendi suretimden kendim korkmuştum çünkü... Evde yalnızdım. Günler kısaydı. Beş dedin mi hava çoktan kararmıştı... Tam Noel haftasıydı. Heyy! En Korkunç Noel Filmleri'ni seyretmenin tam vaktiydi yani.. Hemen havaya girdim. İlk filmimi indirdim. Işıkları söndürdüm. Nanananooommm! İlk Noel Korku Filmim...  Black Christmas![/size]



Ne yalan söyleyeyim, 1974 yapımı eski bir filmi seyretmek nostalji duygusu yaratıyor. Hele o kablolu telefon her çaldığında, insanın içinden "nerede o eski telefon sesleri" diyesi geliyor. Bu film aslında bu tarz filmler arasında başyapıt kabul ediliyormuş. Daha sonra çevrilen bu tarz filmlere ilham kaynağı olmuş. Öteki Sinema'daki yazısında Mert Ulus "Yetmişlerin mütevazı çekim teknikleriyle oldukça başarılı bir atmosfer yaratılan filmde, daha sonraları klişe olacak telefonla korkutmalar, seri cinayetler, vahşice öldürülen genç kızlar ve sırada kim var sorusu ile döneminin en başarılı örneğidir." diyordu.



Oh! Nasıl özlemişim korku filmi seyretmeyi anlatamam! Üniversiteli kızların bir arada kaldığı evde olanlar oluyordu. Filmin sonuna doğru heyecan iyice tavan yapıyordu. Film bittiğinde yerimden kalktım. Işıkları açmadım.  Mutfağa geçtim. Çekmeceden en büyük boy bıçağı çıkardım. Bıçağı iki elimle kavrayıp havaya kaldırdım... Yüzümde ve saçlarımda halen bakım maskesi vardı. Aynanın karşısına geçtim. Kendi halime baktım... Tam o anda telefon çaldı.  Telefonu korka korka açtım....  Niye bilmiyorum... "Alooo!" diyeceğime... "İmmmdaaat!" diye bağırdım.



Hayal Kahvem


Daniel Day-Lewis'in, İtalya'da ünlü bir film yönetmenini canlanırdırdığı film Nine (Dokuz) adlı filmin ne kadar seyredildiğini bilmiyorum. Film bir müzikaldi. Filmlerde müzik benim için önemlidir ama müzikal filmlerden pek haz ettiğimi söyleyemem. Nine tesadüfen seyrettiğim bir filmdi. Fakat çok etkilendiğim filmlerden biriydi. Konusu kısaca şöyleydi. Dünyaca meşhur sinema yönetmeni Guido Contini, son filmini bitirmeyi bir türlü becerememektedir. Dertlenerek, senaryoyu ilham perisine anlatır. Yönetmenin anlattığı senaryoda bir adam vardır. Bu adam kendisini hayatının merkezine koymuş, herşeyi kendi istediği gibi yaşamak istemektedir. Yaşamına girmiş tüm kadınlar onun hizmetindedir. Hepsi adama aşkla bağlıdır. Aslında yönetmen senaryoyu değil kendi hayatını anlatmaktadır. Bir erkeğin başarısının, yaratıcı ruhunun ardında neler saklıdır? Filmden anlıyoruz ki, yönetmeni o günlere getiren kadınlardır. Annesi, karısı, sevgilisi, arkadaşı, ilham perisi, kadın hayranları.. Yönetmen ancak bütün bu  kadınlar hayatında varsa başarılı olabilmektedir. Kadınlar adamdan ellerini çektikleri anda adam sanatını gerçekleştirememektedir. İlham perisi adı üzerinde ilham verendir. Adam durumunu ilham perisine anlatınca, ne olur biliyor musun? İlham perisi, adama şaşırtıcı bir tepki verir. Keşke senin yerinde ben olsaydım der. Şaşırır adam... Daniel Day- Lewis'in olağan üstü oyunculuğunun etkisiyle, bu film çarpmıştı beni. Düşününce, filmdeki tespitin ne kadar doğru olduğunun farkına varmamak mümkün değil. Erkeklerin yaratıcılıkları çocukluklarından beri kadınlar tarafından hep desteklenir. Erkeğin sanatını icra edebilmesi için, anneleri, eşleri, sevgilileri, kadın hayranları tarafından  her yaptığı hoş görülür, şımartılır. Peki bu sanatçı kadın olsaydı ilham verenlerin durumu ne olurdu? Bu kadar erkek hizmetinde olur muydu? Hatta kadınlar tarafından desteklenir, hoş görülür müydü? O zaman başka bir filme konu olmuş bir kadın sanatçının hayatına göz gezdirelim...



1989'da en iyi kadın oyuncu ve en iyi yabancı dilde film dallarında iki Oscar Ödüllü bu filmi seyredene kadar, "Ben hayatı seviyorum, aşkı, umudu. Ödülsüz olsalar da..." diyen heykeltraş Camille Claudel'i ne yalan söyleyeyim hiç duymamıştım. Camille 1864 yılında Fransa'da doğmuş. Küçük yaştan itibaren toprak ve taşa şekil vermeyi sevmiş. Ancak ailesinin görüşleri ve yaşadığı dönem itibariyle kadının sanat eğitimi almasının yasak olması sebebiyle, sanatını yapmak için olağan üstü zorluklarla karşılaşmış. Hayatı büyük heykeltraş Rodin'le kesişmiş. Rodin'in modeli, en gözde öğrencisi ve sevgilisi olmuş. Büyük ve  tutkulu bir aşk yaşamışlar. Rodin'den hamile kalmış, bir kaza sonucu bebeğini kaybedince fena halde yıkılmış. Rodin'le birlikte yaşamaya başlaması ailesinin onu reddetmesine neden olmuş. Rodin'in terk etmesinden sonra ruh sağlığı iyice bozulmuş. Kimse tarafından desteklenmeyen genç kadın yapayalnız kalınca, sinir krizleri geçirmeye başlamış. Rodin ve ailesinin isteğiyle, akıl hastanesine kapatılmış. Hastanede heykel yapması yasakmış. Bir sanatçının zorla sanatının elinden alınması kimbilir ne fena bir durumdur? Camille'nin kardeşi Paul'e  yazdığı mektubun satırları durumunu açık etmektedir. Kimse Camille ile ilgilenmez. 1943 yılında ölene kadar son otuz yılını akıl hastahanesinde geçirir.

''Akıl hastanesi! Evim diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi... Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye, yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar... Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar...

Bu esaretten çok sıkılıyorum... Eve hiç dönemeyecek miyim, Paul?''

Biri erkek... Biri kadın... İki film... İki sanat ya da  hayat...

Du bi... Rodin'in adı geçti madem... Rodin'in pek çok eserine Camille'nin  ilham vermiş olduğu söylenir.  Peki Rodin'in aslı Paris'te Rodin Müzesi'nde olan  ünlü Düşünen Adam heykelinin bir kopyası memleketimizde nerede sergilenmektedir?  Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nin bahçesinde...  Böyleyken böyle...



Hayal Kahvem


Yemeği çok severim. Dua etmeyi çok severim. Eee... Severim yani... Sonra Julia Roberts'i severim. Tamam. Filmin sonlarına doğru Javier Bardem'in az rolü vardı. Dert değil ki. Onun filmde az da olsa var olması, o filmi  sevmem için yeterli sebeptir diye düşünmekteyim. Sonra... Harikulade şehirleri gezmeyi ve egzotik seyahatlere çıkmayı sevmez miyim? Of, bayılırım ne yalan söyleyeyim. Bana gökyüzüne çıkacaz de, hemen merdiven dayayan cinstenim. Makarnaya, hele hele domates soslusuna asla dayanamam.  Hüplete hüplete, tabak tabak yerim.Yerken tanıyamazsın beni. Kendimi kaybederim. Eee.. İyi de "Ye, Dua Et, Sev" adlı bu filmi neden sevmedim?  Bırak sevmeyi, filmi seyrederken nedense rahatsız bile oldum diyebilirim. Tuhaf şey! Kim bu filmin yönetmeni kuzum? Bu kadar sevdiğim şeyi bir araya getirip, sevmediğim bir film yapmayı nasıl becermiş? İnan ki bu durumu henüz çözemedim. Şaşırdım vallahi... Hayretler içindeyim.



NOT: Hımm.. Ama bir şey itiraf etmeliyim. Bu filmi seyrettikten sonra üşenmedim. Makarna pişirdim. Söylemesi ayıp olmasın ama koca bir tabak domatesli makarnayı hüplete hüplete yedim. Bu notu filme haksızlık olmasın diye yazıyorum. Bu filmin bende makarna yeme hissi uyandırmasını sevdim ne yalan söyleyeyim. Bak  pişirip yediğim makarnanın fotoğrafını çekip buraya ekledim.




Az önce baktım. Yukarıdaki yazıyı 20 Kasım 2010'da yazmışım. Bu hafta aynı durum gerçekleşti. Dejavu gibi bi şi... Bak şimdi...





Dedektiflik filmlerini severim. Komedi filmlerini de severim. Eee... Severim yani... Komedi Dükkanı'nın takipçisi değildim.  Dert değil ki... Tolga Çevik'li filmleri hep sevmişimdir. Organize İşler'deki Süpermen Samet'e bayılmıştım.  Vizontele'deki Nafiz Doğan'a da öyle... Sonra... İçinde İstanbul olan filmlere kafadan taraftarımdır...  İstanbul'u seyrederken  filmin kusurlarını asla  görmem.  Eee... İyi de "Sen Kimsin?" adlı bu filmi neden sevmedim? Bırak sevmeyi, eğer sıranın sonunda olmasam, ara verilmeden filmi bırakıp çıkmayı düşündüğümü bile söyleyebilirim. Tuhaf şey!. Kim bu filmin yönetmeni kuzum? Bu kadar sevdiğim şeyi bir araya getirip, sevmediğim bir film yapmayı nasıl becermiş? İnan ki bu durumu henüz çözemedim. Şaşırdım vallahi... Hayretler içindeyim.



NOT: Filmi seyrettikten sonra makarna pişirmedim tabii.. Bu notu filme haksızlık olmasın diye yazıyorum. Aşağıdaki kareyi görünce, bu filmin bende top yuvarlanan yokuşta koşma isteği uyandırdığını söylemeliyim:)



Tarkan Kurt

Sen Kimsin'i tavsiye üzerine bugün ben de izledim. Açıkça söylemek gerekirse hiç beğenmedim. Tavsiye eden arkadaş gülmekten çenesinin ağrıdığını söylemişti ama film bence kötü bir Mr. Bean ya da Pembe Panter taklidi olmaktan öteye gidememiş.

Hayal Kahvem

Selam Tarkan Kurt, ne yalan söyleyeyim film arasını zor bekledim. Oysa emeğe hürmet ederim.

Feciydi... Niye böyle oldu bilemedim.  :(

Hayal Kahvem



"Nasıl unuturum seni ben, Alnımdaki bıçak yarası
Senin yüzünden;
Tabakam senin yadigarın;
"İki elin kanda olsa gel" diyor
Telgrafın;
Nasıl unuturum seni ben,
Vesikalı yarim?"
Orhan Veli Kanık

1968 yılında Ömer Lütfi Akad'ın yönetmenliğini yaptığı,  Türkan Şoray ve İzzet Günay'ın başrollerini oynadıkları Türk Sineması'nın en güzel filmlerinden biri olan Vesikalı Yarim, meğer Sait Faik'in Menekşeli Vadi adlı öyküsünden Safa Önal tarafından sinema için senaryolaştırılmamış mı? Aman Yarabbim! Ben bunu öğrenir, Sait Faik'in öyküsüne gömülmez miyim? Oldum bittim, Sait Faik öykülerinin hastasıyım. Ya, Vesikalı Yarim!..  Hemen Sait Faik'in Lüzümsuz Adam adlı kitabındaki Menekşeli Vadi adlı öyküsünü okudum. Filmin kareleriyle, öykünün cümlelerini eşleştirmeye çalıştım. Bir de yukarıya Orhan Veli'nin şiirini ve bir film karesinin altına filmin replikleriyle, Safa Önal'ın sözlerini  ekledim.



"Arkadaşımın ismi Bayram'dı. İri kemikli bir adamdı. Arnavut şivesiyle konuşuyordu. Bir zamanlar kuru bademi külle, kezzapla yaş badem haline getirir satardı. Sonra piyango bileti sattı. Sonra arabacılık yaptı. Sonra da zengin oldu diyebiliriz. Günde otuz, kırk lira kazanıyordu. Ben kendisini bu ara tanımıştım. Eski adetlerini bırakmamıştı: Yine külhanbeyi gibi giyinir, yine haftalık kazancını bir günde harcardı."




"En kötü meyhanelerde en hoş kızları tanırdı. Onun tanıdığı kızlar içinde bir Seher vardı. Sahiden seher gibi bir kızdı. Bayram Seher'le yaşamaya başlamıştı."




"Seher'le birlikte yaşayan Bayram çok kavgalar etti Seher yüzünden. Bıçaklar çekti. Cürmü meşhudlardan kaça kurtula bir gün yakayı ele verdi. Yedi sekiz ay yattı. Seher zaten pek düşkün olduğu üniformalının peşine düştü. Asmalımescit'teki meyhaneye uğramaz oldu. İşte Bayram ondan sonra çalışmadı... Sabahtan içmeye başlıyordu. Seher' aramaya koyuldu. Kocaman bir bıçağı kuşağının arasından çıkarıp Seher'i böğründen yaraladı. Ama Seher ölmedi. Kendisini kimin yaraladığını da söylemedi."


"Seher hastaneden çıktıktan sonra meyhaneye geldi ama Bayram'la konuşmaz oldular. İşte bu, Bayram'a büsbütün dokundu. Seher'in yaptığı erkeklik de onun elini kolunu beygir bağlar gibi bağlıyordu." 


"Şimdi akşamları meyhanede bütün kazancını içkiye verirken ona rastladığım zaman artık onun yüzü, ışıklarını söndürmüş, harp içinde bir Avrupa şehri manzarası almıştı. O sinirli, kemikli, duru beyaz yüzündeki ateşli gözlerinin feri kaçmıştı. Kuru kuru öksürüyordu.O akşam onu perişan görünce:
- Bayram be, dedim. Ne bu halin be? Delilik etme!
-Öyleyse, dedi. Beni evime götürür müsün? Evime. Evime ama asıl evime. Yedi senedir gitmedim.
Gülüyordu.
-Yedi sene evvel bir sabah evden çıktım, dedi. Tam yirmibir yaşında idim. Bir şubat ayı idi. Ama bizim dere içi, bir bahar sabahı gibi ılıktı. Menekşeler kokuyordu. Ben kucağımda çiçeklerle Beyoğlu'na çıktım. Çiçekpazarı'nda çiçekler sattım.... Üç sene evvel evlenmiştim, ama hiç boyalı, kokulu kadın hiç koklamamıştım; kokladım. Ondan sonra eve gitmedim. Sağ mı ölü mü evdekiler, bilmem. Hiçbirine hiçbir yerde rastlamadım. Bir ihtiyar babam vardı. Bir anam, bir karım, iki çocuğum. Çocuğumdan biri bir buçuk yaşındaydı, ötekisi dokuz aylıktı.


Kadın-Benim yüzümden hep bunlar. Ya ölecek ya öldürüleceksin. Niye geldin? Gelmeyecektin.
Erkek-Geleceğimi biliyordun ama, nedir istediğin?
Kadın-Bilmem, sıkıldım belki. Yetti belki. Herbirimiz yolumuza gitsek.
Erkek-Yolumuz...
Kadın-Öyle...
Erkek-Birleşti biliyordum.
Kadın-Yok birleşecek gibi değil. Benim yolum başka. Seni tanıdıktan sonra anladım bunu. Senle beraber olduktan sonra seni... Sevgi de yetmiyormuş... Çok eskiden rastlaşacaktık...
Erkek-?
Kadın-Nasıl olsa ayrılacak yolumuz...*




Gözyaşların boşuna, düşmem artık peşine, yansın yüreğin yansın şimdide bende sıra... Kalbimi kıra kıra, bıraktın bir hatıra, yalanını yalancı, dudaklarında ara..." **



"Aşkı anlatmak gerekiyor. Çok önemli aşkı anlatmak. Aşkı anlatmanın büyük imkanlarından biri de ayrılığı getirmektir, yani aşkı beraberlik içinde ancak bir süre anlatabilirsin. Nerede aşk doruğa çıkar? Ayrılık geldiği zaman! İstediğinin dışında bir ayrılık, bir mecburiyet, zorunlu ayrılık geldiği zaman! Ne kadar sevdiğin, ne kadar sevmediğin! Felaket orada başlıyor, kaybettiğin zaman, ayrıldığın zaman!" ***


*Vesikalı Yarim filminden replikler
**Filmde Şükran Ay'ın söylediği şarkının sözleri
***Safa Önal'ın Ne Kadar Gamlı Bu Akşam Vakti adlı söyleşi kitabındaki sözleri.


http://www.youtube.com/watch?v=B82qNHCng28&feature=player_embedded




Hayal Kahvem


Bugün 1 nisan. Benim doğduğum nisan ayının girizgâhı. Abartı gibi gelecek biliyorum ama, 1 nisan'ın, şakalarımı arşı âlâya değdirdiğim gün olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Denk gelene hiç acımam. Her türlü şaka yapabilirim. Bilmiyorum. "Nisan en zalim aydır." diyen şair T.S. Eliot, belki gelecekte benim doğacağımı bilerek bu cümleyi şiirine eklemiştir. Sahiden 1 nisan'da, gözüm bir şey görmez. Zalimce şakalar yapabilirim. Sanıyorum 1nisan şakaları yapan bir ben kaldım. İnatla şakalarıma devam etmeye niyetliyim. Şaka deyince,  Başkalarının Hayatı adlı filmden  hafızama kazınmış bir bölüm vardır. Şakalarıma devam etme kararı aldıran film olmuştur. Şaka yapmaktan vazgeçemem.


Filmin konusunu uzun uzadıya anlatmak niyetinde değilim. Seyretmeyenler için şunları söyleyebilirim.  Film 1984 Doğu Berlin'inde başlar. Glasnost ve Berlin Duvarı'nın yıkışından beş yıl öncede olduğumuzu bilmeliyiz.  O yıllarda Doğu Almanya'nın çok gizli örgütü Stasi için çalışan yüzbin  küsur ajan, beşyüzbin civarında muhbir olduğu söylenmektedir. İnsanlar izleniyor, dinleniyor, fişleniyor, ihbar ediliyor...  Doğu Almanya hükümeti  feci bir kontrol, gözetleme ve ihbar etme sistemi kurmuş. Yüzbinlerce kişi fişlenerek dosyaları tutulmuş.  Doğu Alman hükümeti için çalışan gizli örgüt Stasi'nin amacı "başkalarının hayatları" hakkında bilgi toplamaktır. Ülke dış dünyaya kapatılmıştır. Yaşam koşullarını dünyayla paylaşmamaktadırlar. Anlatırken tüylerim diken diken oldu. Sahiden çok etkilendiğim bir filmdir. Seyretmeyenlere hararetle tavsiye ederim.  Korkunç bir ortam. Ülkede insanlar birbirlerine güvenmemektedir. Korku, endişe, gerginlik hat safhadadır. Neyse... Filmin beni çok etkileyen bölümüne gelmeliyim. Bu bölümde sivillerin girmediği sadece Stasi istihbaratçılarının bir arada bulunduğu bir yemekhaneyi seyrederiz.  İşinin uzmanı Stasi polisi ve sorgu yargıcı Yüzbaşı Wiesler ile gene örgütün rütbeli bir albayı aynı masada karşılıklı yemek yemektedirler. Hemen yan masalarında, daha düşük rütbeli üç ajan, hem yemek yemekte hem şakalaşmaktadırlar. Dikkatini çekerim. İş yapmıyorlar. Sadece iş molası, yemek saatindeyiz. Onları seyretmeye devam ediyoruz. Genç ajan parti genel sekreteri hakkında komik bir fıkra anlatır. Gülerek şakalaşır. Zaten iş hayatları, yaşadıkları ortam gergindir. Şakalar rahatlatmaz mı? Ne olacak ki? Normal insanlar gibi iş dışında şakalaşmaktadırlar. Yan masadaki albay tehditkar bir tarzda  ajana adını, rütbesini sorar. Ajan korkar. Rengi sararır. Sesi titrer. Sadece şaka yaptığını söyler. Aslında albay da ast rütbedeki ajana şaka yapmaktadır. Fakat hiyerarşik vaziyet küçük ajanı feci korkutmuştur. Acaba fişlenecek midir? Hapse atılacak mıdır? Çok mühim bir sahne olduğunu düşünüyorum. Bu arada filmin asıl kahramanı, dinleme, izleme uzmanı Yüzbaşı Wiesler, aynı bizim filmi seyrettiğimiz gibi  olanı biteni seyreder. Yıllardır iş için yaptığı seyretme durumunu, işte şimdi  iş dışında yaşadığı bir şaka ortamında belki de ilk kez gerçekten, insani duygularla seyretmektedir. Ne feci bir vaziyet olduğunu farketmektedir. Yüzbaşının hayata bakışı değişecektir.

Şaka yapmayı severim. Hele 1 nisan'sa... Hiç çekinmem.  Şakalarımı yaparım. Sevdiğim insanlara şaka yapma özgürlüğünü hissetmek benim hakkım. Bugün şaka yaptığım kişiler umarım anlarlar beni... 1 nisan'da şaka yapma hakkımı kullanıyorum. O kadar.