Türk Edebiyatı

Başlatan V, 22 Aralık, 2010, 16:18:31

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Hayal Kahvem




Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm. 


   

Emek Sineması'nda film seyretmek, bana  her zaman büyüleyici gelmiştir. Karlı bir cumartesi günüydü. Beyoğlu'ndaydım. O gün Emek Sineması'na  girdiğimde salon tıklım tıklım doluydu. Geç girdiğim için oturanlardan özür dileyerek yerime geçtim. Mantomu çıkardım. Kucağıma katladım. Üşümüştüm. Önce telaşla ellerimi birbirine sürttüm. Sonra ısıtmak niyetiyle, ellerimi ağzıma kapatarak, sıcak nefesimle avuçlarıma üç kere üfledim.  Rüzgârımdan mı etkilendiler bilmiyorum ön koltukta oturanlar bana dönüp baktılar. Biri göbekli diğeri saçsız iki erkeğin ortasında bir kız oturuyordu.  Birlikte gelmiş olmalıydılar. Bu iki erkek, sanki kız çocuk sahibi gergin babalar gibi görünüyorlardı. Kız gülümseyerek uzandı. Göbekli olan erkeğin traşı gelmiş çenesindeki ekmek parçasını aldı. O anda, diğer erkeğin sol gözünün altındaki seğirmeyi gizlemek için durmadan alnını kaşıdığını farkedince, bu kızın, Barış Bıçakçı'nın, çocukluktan beri çok sıkı arkadaş olan, daha sonra yolları ayrılan, yıllar sonra gene yolları kesişen, çocukluk hayallerinden birini gerçekleştirip aynı evde yaşamaya başlayan, birlikte yaşamaktan büyük keyif alan, 40'lı yaşlarına merdiven dayamış iki erkeğin çaresizliğini anlattığı Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabındaki kadın kahramanı Nihal olduğunu farzettim. Yazar, kitabında nasıl da anlatıyordu Nihal'i? Erkeklerden birine kestane, diğerine düpedüz ela bakan gözler. Şefkatle veya hayranlıkla. Ya o birine tırmanma diğerine kayıp düşme heyecanı duyuran düz kumral saçlar. O saçların iki yana açılmış perde gibi durduğu hafif tümsek bir alın. Güneşin yüksekliğini ölçmeye çalışan ilk çağın gökbilimcileri için kesikli bir ufuk çizgisi işlevi gören seyrek kaşlar. Bir burun. Evet, yalnızca bir burun; biri için ısırmalık, diğeri için sıkmalık. Havada salınarak düşen bir yaprağın belli bir anındaki biçimini taklit eden bir ağız. İki yatay çizgiyle işaretli solgun boyun. Göğüslerinin arasına dek inen hafif çilli bölge. İşte böyle bir kız hayatlarına girmişti. Yurt dışında yaşayan arkadaşları, Türkiye'de tatildeyken ailesiyle trafik kazası geçirmişti. Annesi ve babası ölmüştü. Üniversitede okuyan, 20'li yaşlardaki kızkardeşi Nihal'in, okulu bitene kadar, yani iki yıl için onlarla kalmasını istemişti. Nihal bu iki erkeğin yanına yerleşmişti. Önce ikili hayata alışmış olan erkekler rahatsız olmuşlar, kızla pek iletişim kuramamışlardı. Kız ise ailesini kaybetmişti. Zaten üzgün ve içe kapanıktı.  Ama sonra olanlar olmuş, muhabbeti ilerletmişlerdi. İki arkadaş Nihal'e aşık olmuştu. Kıza pek belli etmek istememişlerdi. Ne de olsa kız onlara arkadaşlarının bir emanetiydi. Ama iki arkadaş Nihal'e aşık olduklarını birbirlerine itiraf etmişlerdi.  Kitabın adından hareketle, iki arkadaşın aynı kıza aşık olması, onların büyük çaresizliği olduğu sanılmasın sakın.  Yooo... Onlar aynen, aynı evde oturmak gibi, çocukluk hayallerinden birini daha gerçekleştirmişlerdi. "Aynı kıza aşık olmak!"  Gene bir kadın, erkekler hikayesinin nesnesi olup çıkmıştı. Bana göre bu iki erkeğin "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" dedikleri, ömür boyu çocuk olamamak, büyümek mecburiyetinde kalmaktı.



Kız, pantolonunun cebinden ikiye katlanmış bir kağıt mendil çıkarıp sessizce burnunu sildi. Birkaç kez diliyle dudaklarını ıslattı. Yaşadığını gösterecek başka bir dolu şey yaptı. Onu izlediğimi mi farketmişti bilmiyorum.... Birdenbire döndü güzel gözleriyle bana baktı. Gülümsedim.  Gülümsedi. Birbirimize gülümsedik biz. Aldığım cesaretle dayanamadım... Başımı ona doğru eğdim. Fısıltıldayarak  "Ben de sizin gibi kahvaltılarda peynirin üzerine reçel koyup yerim." dedim. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Nihal" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının bazı cümlelerini Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabından alıntıladım.



 

kedidiro

  oğuz atay'ın başına gelen barış bıçakçı'nın başına gelmesin...daha yaşarken ve yazarken tanıyın bu genç ustayı.'' bir süre yere paralel gittikten sonra''yı,''sinek ısırıklarının müellifi''ni ve tüm diğer kitaplarını okuyun ve bu ülkede , güzel türkçemizle böyle kitaplar yazan bir ustayı tanımanın keyfine varın...

Hayal Kahvem

Selam Kedidiro,
Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ını çoook uzun yıllar önce satın aldım. Halen okumadım. O konuda yazılarım vardır. Altın Madalyon'a aktarayım.

Barış Bıçakçı ise kitaplarını silip süpürdüğüm memleketimin bir genç yazarıdır. Ve kitaplarını sahiden çok severim. Bizim Büyük Çaresizliğimiz sinemaya da uyarlanmıştır. Ve illa seyredilimelidir.

Biraz daha devam edelim o zaman Bizim Büyük Çaresizliğimize ve Barış Bıçakçı'ya ;)


Yalanım yok. İştahlı biriyim. Sadece yemeğe değil, şu fani dünyanın merak ettiğim her şeyine fena halde iştahlanabilirim. Hele kitaplar ve yemekler bir araya gelmişlerse... Veeee... Bir yemek kitabında değil, bir romanda, bir öyküde veya  bir şiirde yemekle ilgili cümleler geçiyorsa hele... Heyy! Değmeyin keyfime...  Sevinçten çıldırabilirim. O kitabı döne döne okuyabilirim. Bu akşam işten eve biraz erken döndüm. Yemek pişirecektim ama yemek pişirmeyi gene oyuna dönüştürmeye karar verdim. Neden biliyor musun? Bugün bir arkadaşımla ofiste  kahve içiyorduk. Bir ara söz döndü dolaştı  akşama ne pişirelim'e geldi. Arkadaşım dudağını sarkıttı. Kirpiklerini kırpıştırdı. Gözlerini devirdi... "Yemek pişirirken geçen zamanıma acıyorum." dedi. Nasıl üzüldüm anlatamam. Cemal Süreya'nın iki dizelik bir şiiri vardır ya hani... "Yemek için ne düşünürsünüz bilmem. Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı." der. Bilirsin, şair sözünü her daim hakikat bellerim ben... Hakikaten kahvaltının  mutlulukla bir ilgisi olmalı. Sadece kahvaltının değil tüm yemeklerin mutlulukla bir ilgisi olmalı, öyle değil mi? Arkadaşıma "Sen hiç Barış Bıçakçı kitabı okudun mu? diye sordum.  "Sorulur mu?" dedi. "Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i bir solukta daha yeni bitirdim yuttum."  "Ne iyi!... O halde Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in  bir yemek kitabı ayarında olduğunu farketmişsindir." dedim. Yüzüme şaşkınlıkla baktı. "Yemek kitabı mı? Şaşırdın mı sen... O kitap hüzünlü aşk öyküsüdür." dedi.  Güldüm. "Bu akşam bize gelsene." dedim. "Sana Barış Bıçakçı usulü yemek yapmayı göstereceğim." Burun büktü. "Bu akşam televizyonda benim dizilerim var. Kaçıramam." dedi. Gelmedi. Televizyonda dizi seyrederken geçirdiği zamana değil, yemek pişirirken geçirdiği zamana üzüle üzüle evine gitti.


İşten dönüşte kapıdan girdiğim gibi mantomu  evin girişindeki hole attım. Sonra koşar adım kitapların yanına vardım.  Barış Bıçakçı'nın aklımdaki kitabını rafından kaptım. Bizim Büyük Çaresizliğimiz'de yemek geçen cümlelerin yanına kocaman bir Y harfi yazdığım için, gördüğüm tüm Y harfli paragrafları aceleyle taradım.  Buldum.  46. sayfa... İşte bu sayfada yazan "Barış Bıçakçı usulü fırında patates" yaptım. Şöyle: 

"Halka halka doğranmış patatesler ve soğanlar tepsiye, bir sıra patates bir sıra soğan olacak biçimde dizilir, üzerlerine tuz, kimyon, karabiber, kekik ve kırmızıbiber katılmış salçalı su dökülür, ince tereyağ dilimleri yerleştirilir ve fırına verilir. Pişirilince afiyetle yenilir."

İşte bu tarifin aynısını yaptım. Tepsiyi fırından çıkardığımda, kitabın 100. sayfasında dediği gibi "Güzel bir koku kaplamıştı mutfağı."  Hemen  beyaz porselen bir tabağa Barış Bıcakçı Usulü pişirdiğim yemekten  üç kaşık koydum. Mutfaktaki masanın başındaki sandalyeye oturdum. Çatalımı tabağa daldırdım. Tam ağzıma atacaktım ki önce iyice kokladım. Hımmm... Miss! Hemen ağzıma attım... Heyy! Nefis!.. Biliyoruz ki yaşam sonsuz değil. Ölümlüyüz hepimiz. Bir gün her şey sona erecek. Kitabın adı gibi bu durum "Bizim  Büyük Çaresizliğimiz" elbet... İşte bu çaresizlik içinde filmler ve kitaplar bir illüzyon geçirirler. Hayatı eşsiz kılmayı becerirler. Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı romanından öğrenerek pişirdiğim yemeği az önce yedim ya... Bir kez daha anlamıştım... Hayatta bütün tatlar ekşi ya da acı değildi. Hayat tekrarlanan küçük keyiflerin bileşkesiydi.  "Yemek güzel olmuş mu?" sorusunun şahaneliğiydi...  Ya da "Eline sağlık" demenin harikuladeliği... Hayatın rutuninde  farkına pek varamadığımız, masada geçirilen saatlerin o muhteşem güzelliğiydi sanki. Lezzetli bir yemek yemenin o tarifsiz hazzıydı belki...  Ve sonuncusu ama en önemlisi... Yemek üstüne ne düşünülür  bilmem ama... Sadece kahvaltının değil yemek pişirmenin ve yemenin mutlulukla  kesinlikle bir ilgisi olmalı.




Hayal Kahvem




Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.



O gün Emek Sineması'na girdiğimde nasıl hoş bir melodi ilişti kulağıma anlatamam. Acaba film başlamadan önce hep müzik yayını vardı da ben mi farketmemiştim? Koltuğuma yaslandım. Kendimi şarkının akışına bıraktım. Arka sırada yerini bulmaya çalışan kadının giysisinin hışırtısı ilgimi dağıttı. Merakla dönüp ona baktım. Üzerindeki  bol, filizî  pardüsüsünü  çok eski zamanlarda giyilen feracelere benzettim. Arka sağ çapraza oturdu. Çok acayipti. Abdulaziz zamanlarından bugüne ışınlanıvermişti sanki.  Pardüsününü çıkardı. Arkasına yaslandı. Belli etmemeye çalıştım ama, tavır ve edalarına gülmekten kendimi zor zaptettim.  Gelin gibi süslüydü. Kahküllerini büklüm büklüm kıvrıtmış, yanaklarının iki yanından gerdanına doğru iki sünbül salkımı gibi koyuvermişti. Kulaklarına zümrüt küpeler takmış ve boynundan aşağıya ta göğsünün orta yerine bir yürek madalyon sarkıtmıştı. Yay gibi gergin ve çekik duran incecik kaşları, iri elâ gözleri, ucu hafifçe yukarı kalkık narin burnu, kıvır kıvır dudakları, sedef dişli ağzı vardı. Perçemlerini tutarak yana doğru attı. Elleri çok güzeldi. Uzun kalem gibi parmaklar, toz pembe avuçlar.  Yerinde doğruldu. Kulağını dikti. Müziği dinledi. İşittim.  "Ah! O şarkı." dedi. İşte o anda bu geç kadının, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Hep O Şarkı romanındaki "Münire" olduğunu farzettim. Tam otuz beş yıl hep aynı erkek için yanıp kavrulan kadın. Çocukluk aşkıydı. Yalı komşularının oğlu.  Genç kızın babası bu ilişkiyi farkettiği an kızı ev ve göz hapsine almıştı. Kız tel kafeste kuş gibi çırpınıyor, sadece komşu yalıdan gelen sevdiği erkeğin şarkı söylerken duyulan sesiyle ferahlıyordu. Yanık bir beste, yanık bir güfte ile sesinin en yanık perdeleriyle  "o şarkıyı" söyleyerek aşkını itiraf eden bu genç adam, hayalleri ve rüyalarının tek nesnesiydi. Bir zamanlar aşklar değişikti demek ki,  diye aklımdan geçirdim. O zamanlar, tesadüfen de olsa yakından ya da uzaktan  sadece yüzünü görebilmek, sesini işitebilmek, sık sık olmasa da mektuplaşabilmek bile mutlu edebiliyordu sevenleri. Dadısı her fırsatta "her şeyin başı kısmet" derdi. Gençliğinde bu lafa fazla ehem­miyet vermez, gülüp geçerdi. Ne kadar büyük bir laf olduğunu, nice olayları yaşadıktan sonra öğrendiği aklıma geldi.  Herşeyin başı kısmetti ama insanın kendi kısmetine hizmet etmesi gerekmez mi? diye aklımdan geçirdim.  On beş yaşında, bu lafı boş ve saçma bulsa da,  gene de suratını asa asa, kaşlarını çata çata, ağzını bura çarpıta kurbanlık kuzu gibi görücü denilen insafsız, mütecessis ziyaretçilerin önüne neden  çıkardı peki? Madem bu lafa aldırmazdı, madem yüreğinde sevdiği adamın aşkı vardı, o halde  neden herşeye boyun eğdi? Neden görücülerin karşısındaki sandalyede uslu uslu otururdu?  Neden hatırı sorulunca terbiyeli terbiyeli cevap verirdi? Neden kahveyi kendi elleriyle ikram ederdi? Ve işin en tuhafı neden dişlerini göstermek kastıyla, sözde tuhaf bir laf söyleyerek, onu güldürmek isteyişlerinde zoraki bile olsa neden gülümserdi? Çehresinin yandan görünüşü hakkında bir fikir edinmek için kullandıkları bazı hileler üzerine başını sağa sola çevirmeyi neden bir nezaket borcu bilirdi? Anlamıyordum. Genç kızları içlerinden gelmeyen bütün bu hareketleri yapmak zorunda bırakan şey neydi? Bütün bu azaplara, bu işkencelere neden hiç seslerini çıkarmadan katlanırlar? Acaba baba saygısından veya korkusundan mı? Sadece bundan olmaz diye düşündüm. Anlamıyordum.  Peki nedendi? Kimse on beş yaşındaki kızın yaşının küçük olup olmamasına bakmayacak, isteyip istemediği sorulmayacak palaspandıras gelin edilecekti. Kocasıyla ilk kez zorla birlikte olduktan sonra, onu bir daha yanına yanaştırmayacaktı. Kocası aynen kayınvaldesi gibi çok yiyen, çok içen, çok uyuyan, evin içinde geniş paçalı donu, hadife hırkaları, işlemeli takkeleriyle bıngıl bıngıl dolaşan, anlayışsız, ruhsuz biriydi. Ya  hep o şarkıyı söyleyen sevdiği adam ne olmuştu?


Genç kadın, elini koynuna soktu. Muska gibi katlanmış bir kağıt çıkardı.  Usulca açtı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuşcasına o kağıda dikkatlice baktı. Sonra bir teselli muskası mı yoksa bir ümit tılsımı mı olduğunu bilemediğim kağıdı gene katladı. İç gömleğiyle teninin arasına yerleştirdi. Sanki yüreğine sokmak istiyormuş gibi sıkıca bastırdı. Gözlerini kapattı. O an hayalle hakikati  karıştırdım. Genç kadın'ın "Ah çocukluk ah! ne tatlı ne mesut zamanlar imiş o da kadrini bilememişim." dediğini sandım. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Münire" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının bazı cümlelerini  Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nın  Hep O Şarkı adlı kitabından alıntıladım.




Hayal Kahvem



Gözlerini dikmiş bana bakıyor, sanki bilmediğim bir şeyi biliyordu.
Ben de çektim vurdum.
Hâlâ bilmiyorum. Belki o biliyordu.

Murathan Mungan/ Kibrit Çöpleri

Hayal Kahvem




Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm. 



 

İstanbul Film Festivali'nde aynı gün üç film seyredecektim. İlk film düşündüğümden geç bitmişti. İkinci filmi Emek Sineması'nda seyredeceğim için sevinçliydim.  Film başlamadan yerimi bulma koşuşturması içindeydim. Kendi kendime iyice abartarak hissettiğim festival havası ve Emek Sineması'nın o kadim hüzünlü atmosferi resmen sarhoş etmişti beni. Film başlamadan yerimi bulma telaşım yüreğimi bir kırlangıç kanadı gibi titretmişti. Tatlı bir başdönmesiyle koltuğuma yerleşmiş, derin bir oh çekerek gözlerimi kapatmıştım. Daha kendime gelemeden önümden geçip yanımdaki koltuğa oturan birinin varlığını hissettim. Yüzümü ona doğru çevirdim.  Hakikatle hayali ayıracak durumda değildim.  Yaprak gibi bir kızdı. Beyaz, çiçekli bir elbise giymiş, sırtına yün bir hırka almıştı. Hafif bir rüzgâr esse uçacakmış gibi duruyordu. Gençti. Evet... Gösterişli bir güzelliği yoktu ama hayata yeni başlamış gibi bakıyordu; öyle gençti...  Elinde tuttuğu kitabı göğsüne sıkıca bastırıyordu. Bir anda onun Hüsnü Arkan'ın Mino'nun Siyah Gülü adlı kitabındaki Münevver olduğunu farzettim. Münevver kız lisesini bitirmiş, İzmir'de üç yıl bir öğrenci yurdunda kalmıştı. Sonra üniversiteye gitmek istemiş ama hayalini gerçekleştirememişti. Niye? Çünkü abisi izin vermemişti. Ne kadar zeki bir kızdı kimbilir diye düşündüm. Kırılacakmış gibi duruşu, zerafetindeki parıltı başımı döndürmüştü. Babası hastalanınca, abisini işin başına geçirmişti. İzmir'de erkek arkadaşıyla el ele görüldüğünü haber alınca, abisi küplere binmişti. İnsanlar neden başkalarını kolaylıkla yargılarlar, neden tecrit ederler, nasıl bu denli yıkıcı davranırlar, sonra nasıl hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ederler hiç anlayamıyorum? Nasıl oluyor da başkalarının hayatlarına müdahale etmekten bir çeşit mutluluk duyuyorlar. Genç kız, abisine itiraz etmiş, "Benim bir hayatım var. Bunu nasıl yaşayacağıma ben karar veririm." demişti. Tüm direnmelerine rağmen abisi üniversiteye gitmesine razı gelmemiş, hasta yatağındaki babası da oğlunun her yaptığından emin olduğu için, duruma ses etmemişti. Ne kadar çirkin, değil mi? Ama memleketimde, kadınlar böyle büyürlerdi. Daha doğrusu, hiç büyüyemezler, kendi hayatlarına yön veremezler... Ya baba, ya abi, ya koca...  Her zaman bir sorumluları olmalı diye düşünülür. Bunlar aklıma gelince utanmadım. Döndüm genç kadının  gözlerinin içine baktım.  Gözlerinde ışık yoktu sanki. Biri ölümüne kırıldıysa ve bu tamir edilemeyecek bir şeyse, farkında olmasa da  aslında kıran kişi de orta yerinden kırılmış demektir.  Belki abisinin, bilinçsiz yaşadığı ölümden önceki son iki saatinde kızının ya da karısının ismini sayıklayacağına, kızkardeşinin adını sayıklaması bu sebepledi. Peki kızlarla erkeklerin arasındaki fark neydi? Galiba erkekleri sokağa salmışlardı. Biz kızları da esirgiyorlardı. Bu sözcüğün anlamı çok geç anlaşılıyordu. Esirgenmek, aslında alıkonmak demekti. Kadın gettosu da bu durumu toplantı yapmaya gerek bile görmeden kabulleniyordu. Böylece kızlar bütün yargılardan uzak tutulmuş oluyordu. Bir insan, yargılanmayı göze almadan kendisi olmayı nasıl başarabilir ki?



Genç kadın, oturduğu yerde kıpırdandı. Elinde sıkıca tuttuğu kitabı kucağına koydu. Baktım. Kabında Gülün Adı yazıyordu. Ortaçağ'da geçen, zamanın muktedirlerine karşı, tek başına fikirleriyle savaşan, kitaplık yanıp kül olduğunda, oradan sadece birkaç kitap kurtaran Peder William'ın hikayesi. Gözlerimizi aynı anda kitaptan kaldırdık. Birbirimize baktık. Sırtımızı dikleştirdik. Birbirimize gülümsedik. Bana doğru eğildi. Fısıldayarak "Biz kadınız, öyle değil mi; her şeyi yapabiliriz." dedi. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Münevver" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının çoğu cümlelerini  Hüsnü Arkan'nın  Mino'nun Siyah Gülü adlı kitabından alıntıladım.


Hayal Kahvem



Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.



Geçen sene, İstanbul Film Festivali için  seçtiğim filmleri seyretmek niyetiyle sabah erkenden İstanbul'a gitmiştim. Sıcacık bir ilkbahar günüydü. Arada elimi gözlerime siper edip gökyüzüne bakıyor, bir yandan da  acele acele Beyoğlu'nda yürüyordum. O koca maviliğin içinde beyaz bulutlar resmen kovalamaca oynuyordu. Ah! Güneş... Şaşkın ya!  Hani vardır ya görücüye çıkmaktan utanan mahcup köy kızı hali... Hahh işte! Başını bulutların arasına muzipce bir sokup bir çıkararak, resmen benimle eğleniyordu. En son öyle bir dikmişim ki gözlerimi güneşe, Emek Sineması'nın kapısına geldiğimde, bir süre insanları seçemedim. Ortam tabiyatıyla çok kalabalıktı. Uzun bir bilet sırası vardı. Benim biletim cebimdeydi. Hemen sinemaya dalabilirdim. Durdum. Giremedim. İnsanlara çarpmamak için, gözlerimin kamaşmasının geçmesini beklemeye karar verdim. Duvara sırtımı dayadım. İster istemez konuşulanları duyuyordum. Gözüm seçmese bile, yanımdaki çiftin muhabbetini çok iyi işitiyordum.  Çocuk "..Yok o zaman çet kanalları ve aysiiku yaygındı. İşte bizim kanalda konuştuğum bir kızla buluşmuştuk.... Korkunç bir tecrübeydi... Kız bi geldi, yazdıklarıyla alakası yok, korkunç bir özgüven filan... Çok pis hayal kırıklığı yaşamıştım..."  gibi bir şeyler söyledi. Gözlerimi ovuşturarak baktım. Konuşan, uzun boylu, gözlüklü bir gençti. "Sen buluştun mu peki kimseyle böyle?" diye sözlerine devam etti. Şaşkınlıkla "Ben mi? Ben... Yok... Sanırım buluşmadım." diyen yanındaki kıza baktım. Net olarak görebildim. Kahküllü kızıl saçlarına beyaz bir bant takıyordu. Kocaman gözleri hüzünlü  hatta kederli bakıyordu. "Sanırım derken?" diye soran genç adama "Yani... Ben bazen eskiyi çok iyi hatırlamayabiliyorum. Öyle bir sorunum var... Boşver şimdi... Ama buluşmadım yani..." deyince, bu kızın Ersin Karabulut'un Sevgili Günlük adlı çizgi romanındaki kahramanı Figen olduğunu farzettim.  Feysbuk'tan mesajlaştığı çocukla ilk kez buluşmuştu. Haliyle insan tanımadığı biriyle ekran başındaki gibi konuşamıyordu. Bir kafeye gitmişler, çocuk anlatmış kız dinlemişti. Tatlı bir ürkeklik vardı çocukta. (ama asla çocuksu ya da nasıl söyliyim, mıymıntı bi şey değil bu...) Mesela yürürken ellerinin bir kaç kez birbirine değmesinden rahatsız olmuştu. Ama aslında belki de kız rahatsız olur diye çekiniyordu. Kızın kafası karışıktı. Geçmişinde yaşadığı bazı anılarını hatırlamıyordu. Şehirli, orta halli, çocuklarına değer veren ve özgürlüklerine hürmet eden bir ailenin kızıydı. Genç kız ise,  anne babanın her söylediğinin ters geldiği, beğenilmediği, sonra bu düşüncelerinden suçluluk hissedilen yaşın merkezindeydi. Çocuk büyütürken, ailenin her durumda çocuklarının yanlarında olmaları, sabırlı davranmaları ne mühimdi. Genç kızın  yaşadığı günlük hayatında, internette gelişen sosyalleşme ortamları ve cep telefonlarıyla mesajlaşmak artık çok doğal kabul ediliyordu. Arkadaşları arasında aracılık durumları, yalanlar kullanılıyor, kadın erkek ilişkilerinde terk edilme ya da aldatılma endişesi içinde, mutsuzluğun eşiğinde yaşanıyordu. Genç kızın ailesinde, dedesinden bu yana, günlük tutmak adet gibi bir şeydi. Acaba bu çocuk hakkında bir şeyleri günlüğüne bahsetmiş miydi? Hayatında başka biri var mıydı peki? Ya günlüğünden koparılan o tek sayfanın sırrı neydi?



Emek Sineması
'nın  yıllanmış koltuğuna yerleşirken, kimbilir bu koltuklarda kimler oturdu bugüne kadar diye aklımdan geçirdim. Bir şehre özellik katan mekanlar, o mekanlarda anıları olan insanların kişisel tarihleri için ne kadar mühimdi. Genç kız boynuna çaprazlama taktığı çantasını çıkardı. Pembe ceketinin düğmelerini açtı. Yalnızdı. Yanımdaki boş koltuğa oturdu. Kucağındaki çantanın içinden bir defter çıkardı. Birşeyler yazdı. Merakla gözucumla baktım. Ne başını ne sonunu... Sadece "Sana tekrar yazana kadar beni unutma olur mu sevgili günlük?.." diye yazdığı son cümlesini okudum.Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Figen" olduğunu farzettiğim genç kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının bazı cümlelerini  Ersin Karabulut'ın  Sevgili Günlük adlı çizgi romanından  alıntıladım.



alan ford

 Barış Müstecaplıoğlu yeni serisinin  ilk kitabını yayın evine teslim etmiş.
kaçmayı denemek bir tutsağın görevidir

Hayal Kahvem


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm. 



Feleğin bir kıyağı sayarım. İstanbul Film Festivali'ne gitmeye her daim illa doğum günümde başlarım. Erkenden kalkarım. En güzel giysilerimi giyerim. İstanbul'a varır varmaz, arabamı park ettiğim gibi, Beyoğlu'nun girişindeki çiçekçilere yollanırım. Elimde bir kucak çiçek... Yolu usulca, Emek Sineması'na doğru adımlarım. Artık ne yazık ki, Emek Sineması'nda film seyredebilmem mümkün değil. Kapalı. Çünkü alışveriş çılgınlarına bir mekan daha eklemek için, Emek Sineması'nın  yıkılmasına hükmetmiş birileri... Oysa Emek Sineması'nda anıları olan, Emek Sineması'nı sinema anıtı olarak gören insanların kişisel tarihlerine ve hatıralarına hürmet etmelilerdi. 1924 yılından bu yana var olan sinemayı aynen alıp, yeni yapacakları alışveriş merkezinin tepesine iliştireceklerini söylüyorlarmış. Mümkün mü? Senelerden beri binlerce filmin görüntü ve seslerinin yankılandığı, bir seferde 800  sinemaseverin duygularının beyaz perdesinin, duvar ve tavan süslerinin içine saklandığı tarihi bir mekan Emek Sineması... İlla koruma altına alınmalı. Geçen seneki İstanbul Film Festivali zamanıydı. Aylardan gene Nisan'dı.  Bu düşüncelerle, doğum günümde seyredeceğim ilk festival filmi için cebimdeki biletleri çıkardım. İlk filmin biletini buldum. Salona girip yerime oturdum. Ön çaprazımda kalan  kumral güzeli genç bir kadın dikkatimi çekti. Kadın kulaklarındaki firuze küpeleri çıkardı. Pırıl pırıl elmas küpeler taktı. O anda bu genç kadının Memduh Şevket Esendal'ın Bir Kucak Çiçek adlı kitabındaki öykülerden birindeki kahramanı Hatice olduğunu farzettim. Hani, iki kardeş çocuklarıydılar da, çocuk Yüksek Öğretmen'de okuyordu. İki yıl sonra bitirince, Denizli'ye babasının yanına gidecek, babasının çifti çubuğu ile uğraşacaktı. Kız ise Lise'de okuyordu. Lise'yi bitirecek. Sonra? Sonra... Hiç, evde oturacak! Koca bekleyecek. İyi bir adam isterse, babası da verirse, varacak. Kızın babasının, dedelerden kalma konağının iç bahçesinde, yüksek ağaçların aydınlık yeşil gölgesinde, arka duvara yakın konmuş bir tahta sıra üstünde yan yana oturmuş, konuşuyorlardı. Çocuk muhabbetin bir yerinde, gelecekte İstanbul'dan bir kızla yani karşısında duran kumral güzeliyle evleneceğini şakayla karışık söylemişti. O gece Hatice'ye pireler üşüşmüştü. Sahi mi söylemişti acaba? Ne bilsin? Söylerken sanki alay ederek söylemişti. Bu lakırtı olduktan bir kaç gün sonra çocuk gitti. Aradan günler hatta aylar geçti. Hiç haber gelmedi. Çocuğun okumaya gittiğini öğrendi. Aradan bir kaç yıl geçti. Çocuk ne geldi ne haber gönderdi. Anlaşılan  eğlence olsun diye söylemişti. Kızın içindeki umut büsbütün ölmedi. Ufacık bir kıvılcımla yeniden tutuşup parlamak üzere söndü. Kızı isteyenler oldu. Varmadı. Çocuğun okulunu bitirdiğini öğrendi. Ve bir gün çocuk genç kızın evine geldi. Yıllar sonra çocuğu görünce içinde acı bir sevinç doğdu. Kıza tuhaf haller oldu. Çocukla yalnız kalmamak için özel çaba sarfetti. Çocuk, o tahta sırada kızı günlerce bekledi. Kız yanına gidip oturmadı. Çocuk evdeyken arkadaşlarına gitti. Gece eve geç döndü. Yatağa girince neden böyle yaptığını anlamıyordu. Çocuğa soğuk durduğu için üzülüyordu. Ancak ondan kaçmanın yırtıcı duygusu, yırtıcı tadı onu bırakmıyordu. Bir hafta sonra çocuk, kız evde yokken, kıza selam bırakarak aniden gidiverdi. Ertesi gün kızı görenler sararmış, yorgun buldular. Aslında genç kız, çocuğun bir gün söylediği  bir sözden bu denli umuda düşmesini gülünç buluyordu. Ama içinde bir şey vardı. Avunamıyordu. Odasına kapandı. Kimseyle konuşmak istemiyordu. Genç kız fena hastalandı. Yataktan çıkamaz oldu. Ateşi çıkmış, tir tir titriyordu. Dahası ölmek istiyordu. Doktor ne yapsa düzelmedi. Çocuk ise kendisiyle ilgilenmeyince, kızın bir sevdiği olduğuna hükmetmiş, içini açamamış, evlenmek istediğini söyleyememiş, daha fazla rahatsızlık vermemek için çekip gitmişti. Kızın hastalandığını öğrenince uçtu geldi. Çocuk gelir gelmez kız hemencecik iyileşti. Çocuğun senelerce önce ettiği lakırtı gerçekleşti. Memduh Şevket Esendal'ın otuz altı sayfalık uzun ve şahane öyküsündeki kahramanı Hatice nihayetinde bu çocukla evlendi. Sinemedaki genç kadına bir kez daha dikkatle baktım. Çok güzeldi. Bu kadın, güzelliği tez geçen kadınlardan değildi. Kocaya vardığının ikinci yılında, bir yaşında tosun gibi bir de oğlu varken, düğünlerde gören bir takım hanımlar onu kız sanıp alıcı çıktılar. Yaradan övmüş de yaratmıştı sanki. Güzelliği arttıkça artmış, evlenince kat kat gerdanlanan kadınlardan olmamıştı. Kocasının sevgisi artmış, genç kadın güzelliğinin kıvancını yaşarken, birdenbire bir kara gün geldi. Ağızlarının tadı bozuldu. Kocası... Genç kadına nasıl yapabilmişt? Gözleriyle görmemiş olsa... Duymuş olsa... İhtimal vermeyebilirdi..



Genç kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Kucağına koyduğu çantasını açtı. İçinden bir mendil çıkardı. Yanaklarından dökülen yaşları belli etmemeye çalışarak silmeye başladı. Baktım. Gözleri neşeyle ışıldıyordu. Döktüğü sanki keder değil sevinç göz yaşlarıydı.  Elini boynuna götürdü. Şaşırdım.  Bir kurşun parçasını altın bir yuvarlak içinde boynunda taşıyordu. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Hatice" olduğunu farzettiğim genç kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının bazı cümlelerini  Memduh Şevket Esendal'ın, Bir Kucak Çiçek adlı kitabının içindeki,   Hatice adlı öyküsünden  alıntıladım.



yunusmeyra

editörlerimiz sizden dergi için yazı istemiyorlar mı yoksa siz mi yazmıyorsunuz..
HULK DEĞERLİ BİR KAHRAMANDIR!
HSD YENİ ÜYELERİNİ BEKLİYOR

Hayal Kahvem

Selam Yunusmeyra, cezalıyım ben.  :-[
İlk sayının kapağı hakkında söylendim ya..

Yüksek komite, yazım cezası verdi bana.. Yazamam.  :'(

:) ;) :D 8)

V

Engin'isyondan size af çıktı Vildan Hanım,haber vermeyi unutmuşum. ;D

Tarkan Abi kaç kere yalvardım,yakardım,kapısında yattım günlerce,ser verdi,yazı vermedi. :'(
"İstemem,eksik olsun.."

Hayal Kahvem

Engin'isyon öyle mi? Vay canına sayın seyirciler!  ???  :-\  :-X  :D

kadri kerem

[IMG]http://img2.ressim.net/out.php/i5691698_519-kavim-jpg[/img]

Lisans eğitimim sırasında bir gün sevdiğim bir arkadaşım yanıma geldi. Kitap delisi olduğumu bilir. Sana şu kitabı vereyim de bir oku, dedi. Uzandım aldım, inceledim. Bir polisiye romanıydı. O sıralar yalnızca korku okuyan biri olarak pek de sıcak bakmadım kitaba açıkçası. Okunacak bir dolu korku romanım vardı. Ancak arkadaşımı da kırmak istemiyordum. Teşekkür ettim ve okuyunca getireceğimi söyledim.

Akşam eve geldim, kitabın kapağını açıp okumaya koyuldum. Cümleler cümleleri, sayfalar sayfaları takip etti. Bir de bakmışım ben de kahramanlarla birlikte o sokak senin bu sokak benim katil peşinde koşturuyorum. O kitap Ahmet Ümit'in "Beyoğlu Rapsodisi" idi. Böylece Ahmet Ümit hayranlığım başlamış oldu.

Geçtiğimiz günlerde de "Kavim" adlı kitabını okudum. Başkomser Nevzat ve yardımcısı Ali ile oradan oraya sürüklendim durdum. Roman, Hristiyan temalı bir cinayet ile başlıyor, ardından olaylar dallanıyor budaklanıyor... Ve sizi içine çekiveriyor. Üstelik okurken bir dolu da şey öğreniyorsunuz. Bu da Ahmet Ümit romanlarının en beğendiğim yönlerinden biri. Herkese tavsiye eder, şimdiden keyifli okumalar dilerim.

dean

    Bende Ahmet Ümit'in Sis ve Gece,Şeytan Ayrıntıda Gizlidir ve Sultanı Öldürmek kitaplarını okudum.Genel olarak yabancı yazarların kitaplarını okumama rağmen oldukça beğendim ve yerli yazarlar içinde en kaliteli polisiye yazarı olduğunu düşünüyorum.