(http://www.ilknokta.com/urun/S/9754683972.jpg)
Uzun zamandir Nietzsche okumamistim.Ki bence Nietzsche felsefenin sonudur,doruk noktasidir.Onun "Sen Bilim" adli siirlerinin yer aldigi kitabini bitirdim.Kafayi ünlü bestekar Wagner' takmis olan Nietzsche felsefi siirler yazarak bestakar Wagnere'e kendi alaninda da meydan okumus adeta.Üniversite bitirme tezimi anarsizm" üzerine vermistim , Nietzsche'nin yarim kalan ve en büyük yapiti olmaya namzet
"Güç Istenci" adli kitabinindan haraketle "Güç Teorisi" merkezli bir kitap üzerinde çalismaya baslamistim.Sonra çildiran Nietzsche geldi aklima,sonra "Istemem,eksik olsun" diyen Cyrano geldi aklima,sonra kalan ömrümü Darkwood' batakliginda bir kulübede geçirmeye karar verdim,ama bulamadim haritada Darkwood'u.
Sonra..sonra..
(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TUgEHSIpqoI/AAAAAAAAKEg/JR7IGt3222g/s1600/180331_500507374793_544259793_6470578_1126441_n.jpg)
Kimi zaman çocuğum, Bir müzik kutusu başucumda. Ve ayımın gözleri saydam. Kimi zaman gardayım. Yanımda bavulum, yılgın ve ihtiyar. Ne zaman bir dosta gitsem. Evde yoklar. Bekliyorum bir kapının önünde, Cebimde yazılmamış bir mektupla. Bana karşı ben vardım, Çaldığım kapıların ardında. Ben açtım, ben girdim, Selamlaştık ilk defa. Bazen düşünür müsün, Başka birşeymiş gibi kendini? Şimdi bilmiyorum yaşımı, Kaç boğumluydu kuyruğum, Zehirim ne kadar keskindi! Çevremde kızıl bir ateş çemberi, Kaldırıp kuyruğumu bir gün, Sokmayı düşündüm kendimi. Bazen düşünür müsün sen de, Başka bir şeymiş gibi kendini? Kendi kendini gören bir, Göz gibi oldun mu hiç. İçe dönük bir göz gibi? Gözünün bebeğinden, Kaç fersah gördün içini? Nereye kadar sürdü yolculuğun, Dehlizin sanıldığından derin miydi? Söyle nerede buldun kemiklerimi? Yüzüğüm herhalde parmağımda değildi! Bazen düşünür müsün sen de, Başka bir şeymiş gibi kendini?
Fotoğraf - Atilla Atalay blogtan alınmıştır.
Yazı - Metin Altıok'un Evde Yoklar adlı şiirinden bazı dizler düz yazı haline getirilmiştir.
(http://img1.blogcu.com/images/g/a/r/gariboglu/met-altiok.jpg)]
"Yeni bir sözcük öğrendim geçenlerde rastlantı sonucunda;
Eskiden yüreğin ortasında bulunduğu sanılan siyah nokta,
Yani mecazi anlamda bir gizli niyet, bir duygu ve düşün
Ve bitkibiliminde tohumun içindeki o itici güç sürgün.
Yoklayın kendinizi şimdi hepiniz sonra söyleyin bana;
Nedir yüreğinizdeki siyah nokta, gizli niyet: süveyda?"
Metin Altıok'un Bir Acıya Kiracı adlı şiir kitabının, tam Bir Yürek Dökümü adlı bölümünü okumaya başlamıştım ki, ilk sayfasında yukarıdaki şiire denk geldim. Şair, bir rastlantı sonucunda bir kelime öğrendiğinden sözediyordu. Altı satırlık şiir boyunca o kelimenin ne anlama geldiğini anlatmaya çalışıyordu. Söylenirken dudaktan dökülen melodisini nasıl sevdim anlatamam... Gerçekten şahane bir kelime bu... Süveyda... Vay canına. Bakar mısın anlamına.? Yüreğin ortasında olduğu farzedilen bir kara nokta... Gizlenen niyet, bir gizli düşünce, saklı bir duygu demekmiş aslında... İnanabiliyor musun? Öyle bir anlam içeriyor ki bu kelime.. Tamam, ilk duyduğunda insana sanki fena bir şeymiş hissi veriyor... Hani deniyor ya kalpteki kara nokta... İyi de tohumu iten güç var ya hani sürgün olur sonunda... Süveyda öyle bir güç verirmiş insana... Hoppala... Nasıl bir şey ki bu? Diyor ki şair... "Yokla bakalım kendini... Var mı yüreğinde gizli niyet, siyah nokta?" Ben.. Benim mi? Yooo.. Siyah nokta öyle mi? Nasıl yani? Yoklamalıyım yüreğimi enine boyuna... Önce yüreğimin ortasına bakmayı öğrenmeyi denemeliyim.. Görüyor musun, şairler durup dururken nasıl uğraşıyorlar okurun içini dışına çıkarmaya.. Şimdi bunu düşüneceğim öyle mi? Hem de bu kadar işimin gücümün arasında! Nerden okudum bu şiiri şimdi? Eyvahhh!
NOT: "Bugün bir kelimeyi hissettim." Metin Üstündağ cümlesidir.
KILL BILL VE BİR MURATHAN MUNGAN ŞİİRİ (http://4.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TTn65JZ-u8I/AAAAAAAAJ7c/T9z6rcP3Ob8/s320/kill_bill_31.jpg)
Olmasa mektubun,
Yazdıkların olmasa
Kim inanırdı
Senle ayrıldığımıza (http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TTn8mdOAUMI/AAAAAAAAJ7g/bpVP1r40W5g/s320/exploding_heart.jpg)
Sanma unutulur,
Kalp ağrısı zamanla
Herşeyi unutarak
Yaşanır sanma.
(http://4.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TTn9CPU1yLI/AAAAAAAAJ7k/2mWlasyzbFY/s1600/killbill2_2.jpg)
Neydi bir arada tutan şey ikimizi
Birleştiren neydi ellerimizi
Bırak bana anlatma imkansız sevgimizi
Sevmek birçok şeyi göze almaktır. (http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TTn9iwQqetI/AAAAAAAAJ7o/hV6MDG3-3jk/s320/Kill_Bill2v.jpg)
Baksana geçmişe,
Ne çok anıyla yüklü
Nerde o taverna,
Nerde sinema (http://2.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TTn-EEgt4KI/AAAAAAAAJ7s/dzOYdILSPIw/s320/6785.jpg)
Harcanmış zamanlar
Yeniden yaşanmaz ki;
Geç kaldıktan sonra
Arama boşa! MURATHAN MUNGAN
Filmde uma thurman'ın david carradine(bill)'i öldürürken kullandığı teknik olan beş noktalı elle patlayan kalp tekniğini uyguladığı sahneyi gösteren resmin hemen altına;
Sanma unutulur,
Kalp ağrısı zamanla
Herşeyi unutarak
Yaşanır sanma.
Bu bölüm çok iyi gitmiş. ;D
Selam Tarkan Kurt,
Teşekkür ederim. Ben de bu eşleştirmeyi çok severek yaptım. Bu şiir ve Kill Bill çok yakıştı bence:)
Sıtkı Sıyrıl sayesinde, Zagor'un Sözü Bu! Bloğunda Zagor dövüş tekniklerini sular seller gibi öğrendim.
Ayrıca Kill Bill dövüş tekniklerini de acayip iyi bilirim.
Sadece "5 dokunuşta ölüm vuruşu" nu kimse üzerinde denemedim.
Allah denettirmesin... Bilirsiniz sonu feci :D
(http://2.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TUqPR2ABtDI/AAAAAAAAKEs/Gu3QM3uNkHE/s320/Disney_Karakterleri_-_Tarzan_vs_Jane.jpg)
ORMANLARIN GÜMBÜRTÜSÜNDEN
Bir yüzük yaptım sana güvercin teleğinden,
Bir yüzük bükerek hoşçakal sözcüğünden.
Bir yüzük yaptım belli belirsiz,
Eski bir gramafon sesinden.
Bir yüzük serçe parmağın için,
Bulutsuz bir gecede kayan yıldız izinden.
Bir yüzük yaptım terli bir yüzük,
Avucumdan geçen ince hayat çizgisinden.
Yanmasını bilen bakır bir yüzük,
Evime akım taşıyan elektrik telinden.
Bir yüzük yaptım, bir yüzük ki;
Yıllardır dinmeyen ormanların gümbürtüsünden.
METİN ALTIOK
[/size][/font]
(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TUqQ9oxulcI/AAAAAAAAKE0/mmuLfomNpNU/s400/tarzan1.jpg)
İKİ KİŞİ GİBİ (bazı dizeleri)
Onunla iki kişiydik.
Daha doğrusu bana öyle gelirdi.
Tam olarak bilmiyorum,
İlk ne zaman seslendi.
Sanırım bir akşam durup dururken
Apansız çağıdı beni.....
Bazen karıştırırdım,
Onunla kendi sesimi.
Susar yeniden başlardım söze
Çünkü yüzüme uygun değildi.
Ama o kurnaz ve çocukça biraz da
Hep benim sesime gizlenirdi....
Onunla bir kişiydik, iki kişi gibi.
Benden ona, ondan bana..
İnce bir kanal gibi geçirildi.
Biledi paslı direncimi
Umutsuzlukla
Ve beni hiç terk etmedi.
METİN ALTIOK
(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TUqQ1xT0eHI/AAAAAAAAKEw/csQuFAIF8sA/s400/Tarzan-Wallpaper-walt-disneys-tarzan-6248940-1024-768.jpg)
SÜRGÜN ( bazı dizeleri)
Bilmemem gereken
Şeyler öğrendim.
Sorular sordum
Sormamam gereken
Gördüm apaçık
Görmemem gerekeni
Söylenmezi söyledim.
Suçum büyük
Ve taamüden.
METİN ALTIOK
(http://4.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TFco1Cn2HZI/AAAAAAAAIj8/v6o9EkczD6c/s320/Orman.jpg)
Ilık bir yaz gecesiydi. O beldedeydim. Çıktım kendimden önce.. Gene kaçmak istedim. Sahil boyu yürüdüm. Sonra dağlara vurdum. Ağaçlara baktım tek tek.. Yapraklara dokundum.. "Meyvesi tek kuş olan, ağaç altına oturdum." Cırcır böceklerinin sesini dinledim. Bir keltenkele taşın altından başını çıkardı, gördü beni. Gözümüm içine baktı. Ürkütmekten korkar gibi, gövdesini geri çekti. Gülümsedim. Sırtımı bir ağaca dayadım. Başımı gökyüzüne çevirdim. Şimdi buracıkta kalsam, dedim. Bir ağaç olsam misal.. Bir ot, bir zeytin dalı, bir yaprak.. Karınca oluversem.. Karışıversem doğaya keşke.. İçimden geldi.. Dünyaya "Heyy!" diye seslendim. Rüzgar nasıl nazlı nazlı esiyordu. Tam hayale dalmak üzereydim ki ansızın onu gördüm.
(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TFcoTgqrbwI/AAAAAAAAIjs/TDMRhTfuNks/s200/ac%C4%B1.jpg)
O, "tuğralı alnıyla, eski bir berat gibi avunan solgun yüzüyle, zaman zaman aynaya bakan hüzünle, soyunun mutlaka son temsilcisiydi.. Kuş tokmaklı, asma kilitli tahta kapılardan geçmişe geçerdi.
Onunla iki kişiydik. Daha doğrusu bana öyle gelirdi. Tam olarak bilmiyorum, ilk ne zaman seslendi. Sanırım bir akşam durup dururken apansız çağırdı beni.
- "Hey ahbap; niye düştün yollara kaçacak bir yer yok ki!" dedi.
- "Olmasın ne çıkar, yoruyorum ya peşimdekini," dedim.
Muhacirlik günlerinden kalma, sanki yetim biriydi. Oluruna bırakmış her şeyi. Kararsız ve tedirgin boğazımda, rastlantıyla isimsiz bir ot gibi bitiverdi.
Bazen karıştırırdım, onunla kendi sesimi. Susar yeniden başlardım söze, çünkü yüzüme uygun değildi. Ama o kurnaz ve çocukça biraz da, hep benim sesime gizlenirdi. Bir ses ki için için diplerde derinlerde şimdi. Bekliyor sırasını sabırla, seçerek sözcüklerini. Çıkmak için gün ışığına, hazırlıyor konuşmaya kendini.
-"Hey ahbap, bu acı var ya kuş olsan kaçırmaz seni," dedi.
-"Öyleyse biri eski yazıyla, sağdan sola yazsın beni." dedim.
Onunla bir kişiydik, iki kişi gibi. Benden ona, ondan bana, ince bir kanalla geçirildi. Biledi paslı direncimi umutsuzlukla... Ve beni hiç terk etmedi. "
AÇIKLAMA: İlk paragrafı deneme yazısı olarak tam bitirmek üzereydim ki, Metin Altıok'un İki Kişi Gibi adlı şiiri aklıma geldi. Şiiri düz yazıya dönüştürdüm ve ikinci paragrafta şairin dizelerini benim cümlelerimin peşi sıra ekledim. Nur içinde yatsın. Şair umarım affeder beni.
İlk paragraftaki cümlenin orijinali "Tek meyvesi kuş olan ağaç altında uyudum." dur ve Metin Üstündağ'a aittir.
Görüldüğü gibi okur, sevdiği yazar ve şairlerin cümleleriyle böyle oynar durur.
(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TIzVnL7c9jI/AAAAAAAAI9I/EjrhbQcGL2Y/s200/42263_2.jpg)
Attila İlhan'ın Sisler Bulvarı adlı şiirini bilirsin değil mi? Of, ben çok severim. Aslında Sisler Bulvarı'nı kasım ayında okumak çok iyi gider. Çünkü ilk iki dize "Elinin arkasında güneş duruyordu... Aylardan kasımdı biz üşüyorduk" diye başlar. Sonra hüzün ve elem dolu dizeleriyle devam eder. Of! Binlerce kez okusam her seferinde... İnan her bir dizesini binlerce kez okusam tek tek... Yüreğime yine, yeni, yeniden tesir eder. Şair şiirinin bir yerinde şöyle söyler: "Sisler Bulvarı'na akşam çökmüştü... Omuzlarımıza çoktan çökmüştü... Kesik bir kol gibi yalnızdık." Bu nasıl benzetmedir? Şair bir yalnızlık tarifi yapmaktadır yapmasına ama bu yalnızlığı "kesik bir kol gibi" diye örnekliyor ya... İyice çarpıyor bu dize beni biliyor musun? Acaba "kesik bir kol gibi yalnızlık" la Attila İlhan ne demek istemiştir? Nasıl bir yalnızlık hissini anlatmak istemiştir? Anlayamıyordum.(http://4.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TIzQRQDA23I/AAAAAAAAI8w/P6umeaNdXSg/s320/22673.jpg)
Sonra günlerden bir gün gazetelerden birinde "hayalet uzuv sendromu" diye bir habere denk gelmiştim. Uzuvlarını kaybedenlerin sanki o uzuvları yerindeymiş gibi acı çekmelerine neden olan rahatsızlığa "hayalet uzuv sendromu" deniliyormuş.. Şöyle.. Deprem, savaş veya kaza sonucunda uzuvlarını yeni kaybedenler, sanki kolu, bacağı ya da eli halen yerindeymiş gibi hissediyorlar ve acı çekiyorlarmış.. Bu ağrının şiddetinden intiharı düşünenler bile oluyormuş.. Allah vermesin kimseye.. Düşünsene.. Ne feci bir histir kimbilir? Attila İlhan'ın Sisler Bulvarı'nda "kesik bir kol gibi yalnızdık" dediği böyle bir duygu olmalı.. Öyle bir yalnızlık hissi ki sanki bir uzvun, kolun kesilmiş gibi sözgelimi.. O halde tam burada İtalyan yazar Cesare Pavese'nin günlük yazılarından oluşan Yaşama Uğraşı kitabındaki o ünlü cümlesini yadetmenin tam zamanı değil mi? Der ya hani... Of! Yazmak bile içimi acıtıyor inan ki.. "Yalnız kalmamak için tüm akşam aynanın karşısında oturdum." Bu sözlerin yazarının sonu ne olmuş biliyor musun? 42 yaşında bir otel odasında, hem de çok meşhur bir yazarken üstelik, uyku hapı içerek intihar etmiş..(http://2.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TIzQizH8rqI/AAAAAAAAI9A/ut6le3qIWMw/s200/LIVEIM%7E1.JPG)
Şimdi Pavese'nin aynalı cümlesinden bak nereye geçeceğim.. Kaliforniya Üniversitesi'nde, son derece basit bir yöntemle "hayalet uzuv sendromu"nu tedavi etmeyi başarmışlar.. Hani uzvunu kaybeden kişiler, kayıp henüz yeniyken, kesilmiş ellerini veya ayaklarını hissetmeye devam ediyorlarmış ya.. Bu beynin bir organı yitirmeye direnişiymiş aslında.. Artık olmayan bir elin karıncalanması, olmayan bir ayağın uyuşması, omuzun kesik yerinin yumrusuna dokunduğunda elinin parmaklarını tutuyormuş hissi vermesi gibi yani.. İşte bu nedenle Hayalet uzuv deniyormuş.. Bilim dünyası Ayna Tedavisi diye bir yöntem geliştirmiş.. Uzvunu kaybeden kişi ayna karşısına geçiriliyormuş. Misal kolunu mu kaybetmiş.. Sağlam kolunu aynanın önüne koyup kaldırıp indirmesi isteniyormuş.. Beyin kol kesik değilmiş gibi algılıyormuş ve bu durumda hastanın aslında var olmayan ama ağrıyan kolunun ağrısı yok oluyormuş.. Bir nevi görsel aldatmaca yani.. Ve bu yöntem uzuvlarını kaybeden hastaların ağrılarının giderilmesinde çok başarılı bir yöntem olmuş. Ne güzel!
İyi de, İtalyanın yalnız yazarı Cesare Pavese, yalnız kalmamak için tüm akşam aynanın karşısında oturup, yalnızlık sızısını dindiremeyip intihar ettiğine göre demek ki Ayna Tedavisi yalnızlığın ilacı değil öyle değil mi? Ya da şöyle mi düşünmeli. Eğer yalnızlık acısı varsa, insan aynayı belki de kendi içine çevirmeli. Yalnızlığın hayali ağrısını dindirmek için belki içindeki Sisler Bulvarı'na ayna tutmalı. Ne diyor büyük şair: "eğer sisler bulvarı olmasa.. eğer bu şehirde bu bulvar olmasa.. sabah ezanında yağmur yağmasa.. şüphesiz bir delilik yapardım.. " Gördün mü halimi? Neyle başladım yazıma... Nerelere gittim? Sonunda toparladım mevzuyu da, çok şükür nihayetinde başladığım yere döndüm.. Neyse... Böyleyken böyle...
"Yalnızlık alternatifsizdir!" sevgili Hayal Kahvem.Ve daha da vahim olan:
"Tanımamızı istedi Tanrı;
Alternatifsiz olanı.
Seçme şansı olmadı,
Seçme şansı vermedi
Yalnızlığı"
İnsanın içinde yaradan bir parça vardır ve O'na kavuşana kadar "yalnızlık" herhangi bir aşkla,sevgiyle idame edilemez.Çünkü:
"Yalnızlık"
İçimdeki Tanrı.."dır.
SİSLER BULVARI
elinin arkasında güneş duruyordu
aylardan kasımdı üşüyorduk
ağacın biri bulvarda ölüyordu
şehrin camları kaygısız gülüyordu
her köşe başında öpüşüyorduk
**********************
sisler bulvarı'na akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık
dağlarda ateşler yanmıyordu
deniz fenerleri sönmüştü
birbirimizin gözlerini arıyorduk
*************************
sisler bulvarı'nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarıda bulutlar yürüyordu
terkedilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
yenikapı'da bir tren vardı
**********************
sisler bulvarı'nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin
ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!
**************************
sisler bulvarı'ndan geçtim sırılsıklamdı
ıslak kaldırımlar parlıyordu
durup dururken gözlerim dalıyordu
bir bardak şarabda kayboluyordum
gece bekçilerine saati soruyordum
evime gitmekten korkuyordum
sisler boğazıma sarılmışlardı
**************************
bir gemi beni afrika'ya götürecek
ismi bilmiyorum ne olacak
kazablanka'da bir gün kalacağım
sisler bulvarını hatırlayacağım
kırmızı melek şarkısından bir satır
lodos'tan bir satır yağmur'dan iki
senin kirpiklerinden bir satır
simsiyah bir satır hatırlayacağım
seni hatırlatanın çenesini kıracağım
limanda vapur uğuldayacak
*************************
sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki istanbul'du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlık bana dokunuyordu
**********************
eğer sisler bulvarı olmasa
eğer bu şehirde bu bulvar olmasa
sabah ezanında yağmur yağmasa
şüphesiz bir delilik yapardım
hiç kimse beni anlayamazdı
on beş sene hüküm giyerdim
dördüncü yılında kaçardım
belki kaçarken vururlardı
**********************
sisler bulvarı'ndan geçmediğim gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fikrimi çeliyorlar
aksaray'da ışıklar yanıyor
sisler bulvarı ayaklanıyor
artık kalbimi susturamıyorum
Attila İLHAN
Bir ümit ışığı bekliyorken sessiz karanlıklarda
Islanılası bakışlar çarpıyordu kalbine
Ve yağmurun kuruluğu okşuyor yalnızlıklarını
Umutlarını tekmeliyor hayat keskinlikleri
Bakıyorum aynadaki adamın gözlerine
Ne kadar yazık etmiş hayata yaşamışlıklarında
Duygularını umarsızca savururken savunmalarında
Görmüş ki kalmamış saatlerin acıması .....
Yalanların gelip geçeceği yaşam nihayetlerinde
O da bakacaktır uzaktan geçenlere
Bıçak acısıyla ... ya da kelebek coşkusuyla
Elindekiler sağlayacaktır tebessüm kırıntılarını
Ya görecektir çayırlarda özgürce gezen o mağrur savaşçıyı
Ya da her nefes alışında
Onu bir kez daha öldüren, yine öldüren
İşe yaramaz pişmanlıkların iç çekişlerini....
AHMET AÇILTAN
(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TReH1ybcZtI/AAAAAAAAJtM/BGaJQi1umzc/s200/untitled.bmp)(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TReIVYv6g0I/AAAAAAAAJtQ/YgGzuhXsH_4/s200/attila%252Bilhan.jpg)
Mevsim gereği hava erken kararıyor. Attila İlhan şiirinde dediği gibi "Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır" ya hani... İşte karanlığın insanı delirten o ihtişamını çok seven biriyim. "Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım... Çiçekler damlıyor gecenin parmaklarından... Dudaklarımda eski bir mektep türküsü... Bu gece dağ başları kadar yalnızım" Oynadım gene şairin dizeleriyle. Şiirdeki yerlerini değiştirdim. Ama yazsam daha güzelini yazamazdım inan ki. Attilla İlhan'ın Yalnızlık Şiiri'nde anlattığı hisler içerisindeyim.
Yok. Yapamayacağım! Kendi cümlelerimle anlatamayacağım. Dalacağım Attila İlhan'ın o etkili dizelerine... Onun dizeleriyle bir kompozisyon yazacağım. "Tut ki gecedir." diyerek başlayacağım. Sonra şairin o güzelim Elde Var Hüzün adlı şiirine geçeceğim. Dizelerden dizelere atlayacağım. Diyeceğim ki: "Zamanlar değişti. Ah nerde gençliğimiz! Sahilde savruluşları başıboş dalgaların, yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller, elde var hüzün! Hayat zamanda iz bırakmaz. Bir boşluğa düşersin, bir boşluktan birikip yeniden sıçramak için. Elde var hüzün!" Başımı döndürdü bu dizeler yemin ederim. Şiir çarpmasına uğramam an meselesi... Ha düştüm ha düşeceğim... Şairin başka bir dizesine sarılmalıyım... Hemen! Demeliyim ki: "Elimden tut yoksa düşeceğim. Yoksa bir bir yıldızlar düşecek. Eğer şairsem beni tanırsan. Yağmurdan korktuğumu bilirsen. Gözlerim aklına gelirse. Elimden tut yoksa düşeceğim." Of! Attila İlhan'ın Yağmur Kaçağı şiirine bir can kurtaran misali sarıldım sarılması ama... Amaa.. Diyor ya Şair, şiirinin devamında.. "Yağmur beni götürecek yoksa beni.." Çarpıldım kaldım bu defa iyi mi? Lütfen, "Elimden tut yoksa düşeceğim." Of! Sana bir şey söyleyeyim mi? "Eger sisler bulvarı olmasa... Eğer bu sehirde bu bulvar olmasa.. Sabah ezanında yağmur yağmasa... Şüphesiz bir delilik yapardım." Yapardım inan ki! Ne var? Tut ki gecedir ve karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır ve dudaklarımda eski bir mektep türküsü... Hey! Elimden tut yoksa düşeceğim... Çünkü... Çünkü... Elde var hüzün!
(http://2.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/S-BAaqiFF1I/AAAAAAAAHuo/_dSG-6EMUf8/s400/101423_2.jpg)
Bugün gökyüzüne baktın mı bilmem? Hele ikindi ile akşam arası saatlerde baksaydın eğer, kocaman mavilikte sanki muhtelif fırça darbeleriyle, beyaz bulutların oya gibi işlenmiş olduğunu görürdün gökyüzüne... Öyle şahaneydiler. Kulağım arayınca bir melodi, elim gayri ihtiyari torpido gözüne gitti. Tek elim direksiyonda, diğeri karıştırırken cd leri, uzun zamandır dinlemediğim bir cd elime geldi. Of of of! 1997 tarihli Ataol Behramoğlu Şarkıları - Aşk İki Kişiliktir adlı albümü. Şairin bestelenmiş şiirlerinden oluşuyor. Edip Akbayram söylüyor; "Ben ölürsem akşam üstü ölürüm - Çocuklar sinemaya gider.- Yüzümü bir çiçeğe gömüp, -Ağlamak gibi isterim. -Derinden bir tren geçer. -Ben ölürsem akşamüstü ölürüm. -Uzaktan bir bulut geçer.- Karanlık bir çocukluk bulutu, -Gerçeküstücü bir ressam, -Dünyayı değiştirmeye başlar.- Kuş sesleri, haykırışlar,- Denizin ve kırların Rengi birbirine karışır. -Sana bir şiir getiririm. -Sözler rüyamdan fışkırır.- Ben ölürsem akşam üstü olürüm. " Bu şarkı sözleri, Ataol Behramoğlu'nun ama benim aklıma nedense, başka bir sevdiğim şair Orhan Veli geliyor. Hani şu meşhur fotoğrafı vardır ya, hani arkadaşlarıyla bir bankta oturuyor.
(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/S-BAaQKPGGI/AAAAAAAAHug/MfSbtXokN7k/s400/dortkisiparkta.jpg)
Of! Bu fotoğrafa hem bayılırım, hem de baktıkça tuhaf bir hüzün duyarım. "Dört kişi parkta çektirmişiz. Ben, Orhan, Oktay bir de Şinasi - Anlaşılan sonbahar - Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli - Yapraksız arkamızdaki ağaçlar - Babası ölmemiş daha Oktay'ın - Ben bıyıksızım - Orhan Süleyman Efendi'yi tanımamış - Ama ben hiç böyle mahzun olmadım - Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?- Oysa hayattayız hepimiz" demiş bu fotoğraf hakkında Melih Cevdet Anday. Fotoğrafta yer alan kişiler, soldan sağa Orhan Veli, Şinasi Baray, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday'dır. Orhan Veli'nin yaşamı boyunca hep dostu kalmış kişilerdir. 1914'de doğmuştur Orhan Veli. 10 Kasım 1950 akşamı Ankara'dadır. Kimbilir belki dilinin ucunda hüzünlü şiir cümleleri Ankara'nın karanlık yollarında yürümektedir. Belediyenin kazdırmış olduğu çukuru görmez ve düşer. Başından yaralanmıştır ama aldırmaz. Bir iki gün sonra İstanbul'a döner. Zaten o sıralar aklı fikri hep İstanbul'a dönmektir. Sevdiği kadın İstanbul'dadır çünkü. İstanbul'a gelir. 14 Kasım akşamı yemek yerken olduğu yere yığılır kalır. Sebep alkol sanıldığından alkol tedavisi yapılır. Oysa sevgili şair beyin kanaması geçirmektedir. O akşam hayata veda eder. 36 yaşındadır. Yüreğinde sevdiği kadın, cebinde 28 kuruş vardır.
Şairimiz Ataol Behramoğlu "Ben ölürsem akşam üstü ölürüm." diyor. Başka bir şairimiz Orhan Veli 36 yaşında bir akşam üstü ölüyor. Bu akşam araba kullanırken, Edip Akbayram'ın etkili sesinde benim aklıma işte bunlar geliyor.
(http://4.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/Sx19MKbQ_EI/AAAAAAAAFEY/_e7K2hJqpCg/s320/Rapunzel.jpg)
Cahit Sıtkı Tarancı'nın "Her mısrada bir cigara yaktırıyor." dediği şairdir İlhan Berk ve şaşırtan şiirlerin sahibidir. Geçen yıl 90 yaşında kaybettiğimiz şair "Unutmak yoktu, daha zaman bölünmemişti. Saydamdı, baktı mı görülürdü" "Ben durdum, yol yürüyordu", "Sözcükleri kaldırın dünya durur" ,"Her sözcük bir fırtınadır, yalnız şiirde patlar" "Ölüm daha kolaydır sevmekten der ya Aragon Anla ki ölüme benzer seni sevmek" dizelerinin sahibidir. İlhan Berk'in çocukluğuna ait saçla ilgili vahim anılarını yazmasam olmaz.
(http://2.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/Sx2AFsBYA7I/AAAAAAAAFEg/KmXnBVNIbak/s320/ilhan-berk2.jpg)
İlhan Berk'in büyük ablası deliymiş. Huriye ablası tek başına bir odada kalırmış. Çünkü üstüne bir şey giymeyi kabul etmezmiş. Yanına şairden başka pek kimse giremezmiş. Suyunu ve yemeğini avluya bakan küçük camdan verirlermiş. Ablası, İlhan Berk'ten başka kimseyi odasına istemezmiş. Uzun boyluymuş ve belki doğduğundan beri kesilmediği için saçları, topuklarına kadar uzanırmış. İlhan Berk o kadar güzel anlatır ki ablasını. Boticelli'nin uzun yüzlü, uzun boylu, uzun saçlı çıplaklarına benzetir ve badem gözlü olduğunu söyler mesela. Vücudu hep gergin, dik ve kösnüldü der. Odaya ne zaman girse, ablasının ona gülümsediğinden bahseder. Ablası ne zaman delirmiştir? Böyle mi dünyaya gelmiştir? Şairimiz bilmemektedir. Abla evdekileri görmek istemez... Ama İlhan Berk odaya girdiğinde, sevincini açıkça belli eder. İlhan Berk de o kadar sever ki ablasını, o çocukluk çağında bütün dünyasını adeta ablası doldurmaktadır. Onun yanında kendini bir masal dünyasında hisseder. Hatta okulu düşman olarak görür. Çünkü okula gitmediği zamanlarda, hep ablasının yanındadır. Bir ara Manisa düşman işgali altına girer. Herkes dağa çıkar. Abla odadan çıkmak istemez ve evde kalır. Ancak şehir yanmaktadır. Evlerini de yangın sarmıştır. Ablasının saçlarından tutuşarak yanıp kül olduğunu İlhan Berk sonradan öğrenecektir maalesef. "Benim çocuk dünyam böylece yıkıldı."diyecektir.
(http://4.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TFQI0yG281I/AAAAAAAAIis/M_Hv8E0ab_s/s200/12211515891191549288ilhan_berk_1_.jpg) (http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TFQIbwVpBZI/AAAAAAAAIic/kHRE0DRYX_I/s320/k%C3%BClt.jpg)
İlhan Berk'in Kült Kitap'ını okuyasım geldi. Hani "Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısını Görmeye Gitmek" başlıklı bölümü var ya.. Özellikle o bölümünü nedense...
(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TFQIbiZWSZI/AAAAAAAAIiU/HakHA1tp_Oo/s320/beh%C3%A7et.jpg)
Behçet Necatigil ölmüştür. İlhan Berk Halikarnassos'tadır. Cenazesine gidemez. İlhan Berk'in "yazdıkları en çok üstüne başına benzeyen ozan dediği, o sevgili ozanlardandır Behçet Necatigil. Hiç kimseye yapmamıştır. Ona da yapmaz. Baş sağlığı dilemez. Aslında Necatigiller'in evi, İlhan Berk'in girip çıktığı birkaç sevdiği evlerden biridir. Nihayet ölümünden bir süre sonra, bir yaz öğle sonu, cenazesi kalkmamış gibi üstelik, büyük bir ıssızlık içindeki apartmanın merdivenlerini çıkar. Kapıyı çalar. Issızlığın içinde açılan kapı, şairi daha büyük bir ıssızlığa atar, bırakır. Salonda her zaman oturduğu yerde oturur. Elindeki üç beyaz gülü masaya bırakır. Evi inceler. Hiçbir eşya sanki yerinden kıpırdamamış gibidir. Kedileri ezikçe gelip İlhan Berk'e sürünürler. Behçet Necatigil'in her daim yaşam dolu sevgili karısı Huriye hanım yanına geldiğinde, birden ölümü görür İlhan Berk. Necatigil'in her zaman gördüğü odasını ölümünden sonra da görmek ister. Odaya girer. O yoktur. Huriye Hanım, İlhan Berk'i çivileyen cümleyi söyler: "İşte, der, hangi kitabı çeksem şiirler çıkıyor arasından!" İlhan Berk'e göre, bir ozanın karısı, geride başka neler bulabilirdi ki? Şiirler olacaktı tabii.. Çıkar odadan.. Necatigil'i ve ölümü aşan bir şay kalır İlhan Berk'in üzerinde.. Sonra her şey silinir gider. Yeniden Halikarnassos'a döndüğünde, birden Behçet Necatigil'in karısının sözleri gelip vurur İlhan Berk'i: "İşte, hangi kitabı çeksem içinden şiirler çıkıyordu!". Sonra "Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısı'nı Görmeye Gitmek" adlı şiirini yazar.
ÖLÜ BİR OZANIN SEVGİLİ KARISINIGÖRMEYE GİTMEK
'Kâğıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam.
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş bir şiir
Kiminde.
Hem her şey şiirlerde değil miydi?
Bir gök şiirde ağar, bir sokak şiirlerde
Gider gelirdi.
Böyle yaşayıp gidiyorduk.'
Sesi,
Sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
Masada açık duran bir kitabı gösterdi sonra
Ölünün, son kez elini sürdüğü ve kaldığı.
'Burada işte oturmuş şu kitabı okuyordu,
Elinden kitabın düştüğünü gördük sonra.
Hepsi bu.'
Böyle dedi, yüzüne kapayıp ellerini
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.
İlhan BERK
(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SxznoCNMoRI/AAAAAAAAFDM/u1Sv4exKmb0/s320/cemals.jpg)
Sanal evrende dolanırken Milliyet Sanat Dergisi Ekim 1985 sayısında, Zeynep Oral'ın Cemal Süreya ile yaptığı bir sohbet yazısına denk geldim. 1931 Erzincan doğumlu Cemal Süreya'nın, 1938'de Dersim isyanı sonrasında ailesiyle birlikte, Erzincan'dan göçüp Bilecik'te oturmaya mecbur edildiği anlatılır. Bilecik'e geldiklerinden altı ay sonra Cemal Süreya'nın annesi, dördüncü çocuğunu doğururken ölür. Çocuklara babanne bakar, Cemal Süreya'da ilkokulu okumak için, İstanbul'a amcasının yanına gönderilir. Altı yıl evlenmeyen baba, babanne çocuklara bakamayınca, önce Esma sonra Refika ile evlenir. Esma kötü bir üvey annedir. Evdeki kızkardeşlerine çok işkenceler eder. Şair "Örneğin saçlarından tutup kuyuya sarkıtırdı. Bu yüzden kardeşlerimin saçları gür değildir." diye anlatır. Çocukların hem acısını hem de kuyuya düşme korkusunu şöyle bir hayalimde canlandırdım da içim fena oldu inan ki... Cemal Süreya bu işkenceleri görmemek için, parasız yatılı okulları kazanır ve okul hayatı hep parasız yatılı okullarda geçer. Esma delinin biridir. Bir fırıncı ile kavga eder. Adamı vurur. Adamı öldü zannedip, Bilecik'ten kaçar. Cemal Süreya'nın kardeşleri, bu zalim kadından böylece kurtulurlar. Neyse ki babasının sonra evlendiği Refika iyi bir annelik yapar çocuklara.
(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/Sxzn24jDSvI/AAAAAAAAFDk/nQXtV2DjZyk/s200/zeyneporal.jpg)
Cemal Süreya kendini kitaplara verir. Eline geçen her türlü kitabı okur. Yazmanın ne demek olduğunu bilmeden yazmaya başlar. Şiirler yazar mesela. İlk şiir defterinin adı "Kızıl Mısralar" dır. Hem kırmızı mürekkeple yazmaktadır defterini, hem de sevdiği kızın saçları kızıldır. İlk dizler şöyledir: "Seni sevdiğim anda her şeyim kızıl oldu, Masmavi defterime kızıl satırlar doldu." Defter elden ele dolaşmaya başlar dolaşmasına ama büyük ağabeyler uyarırlar kendisini. "Seni komünist zannederler," deyince, Cemal Süreya hem defteri hem de şiiri yeşille değiştirir. Yeşil Mısralar olur defterin adı tabii. Ankara Siyasal'da okuduğu yıllardan mutlulukla söz eder. Beş kez evlenir. Evliliğin aşkı öldürdüğüne inanır. "Aşk meşru bir şey olamaz. O da şiir gibi meşrulaşınca ölür." der. Kendinin utangaç, şiirlerinin cüretkar olduğunu söyler. Emmanuella filminin Türkiye'de gösterilmesi yasaklanınca, Danıştay'a başvurulmuş. Cemal Süreya'da Danıştay'da bilir kişiymiş. "Ben olmasaydım bu film serbest bırakılmazdı. Rastlantılar.. Galiba rastlantılara uygun bir adamdım." diye sohbetine devam eder. (http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/Sxzn2i74dfI/AAAAAAAAFDc/Axs8dcABxHI/s200/cd2f353db1372f9808d8c843da72a339155530.jpg)
1957 de trafik kazasında babası ölür. Zeynep Oral'la yapılan sohbette yazmaz ama Cemal Süreya'nın "Sizin Hiç Babanız Öldü mü?" adlı şiirini, babası öldüğü zaman yazdığı düşünülürse de, böyle değildir. Şairin ilk evliliğine babası karşı çıktığı zaman yazmıştır bu şiiri: "Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü kör oldum Yıkadılar aldılar götürdüler Babamdan ummazdım bunu kör oldum."
Hayatındaki temel duygunun yanlışlığın giderilmesi olduğunu söyler. Filmlerde hep o anlarda ağlamaktadır. Filmlerde iki sevgili bir sebeple ayrılırlar da hani, sonra yanlışlığı anlar ve koşarlar ya birbirlerine. Cemal Süreya bu sahnelerde göz yaşı döker. Tüm ilişkilerde yanlışlığın giderilmesi öenmlidir Cemal Süreyya için... Aşkta da, dostluklarda da... "Ben bütün hüzünleri denemiştim kendimde, Bir bir denemiştim bütün kelimeleri" der "Aslan Heykelleri" şiirinde. Zeynep Oral'la yaptığı sohbetine "Hayatımı başka hiçbir hayatla değiştirmek istemediğime göre demek ki mutsuz değilim." cümlesiyle bitirir. 9 Ocak 1990 yılında yitirdiğimiz ünlü şair için, Ülkü Tamer şu dizeleri yazmıştır: "Tanrı Bin birinci gece şairi yarattı, Bin ikinci gece Cemal'i, Bin üçüncü gece şiir okudu Tanrı, Başa döndü sonra, Kadını yeniden yarattı. "
Cok guzel bir yazi, harika bir tanitim olmus.
Teşekkür ederim Emre. :)
Beğendiğinize sevindim.
Cemal Süreya'nın kendi yazısı ile...(http://2.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TUCX41q6qhI/AAAAAAAAJ_M/M692wBi9oLg/s400/DSC05191.JPG)
(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TRMB-AsGkkI/AAAAAAAAJro/uSubeBadKhY/s400/CEMALS%257E1.JPG)
Şu yukarıdaki notu okurken nasıl mahçubiyet hissettiğimi anlatamam sana. İçim nasıl utanma duygusu ile doldu. Öte yandan bu notu tüm merakımla tekrar tekrar okudum. Hatta bu notu bir tablo gibi uzun uzun seyrettiğimi samimiyetle itiraf edebilirim. Aslında nasıl özel bir not bu... Çok mahrem bir not... Altında tanıdığım imza olmasa ilgimi çekmezdi ki. Ama bu Cemal Süreya'nın imzası. Bilirim. Cemal Süreya'nın imzası çok ünlüdür. Kimileri şapkaya benzetir. Sunay Akın ise imzayı yan çevirir bakarsak, şairin profilden bir resmini elde edeceğimizi, hatta imzadaki ü harfinin noktalarının Cemal Süreya'nın vazgeçemediği sigarasını resmettiğini söyler. Cemal Süreya ressamdır aynı zamanda. Belki de imzasıyla kendisini resmetmektedir, kimbilir? Bu notu Tomris Uyar'a yazmış. Nasıl özel bir not! Şairin en mahrem duyguları. Nasıl ortaya dökülmüşse dökülmüş işte. Şairin şiirleri gibi bu not da bilinir olmuş. Cemal Süreya veTomris Uyar şimdi diğer alemdeler... Ruhlarına rahmet! Bilseler bu mahrem notun herkes tarafından okunduğunu üzülürler miydi acaba? Bilmiyorum. Bildiğim Cemal Süreya bu notu sevdiği kadına tüm içtenliği ile yazmış. Parlak sıfatlar, yürekte yankılanacak rengarek kelimeler kullanmak yerine insanın iliklerine işleyen alçakgönüllükle yazdığı nota bakar mısın? Müthiş!
(http://img155.imageshack.us/img155/1296/zaqor51000.jpg)
Kahvaltı
Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı
CEMAL SÜREYA
(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TCZB88S56zI/AAAAAAAAIWM/ptrTxvi8h0Y/s320/it.jpg)
Hani bazı sitelerin ya da evlerin bahçelerine "Dikkat Köpek Var" tabelası asarlar ya, o kadar sinir olurum ki anlatamam.. Keşke yanımda bir tebeşir olsaydı diye düşünürüm.. Neden mi? Can Yücel'in o güzeller güzeli kara mizah şiirini yoksa hiç işitmedin mi? Bak şimdi...
"BİZE DE DERLER ÇAKICI
Yanımda tebeşir gezdiriyorum devamlı
Bu mutena semtteki konakların bahçe kapılarına asılı
O (iki nokta üst üste)
BU EVDE KÖPEK VAR
Levhalarının altına selatin harflerle kocaman bir
DOĞRUDUR
Yazmak için"
Gördün mü? Gene bir şair yetişti imdadıma... Hangi söz, sinirlerime bu kadar hicivsel merhem sürer! Can Yücel, yattığın yerde nur ol e mi? Sevgiler!
(https://lh4.googleusercontent.com/-zd3kiNKyyzA/TYUuKsiIueI/AAAAAAAAKdA/l3ShTaJmiXs/s320/6dLWMEWULp.jpg)
Önemli bir buluş gerçekleştirmişti.
Fotoğraf makinesinin geliştirilmiş bir modeli, dijital sinyalle beyindeki hafıza loblarından birine bağlanabiliyordu artık. Birinin bu makineyle çektiğiniz fotoğraflarını yırttığınızda, o kişi hatıralarınızdan, hafızanızdan da anında siliniveriyordu.
Bir gün yanlışlıkla kendi fotoğrafını yırtacak oldu. Bir aynanın karşısında kilitlenmiş buldular onu. Bir daha kendisini hiç hatırlayamadı. Buluşu, boşluğu oldu.
Daha sonraları onun okuyamadığı bir çok kitaba, seyredemediği bir çok filme konu oldu bu durum. Çoğaltmaları arasında kendi kayboldu, şimdi kimseler hikâyenin aslını hatırlamaz. Doğrusunun şu anlattığım olduğundan da emin değilim.
Murathan Mungan
(https://lh3.googleusercontent.com/-SFrltvT6OAg/TYOuJdmKDzI/AAAAAAAAKck/4ZG6Ic2AfNA/s320/eternal_sunshine_of_the_spotless_mind_ver12+%25282%2529.jpg)
daha az seviyorum seni
giderek daha az
unutur gibi seviyorum
azala azala
aramızdaki uzaklığın karanlığında
geceler kısalıp, gündüzler uzuyor öyle olunca
daha az seviyorum seni
kendini iyileştiren bir yara gibi
daha az
ve zamanla..
sen geceyi tutuyorsun, ben nöbetini
uzak dağ kışlalarında
görmüyoruz birbirimizi
usul usul sis iniyor
kopmuş yollara
ışığı hafif, uykusu ağır koğuşlarda üzerini örtüyorum senin
bir çığ gibi büyüyorsun rüyalarımda
sevgilim sevgilim
yıldızları daha büyüktür bazı gecelerin
nöbet kadar yalnızken öğreneceksin bunu da
artık daha az seviyorum seni
unutur gibi, ölür gibi daha az
yeniden ödetiyorum kendime
onca aşkın öğretemediğini
kolay değildi
yalnızca sevgilimi değil, evladımı da kaybettim ben
kaç acı birden imtihan etti beni
bir tek gece vardır insanın hayatında
ömür boyu sürer nöbeti
bu da öyleydi,
iyi ol, sağ ola, uzak ol
ama bir daha görme beni
MURATHAN MUNGAN
(https://lh6.googleusercontent.com/-9Jqlo1ErrwM/TX6yrXnCb7I/AAAAAAAAKbE/ZY2jSWRzAa0/s320/IMG_0573.jpg)
Dün şiir çarpmasına uğrayacağımı bile bile, Turgut Uyar, Edip Cansever ve Cemal Süreya şiirleri arasında dolansam diye heves etmiştim. Sahiden başlamıştım dolanmaya böylesine iyi niyetli bir hevesle... "Hiçbir şey umrumda değil diyorum... Aşktan ve umuttan başka..." dizelerinin şairi Turgut Uyar'la başlamıştım önce. Sonra vakit kalmamıştı diğer şairlerin kapısını çalmaya. Gerisin geri dönüvermiştim. Olmaz ki! Hatırlasana... Ne der Cemal Süreya? "Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu... İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük." Eee... Şimdi ben bir tek Turgut Uyar'ın şiirlerinin kapısını çalmakla yetinsem, Cemal Süreya'nın hatırı kalır. Sadece Turgut Uyar'la Edip Cansever'in şiirlerine uğrayayım desem, bu kez Edip Cansever'in boynu bükük kalmaz mı? Eyvah! Kuşkusuz kalır. Gördün mü halimi şimdi? Allahım meğer ben ne muazzam bir işe kalkışmışım! Vazgeçtim. Ani bir karar değişikliğiyle Can Yücel'e atlayıverdim, ne yapabilirim? Şöyle bir hayal kuruyorum. Öbür dünyada bir "şairler şehri" olmalı. Tüm yüreğimle bu hayalime inanıyorum. Şairler şehri illa ki vardır. Tahmin ediyorum bu dünyadan göçen tüm şairler, şimdi hep beraber "şairler şehri"ndedirler. Edip Cansever'le Cemal Süreya sanırım ancak Can Yücel dizelerini yazarsam bana sitem etmezler. Çünkü Can Yücel tüm babaCANlığıyla "Haydi ulan, üzmeyin kızı! Bekleyin sıranızı... Sizi de yazacak işte bir ara yav!" diye onlara seslenirdi. Ve bence Edip Cansever'le Cemal Süreya sıralarını memnuniyetle Can Yücel'e verirlerdi. Fazla yokuşa sürmeden, hemen atlayayım Can Yücel şiirlerine o halde... Japonya'daki tsunami felaketine denk düşen şu dizleriyle başlamaya ne dersin? "Yani şu geçirdiğim on gün var ya... On ay eder su içinde." Bir Siyasinin Şiirleri'nde, Damlaya Damlaya Göl Olmaz Ya bölümündeki on sekizinci şiirin dizeleridir aslında... Peki ya o güzelim sevda şiirleri... "Sen gideli hastalar oldu liman...... Sen gideli... Sağır- dilsiz okulunda öğretmenim ben." der sözgelimi. Of! Ya şu şiire ne diyeceksin? "Ellerimde bir göz yaşı... gözlerim boş gidiyorum... Ne bileyim bir damlanın böyle deniz olduğunu. Şaştım... mavi bir fal gibi açılınca önümde." Ne müthiş değil mi? Her şair ayrı dünya... Ayrı tat... Ayrı lezzet... Ama dikkatini çekerim. Böylesine etkili aşk şiirlerinin şairi Can Yücel'i kızdırmaya asla gelmez... Çünkü nasıl ağzı bozuktur, nasıl küfürbazdır anlatamam! Bodoslama söyler söyleyeceğini...
Kibar Hırsızın Türküsü
Anamın ipiyle indim gökdelen damınızdan
Kelebek gibi girdim kelebek camınızdan
Taksinize mülkünüze dairenize
Heceleyerek üzerinde ayak ve el uçlarımın
Belledim seyyarenizi ve kelimelerinizi
Gözlerinize baktım, mukaddes ciltlerinize, büfelerinize
Vesairenize..
Şiir fenerimle de baktım, son çığlık!
Aşk yokmuş sizde beş paralık!
Gidiyorum ben boşçakallar
Sıçmışım ortalık yerinize
Kıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık.
Tamam. Ne denir başka? Ağzı bozuk diye Can Yücel'in şairliğinden kuşkulanmak mümkün mü? Asla... Eğip bükmeden sözcükleri savuruyor. Ve Can Yücel'in şiirleri beni anlatılmaz şekilde etkiliyor. Biliyorsundur ki şair, on iki yıldır Datça'nın koynunda dinleniyor. "Sen gideli hastalar oldu liman... Karantinalara girdi..." Tamam. Gidiyorum. Bu kadar. Kahve molam bitti. Hoşçakal.
NOT: Fotoğraf Sezer Özşen'in resim galerisinden alınmıştır.
(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/Ss491jeMHnI/AAAAAAAAEOU/XaEuFyS4bA4/s320/badem1.jpg)
ARKADAŞIM BADEM AĞACI
Sen ağaçların aptalı
Ben insanların
Seni kandırır havalar
Beni sevdalar
Bir ılıman hava esmeye görsün
Düşünmeden gelecek karakış..
Acarsın çiçeklerini ..
Bense hayra yorarım gördüğüm düşü...
Bir güler yüz bir tatlı söz..
Açarım yüreğimi hemen
Yemişe durmadan çarpar seni karayel
Beni karasevda
Hem de bilerek kandırıldığımızı
Kaçıncı kez bağlanmışız bir olmaza
Koş desinler bize şaşkın
Sonu gelmese de hiç bir aşkın
Açalım yine de çiçeklerimizi
Senden yanayım arkadaşım
Havanı bulunca aç çiçeklerini
Nasıl açıyorsam yüreğimi
Belki bu kez kış olmaz
Bakarsın sevdan düş olmaz
Nasıl vermişsem kendimi son sevdama
Vur kendini sen de bu güzel havaya
Aziz Nesin
(http://1.bp.blogspot.com/-e793cADE9F4/TcHIBK_N2KI/AAAAAAAAKvY/hnoMZOv9WwQ/s400/DSC05930.JPG)
az önce kahve molası verdim.. bak sana ne anlatacağım.. aylardan mayıstı.. günlerden ise salı.. "fransız konsolosluğu önünde, yerli bir banka oturmuş, fransız fransız, önümden akıp giden hayata bakıyorum.." diye başlar bir yazısına metin üstündağ.. ben de aynısını yapma niyetiyle fransız konsolosluğu önündeydim.. ama heyhat.. aradım taradım.. o yerli bankı bulamadım.. fransız konsolosluğunun yanındaki kafenin tahta sandalyesine çöktüm.. ama, fakat, lakin.. sonrası aynen metin üstündağ'ın yazdığı cümleler gibiydi.. "püfür püfür kızlı, erkekli grublar geçiyor.. zenginler, fakirler.. işportacılar, zabıta.. tramvay, yerliler, kediler, yabancılar.." inan bana şahane bir ilkbahar ikindisi vaktiydi.. "elişi kağıdı gibi gökyüzü.. " derin derin içimi çektim.. dinledim yüreğimi.. bin hüzünlü hazlardan biriydi hissettiğim.. "ve haydarpaşa hüzünlenmesinde rüzgar.. esiyor çocukluğum." işte aynen böyle hisler içerisindeydim.. sonra kalktım yerimden.. fransız konsolosluğu'na girdim.. bir el içeri itti beni sanki.. merdivenlerden aşağıya indim.. "burası" dedi birisi.. burası dediği yer, bir sinema salonu gibiydi.. o kadar kalabalıktı ki salon, ilk boş bulduğum koltuğa çöktüm.. baktım.. sahnede yedi kişi vardı.. ortadaki.. "sadece arap dünyasının değil dünyanın yaşayan en büyük şairlerinden ve edebiyat düşünürlerinden biri burada.. adonis.. şiirini arapça dilinde okuyacak şimdi.." dedi.. heyecanla dinledim.. şiirin arapça dilindeki melodosi o kadar şahaneydi ki.. oturduğum koltuğa kendimi iyice yerleştirdim.. şair, editör, caz eleştirmeni jack reda.. fransız edebiyatı, sanat ve estetik tarihi öğretim görevlisi hassan wahbi.. la monde'un edebiyat eleştirmeni vardı bir de.. bizden kimler vardı biliyor musun.. küçük iskender ve özdemir ince.. heyy.. şahane.. ben.. yazar ve felsefeci ahmet soysal yönetiminde, bizzat şairlerinden arapça, fransızca ve türkçe şiirler dinledim.. of.. müthişti gerçekten.. bu akdeniz şairleri buluşmasıydı biliyor musun.. şahidim.. havada üç dilde akdeniz dizeleri uçuştu resmen.. şiirden başım dönmüş hâlde dışarıya çıktığımda.. fransız konsolosluğu önünde.. evet.. yerli bank yoktu ne yazık ki.. bir süre ayakta durdum.. "fransız fransız, önümden geçip giden hayata, hayatıma baktım.. hayat başka çarem yok.. seni çok seviyorum."
(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TSzRjBD2_dI/AAAAAAAAJ0M/PeX4iknomAQ/s320/KenMolinaroli.jpg)
RAHATI KAÇAN AĞAÇ
Tanıdığım bir ağaç var.
Etlik bağlarına yakın..
Saadetin adını bile duymamış.
Tanrının işine bakın.
Geceyi gündüzü biliyor.
Dört mevsim, rüzgârı, karı...
Ay ışığına bayılıyor.
Ama kötülemiyor karanlığı.
Ona bir kitap vereceğim.
Rahatını kaçırmak için.
Bir öğrenegörsün aşkı,
Ağacı o vakit seyredin."
Melih Cevdet Anday
(http://4.bp.blogspot.com/-OLyfOSaeuNM/TcPwpakzOoI/AAAAAAAAKvo/KGNiNoxiFbo/s320/imagesCAN2GUNM.jpg)
Terliymiş mavi gök, bıkkınmış akşamüstü
balkon yorgunmuş, yel söylenecekmiş.
Hariçmiş badem dünyadan, sardunya
daha şımaracakmış. Kerem edecekmiş taş,
mayalanacakmış çöl, düze çıkacakmış çukur.
Hah hah ha...
Sağ sağrımda aşk tozu birikiyor
gamzemde lirik hatıra.
(http://1.bp.blogspot.com/-Ol8ZAuFO93E/TcPw3x-3v6I/AAAAAAAAKvs/cA3wbd_BqKc/s320/spiderman1.jpg)
Karnımın üstündeki çiyden duyuyorum dünyayı
Her ayağım bir başka yöne işaret ediyor.
Durmadan değişiyormuş dünya
Örümcek bağlıyormuş hatıra...
(http://1.bp.blogspot.com/-SaEHmKQxUo0/TcPxGb5akYI/AAAAAAAAKvw/gDKqQz0B3jY/s320/imagesCAWYAZ02.jpg)
Ruhumdaki sarkaç bir atıyor beni
cesaretin beyaz atına, bir çekiyor içeri
ağulu korkuya.
(Ben üretmişim kuşkuyu, benim ipliğimmiş korku! hah.)
(http://2.bp.blogspot.com/-9VntqP8lax8/TcPxmoonaZI/AAAAAAAAKv8/muH0MvwO75w/s320/imagesCAK21WEW.jpg)
Örümcek bağlıyormuş hatıra
hah hah ha.
İpim indirsene beni dünyaya
ha.
Birhan Keskin/ Örümcek
NOT: Birhan Keskin'in Örümcek Adlı Şiiri ile Örümcek Adam'ı eşleştirdim!
Yalvaç Ural ustanın kaleminden çizgi romana ve çocukluğumuza ait güzel bir şiir.
(http://altinmadalyon.com/altin/index.php?action=dlattach;topic=3572.0;attach=387;image)
Çok etkileyici ve ne kadar doğru bir tespit...
Mister NO, ben hemen aşırırım bu şiiri ve bir ara Hayal Kahvem'e misafir ederim:)
Teşekkürler.
(http://1.bp.blogspot.com/-4qnEtcfU85Q/TZdNiiwjh6I/AAAAAAAAKk8/qsnSBn0Yoh0/s320/imagesCA3TP73J.jpg)
Dünya öküzlerin boynuzları üstünde dururmuş,
Her kıpırayışında öküz, deprem olurmuş..
Oysa dünya, halkların omzu üstünde durur
Kıpırdasın da gör!
CAN YÜCEL
(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SvNDk9uQ-8I/AAAAAAAAErg/LXDB5uMlwWQ/s320/attila%2Bilhan.jpg)
Birkaç gündür evdeki kitaplıkta eski kitaplarıma göz atıyorum. Buna bir nevi eski dostlarla hasret giderme diyebilirim. Hatta bazılarının varlığını bile unuttuğumu şaşkınlıkla farkediyorum. Mahcubiyet hissederek elime alıyorum tabii... Bazı kitaplarımla ne uzun olmuş görüşmeyeli!.. Bazıları o kadar eski kitaplar ki, resmen öpüp başıma koymak istiyorum. Büyükbabamın mübarek eli misali. Her biri tek tek karşıma çıkıyor. Bazılarında bir naz, bir eda, sitem ... Yüzüme bile bakmıyorlar resmen. İşte elimde tuttuğum, Fena halde Leman sözgelimi. Attila İlhan'ın 1960 larda yayımlanmış ve ortalığı toza dumana katmış romanı. Kimbilir ne zaman en son elime aldım? Kitabın ilk sayfasına baktım. 02.12.1991 yazıyor. Yirmi yıl önce okumuşum. Kitabın ilk iki sayfasına da, dayanamamış, o güzeller güzeli Üçüncü Şahsın Şiiri'ni yazmışım. Şimdi gözgöze geldik Fena Halde Leman'la... Anladım. Kitap resmen bana küs... Sanki başladı şiiri okumaya: "Gözlerin gözlerime deyince / Felaketim olurdu ağlardım" Nasıl mahcup oldum nasıl utandım anlatamam. Devam etti: "Beni sevmiyordun bilirdim / Bir sevdiğin vardı duyardım." İnan bunları duyunca neredeyse ağlayacaktım Dedim ki ünlü romana: "Hayır, inanma! Yok öyle bir şey... Her kitabın yeri ayrı. Senin yerini başka kitap tutar mı? Olur mu öyle şey!" Kitabın adı Fena Halde Leman ya, kitabı bir an kadın sandım. Kirpiklerini eğdi sanki, inan ki, üşüdüm içim ürperdi. "Yapma Fena Halde Leman! Unutur muyum hiç seni. Baksana içindeki cümlelere ne çok çizmişim. Şu ahir ömrümde kaç renk adı öğrendiysem senden öğrendim. Bak söyleyeyim istersen!"dedim. Dediklerim hoşuna gitti çok şükür!.. Güldü. "Söyle bakalım !" dedi. Attila İlhan'ın Fena Halde Leman romanında, altını çizdiğim renkleri tek tek saymaya başladım... Eğer kitap küsseydi bana... Ama eğer Fena Halde Leman küsseydi bana.. Eğer Attila İlhan küsseydi bana... İşte ozaman... FELAKETİM OLURDU AĞLARDIM!
Çatalkaya, zakkum pembesine çalan havai eflatun.
Deniz, Körfez'in içlerine gelindikçe, erguvan rengi.
Bu hakiki bir elektrik mavisi olup...
Asit yeşili bir masal yaratığı gibi görünüp kayboluyor.
Yangın kızılı bir loşluk..
Soğuk gri gözlerinde örümcek kızılı bir parıltı belirir.
...... durduğu yerde duramayan, çarpıcı renkler: safra yeşili, buz beyazı, deliksiz siyah, ateş kırmızısı, ölü eflatun..... vırt zırt yer değiştiren oje kızılı aydınlıkla kör karanlık, oturanı serseme çevriyordu.
.... batan güneşin pembe yaldıza buladığı başıboş martılar...
.... mavi yeşil bir sonsuzluğa ağır ağır demir alan, dalgın gemi...
... güzel atmaca gözleri vahşi yeşil...
... delimsirek renkler ortasında yaşayan...
Gözleri porselen akı...
...su yeşili bir ışığa bulanmış, tavanı alçak bir salon...
Hardal sarısı bir loşluğa boğulmuş salon...
.... Ölgün renklerin doğurduğu külrengi pus, sütlü bir gece izlenimini veriyor...
...kederli külrenginden subay hakisine kadar renkler, açıklı koyulu....
... örümcek kızılı ellerini uzatıp...
Şehvet kırmızısı bir aydınlıkta yüzüyorum,...
...altın sarısı ve yosun yeşili...
..morla eflatun arası gece!
..saçları platin beyazı
Koyu menekşe rengi, minnacık bir ağız.
Aydınlığı kükürt sarısı.
...Pere Duparc'ın masmavi kahvesinde...
Sivas ve Isparta halıları: boru çiçeğine çalan morumsu lacivert, lale ezmesi kırmızı ve ördek başı yeşil, imgelem çiçeklerinden derlenmiş bir masal bahçesi.
...yaldızlı sarı, kızılcık kızılı, yaprak yeşili, kehribar siyahı...
...şu bonbon pembesi dantelli yatak örtüleri..
... cırlak kırmızı ufak bir reno-alpine
... ışıklı reklamın kömür siyahı ve kan kızılı tokatlarını yiye yiye...
... yaldızlı lacivedden sütlü sarıya kadar...
... cesed mavisi bir kız...
... süpürge sarışını...
FOTOĞRAF
Durakta üç kişi
adam, kadın ve çocuk
adamın elleri ceplerinde
kadın çocuğun elini tutmuş
adam hüzünlü...hüzünlü anılar gibi hüzünlü
kadın güzel...güzel şarkılar gibi güzel
çocuk...
hüzünlü anılar gibi güzel
güzel şarkılar gibi hüzünlü...
bu gün üstad cemal süreya'nın ölüm yıldönümü...rahmetle ve şiiriyle anıyorum
ve şair bir"y" yi terketti yıllar önce..rahmetle..
(https://lh3.googleusercontent.com/-z-92bBMptyA/TXFWT7jCwgI/AAAAAAAAKWY/a_3P3VSONtU/s1600/imagesCAEKPEWB.jpg)
NİYE Mİ VURDUM?
"Gözlerini dikmiş bana bakıyor, sanki bilmediğim bir şeyi biliyordu.
Ben de çektim vurdum.
Hâlâ bilmiyorum. Belki o biliyordu."
Murathan Mungan
(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/TTn8mdOAUMI/AAAAAAAAJ7g/bpVP1r40W5g/s320/exploding_heart.jpg)
(http://2.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SWJQWbi0CbI/AAAAAAAAAek/Qd66p9U_WzE/s400/00149270.jpg)
2009 yılıydı. O gün 58 yıl önce vatandaşlıktan çıkarılan Nâzım Hikmet'in vatandaşlığa kabul edilmesine karar verildiğini öğrenmiştim. Vatandaşlıktan çıkardık demekle ne oluyordu ki? Gönüllerden çıkarmak mümkün olabilmiş miydi? İşte... Bunca yıldır dilimizde, belleğimizde değil miydi şiirleri? Olsun bu günleri de gördük ya... Çok şükür, demiştim.
Sait Faik "Bir insanı sevmekle başlar herşey " demiş ya... Ne güzel söylemiş... Ben de sevdiğim bir sevgi ve aşk adamı Nâzım Hikmet için bir şeyler yazmak istedim... Ama Nâzım Hikmet'in aşklarını anlatmak istiyorum. Ya da aşklarıyla birlikte, aşık olduğu kadınlara yazdığı aşk şiirlerini... Bir şair hele Nâzım Hikmet'se şairi... Bana göre Edebiyat tarihimizin en güzel aşk şiirleri yazmış birisidir... Nasıl sevmeden, aşık olmadan şiir yazabilirdi sevgili şairimiz öyle değil mi? Nâzım Hikmet'in aşkları sadece kadınları değildir tabii... O memleketine, doğaya, insana kısacası güzel olan her şeye aşıktır. Benim şimdi yazmak istediğim ise, illa kadınlara olan aşkıyla ilgili...Nâzım Hikmet ve Nüzhet
(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SWJQV5qVVYI/AAAAAAAAAeU/6cTBb8U1giU/s400/naz%C4%B1m+ve+n%C3%BCzhet.jpg)
Nâzım ve Nüzhet çocukluk arkadaşıdırlar. Moskova'da üniversite öğrencilikleri devresinde evlenirler. Nüzhet'in ailesi razı değildir bu evliliğe. Mektuplar yağdırırlar Moskova'ya. "Her sözüyle, her hareketiyle, her şeye isyan etmiş, hatta saçları bile berberin tarağına isyan etmiş bu adamla senin gibi munis ve uysal bir kız geçinemezsiniz!" derler.
Bir ara Nüzhet'in sağlığı bozulur ve memlekete döner. Ne kadar tedavi olup iyileşmiş olsa bile, bu bünyesi ile Nazım'a yoldaşlık yapamayacağını düşünür, belki de ailesinin etkisi ile ayrılmaya karar verir.Zaten Moskova nikahı yapılmış olduğu için, boşanmak gibi hukuki bir sorunları da yoktur. Yıkılır şairimiz bu karar üzerine...Bu evlilik iki yıl sürmüştür. Bu ayrılıktan sonra Şair'in şu şiiri yazdığı söylenir:
MAVİ GÖZLÜ DEV, MİNNACIK KADIN VE HANIMELLERİ
O mavi gözlü bir devdi, /Minnacık bir kadın sevdi. /Kadının hayali minnacık bir evdi, bahçesinde ebruli hanımeli açan bir ev. /Bir dev gibi seviyordu dev, /Ve elleri öyle büyük işler için hazırlanmıştı ki devin, /yapamazdı yapısını, /çalamazdı kapısını bahçesinde ebruliiii hanımeli açan evin. /O mavi gözlü bir devdi, /Minnacık bir kadın sevdi. /Mini minnacıktı kadın. /Rahata acıktı kadın yoruldu devin büyük yolunda./Ve elveda! deyip mavi gözlü deve, /girdi zengin bir cücenin kolunda bahçesinde/ ebruliiii hanımeli açan eve. /Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev, Dev gibi sevgilere mezar bile olamaz: /bahçesinde ebruliii hanımeli açan ev...
Nazım Hikmet ve Piraye
(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SWJokhAOnCI/AAAAAAAAAfk/EjQE3eC8Q4o/s400/3.bmp)
Piraye, Nâzım Hikmet'in kızkardeşinin arkadaşıdır. Kocasından ayrılmış, bir erkek ve bir kız çocuğu sahibi dul bir kadındır. Şairimiz'in Piraye'ye yazdığı ilk şiirinin hikayesinin şöyle olduğu söylenir:
Şair, sevgilisine bir demet mor menekşe ile gitmeye niyetlenmiştir. Ama dostlarının karnını doyurması gerekmektedir. Altın gözlü çocuğun menekşe parasını harcar. 1930 da yazdığı o güzelim şiiri de şöyledir:
Mor Menekşe, Aç Dostlar ve Altın Gözlü Çocuk:
Abe şair,
bizim de bir çift sözümüz var
«aşka dair.»
O meretten biz de çakarız
biraz..
Deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti yaz
sarı
tahta vagonları
ter, tütün ve ot kokan
bir tren gibi.
Halbuki ben
istiyordum ki gelsin o
kırmızı bakır bakracında bana
sıcak süt getiren gibi...
Fakat neylersin,
yaz böyle gelmedi,
yaz böyle gelmiyor,
böyle gelmiyor, hay anasını... şey!..
EEEEEEEEEY...
kızım, annem, karım, kardeşim
sen
başında güneşler esen
altın gözlü çocuk,
altın gözlü çocuğum benim;
deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti de yaz,
ben, bir demet mor menekşe olsun
getiremedim
sana!
Ne haltedek,
dostların karnı açtı
kıydık menekşe parasına! (http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SWJgX24lhxI/AAAAAAAAAfM/2sp3HBZtHNU/s400/piraye.jpg)
1935'de kimseye haber vermeden evlenirler. İstanbul'a yerleşirler. Ama rahat olamazlar ki... Nâzım Hikmet'in mahpusluk günleri başlayacaktır. O kadar çok şiir yazmıştır ki Piraye'ye... O kadar çok mektup yazmıştır ki "Karıcım, canım karıcığım" hitapları ile başlayan... Misal, "Karıcığım, Bu seferki ilk mektubuma senin için yazdığım bir şiir ile başlıyorum:
Saat dört yoksun, Saat beş yok / Altı,yedi ertesi gün ve belki kimbilir... /Hapishane avlusunda bir bahçemiz vardı. /Sıcak bir duvar dibinde on beş adım kadardı./Gelirdin,yan yana otururduk, Kırmızı ve kocaman muşamba torban dizlerinde..."
Bu şiir böyle devam etmektedir... Şiirin sonundaki mektup ise şöyle bitmektedir:
"Kuzum karıcığım,bu şiirleri iyi oku.Yazdıklarımın en ustaları değilse de en yalansızlarıdır.Seni nasıl yalansız, süssüz,sanatsız seviyorsam,bunlar da öyle... "
Yada ,"Karıma Birinci Mektup" şiirini şöyle bitirmektedir:
......................................................
Düşmanara gam. /Dostlara selam. /Kalbimde çocuklarım. /Seni kucaklarım. /Canın sıkıldıysa bu mektuptan beni affet!... /Kocan: Nazım Hikmet(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SWJvUTF7-tI/AAAAAAAAAfs/Rb9DuncmduY/s400/pi+4.jpg)
"Karıma 2. Mektubumdur" diye yazılan ve Portreler kitabında yayımlanan en ünlü şiir de şu değil midir?
"Bir tanem!
Son mektubunda:
"Başım sızlıyor
yüreğim sersem!"
diyorsun.
"Seni asarlarsa
seni kaybedersem,"
diyorsun,
"yaşayamam!"
Yaşarsın, karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı,
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlarda
ölüm acısı.
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki, sevgili,
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nazım'a!
Ben,
alacakaranlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız
yarım kalmış bir şarkının acısını
toprağa götüreceğim...
Karım benim!
İyi yürekli,
altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim;
ne diye yazdım sana
istendiğini idamımın,
daha dava ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
kellesini adamın.
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal!
Paran varsa eğer
bana fanila bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı.
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli
bir mahpusun karısı."
(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SWJQWSlFiGI/AAAAAAAAAes/zIf_AJixt24/s400/nazim10_jpg.jpg)
Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları" şiiri ise şöyle başlamaktadır:
"Senin adını /Kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım.
Malum ya,bulunduğum yerde /Ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere alatı katıa verilmez), /Ne de başı bulutlarda bir çınar."
Durmaksızın yazar Piraye'ye Nâzım Hikmet, sürekli yazar... 1945 lerde gene mahpushanede Piraye hanım'a hergün bir şiir yazmaya başlar. "Piraye için yazılan saat 21-22 şiirleri"dir bunlar.
"Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken....."
Yıllar yılları kovalar hasret ve sevi dolu mektup ve şiirlerle... Amaaa her aşkın bir sonu vardır galiba...
(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SWJw3YcN5dI/AAAAAAAAAf8/PbgqIQVbm48/s400/nz1.jpg)
1946 da Bursa Mahpushanesi'nde yatarken dayısının kızı Münevver'in ziyaretleri sıklaşmaya başlamıştır. Gönlüne sual olunmuyordu şairimizin ve artık Nâzım Hikmet ile Münevver aşkı başlıyordu. Şair mektup yazar Piraye'ye ve anlatır durumu tüm açık yürekliliği ile... Piraye Hanım yıkılır ama kimseye belli etmez. Bu arada Münevver bir çocuk sahibi evli bir kadındır. Kocası ayrılmak istemez. Nâzım- Münevver aşkı içinden çıkılmaz hale gelir. Nâzım Hikmet bu aralar bir mektup yollar Piraye hanım'a. Şöyle der:
"Yeryüzünde hiçbir insan, hiçbir insana benim sana yaptığım kötülüğü yapmamıştır. Bütün bunlara rağmen gel. Sana "gel" diyecek kadar yüzsüz ve alçaksam ne halt edeyim, öyleyim işte. Fakat gel. Ve benden nefret ederek,beni hor hakir görerek de olsa, beni bir daha yalnız bırakma!"
(http://4.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SWJokW9WsRI/AAAAAAAAAfc/ZWdFnXm2dIg/s400/2.jpg)
Gelmezse intihar edeceğini söyleyen mektuplar yazar karısına... Haberler gönderir...Piraye dayanamaz gider. Daha sonra da Nâzım Hikmet'in Piraye Hanım'a yazıları devam eder. Nâzım Hikmet açlık grevi yapmıştır mahpushanede ve rahatsızlandığı için hasteneye yatırılmıştır. Piraye Hanım'la son görüşmelerinin hikayesi de şöyledir: Özel bir bağışlanma bekleyen şair serbest bırakılacağını düşünmektedir ve gene Münevver Hanım'la görüşmelere başlamıştır. Piraye Hanım bilir durumu ama gene de hastaneye gider ve Nâzım Hikmet'e çıktığında evine gelebileceğini söyler. Tam bu konuşma sırasında, kapısı açılır görüşme odasının ve içeriye Nâzım Hikmet'in kızkardeşi ile Münevver Hanım girerler. Şairimiz iki arada kalmıştır ve durumu oldukça sevimsizdir. Piraye Hanım çıkar odadan. Bu Piraye ve Nâzım'ın son görüşmesidir.
1930 da başlayan aşk 1950 de noktalanır. Bu 20 yıl hep tutuklanmalar ve mahpuslukla geçmiştir. Piraye Hanım kocasını hiç yanlız bırakmamış ve sabırla beklemiştir. Boşandıktan sonra da 1995 yılında ölene kadar da hiç bir gazeteciye tek bir laf etmemiş ve kimseyle bir daha evlenmemiştir.
Nazım Hikmet ve Piraye Hanım aşkından geriye, uzun mahpusluk yılları boyunca yazılan yüzlerce şiir, mektuplar ve kitaplar kalır... Hayranlıkla okumamız için!
1946 da "Piraye'me Rubailer" yazmıştır Nazım Hikmet... Bir tanesi şöyleydi:
"hatunumun gözleri eladır da /içinde hareler var yeşil yeşil /altın varak üstüne yeşil yeşil meneviş /Kardeşlerim,bu ne biçim iş /şu dokuz yıldır eli elime değmeden /ben burda ihtiyarladım /o orda /Kalın,beyaz boynu kırışan kızım, /imkansızdır ihtiyarlamamız bizim,
etin gevşemesine bir başka tabir gerek, /zira ki ihtiyarlamak:
kendinden başka hiç kimseyi sevmemek demek."
Nâzım Hikmet ve Münevver(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SWMkN4V4MWI/AAAAAAAAAgE/WY4R8Mn54UQ/s400/24-nazim-1951.jpg)
1938 de Nâzım Hikmet Bursa Mapushanesindedir. Bir gün dayısının kızı Münevver gelir ziyaretine. Bir güzellik girmiştir içeriye, üzerinde Fransız parfümleri kokusu. Kendine güvenli şen şakrak bir kadındır. Münevver le yaşamaya karar verirler.
" Sen esirliğim ve hürriyetimsin, /Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin, /Sen memleketimsin. Sen ela gözlerinde yeşil hareler, /Sen büyük,güzel ve muzaffer /Ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin..."
Evli ve bir çocuk annesidir Münevver. Önce Nâzım Hikmet'in hapisten çıkacağı düşünülmektedir. Ama mümkün olmayınca çıkması ve kocası Münevver'den ayrılmaya ikna olmayınca bir pusula gönderir şaire kocasından ayrılamsının imkansız olduğunu bildirir. Açlık grevine başlar Nâzım Hikmet.
"yapraklara,dallara,yeşillere, allara, /Nice nice yıllara gülüm,nice nice yıllara.
Yaprak dala, al yeşile yaraşır, /Gayrı bundan böyle vermem seni ellere."(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SWMkOO_tS2I/AAAAAAAAAgM/Uksrbt3O6aQ/s400/m%C3%BCnevver.jpg)
1950 de giren af kanunuyla Nâzım Hikmet özgürlüğüne kavuşur. Çıkınca hapisten Münevver'le evlenir. 1951 de oğulları Mehmet dünyaya gelir. "Nazım'ın kopyası, mavi gözlü,sarı saçlı, gürbüz bir oğlandı." demektedir Vâlâ Nurettin. Nedense Nâzım Hikmet'in askere gitmesi istenmektedir. Nâzım Hikmet 49 yaşındadır ve 1918 de Bahriye Mektebini bitirmiştir. İkna edemez kimseyi ve askere sevk kararı çıkartılmıştır. Şair 1951 Haziran'ında Tarabya'dan bindiği bir sürat teknesiyle önce Romen şilebine biner, ordan Varna'ya,sonra Bükreş'e ve nihayetinde Moskova'ya gidecektir. Bundan sonraki yıllar memleket hasreti başlayacaktır.
"Sevgilim, gonca gülüm /Başladı Lehistan ovasında yolculuğum.
................
Sevgilim, dayı kızım, Memed'imin anası, /Dedelerimizden biri /1848 Polonya muhaciri.
Belki o Varşovalı güzel kadına, senin /İkizmişsiniz gibi benzeyişiniz bundandır,
Belki ben bu yüzden böyle sarı bıyıklı /Böyle uzun boyluyum, /Oğlumuzun gözleri böyle kuzek mavisi."
Memed'e yazar:
" Ananı üzme oğlum, /Ben güldürmedim yüzünü /Sen güldür. /Anan /İpek gibi kuvvetli,ipek gibi yumuşak; /Anan, /Nineliğinde bile güzel olacak /On ilk gördüğüm günkü gibi, /Boğaziçi'ndeOnyedisinde, /Ay ışığı,gün ışığı,caneriği, /Dünya güzeli."
1958 de paris'tedir Nâzım Hikmet.
"Sensiz Paris gülüm, /Bir havai fişeği /Bir kuru gürültü /Kederli bir ırmak. /Yıktı mahvetti beni Paris'te durup dinlenmeden, gülüm /Seni çağırmak." 1961 de Münevver, oğlu Memed'le birlikte kaçak yollarla Varşova'ya gitmeyi başarır. Yıllardan sonra Nâzım Hikmet'le bir otelde biraraya gelirler. Sonra bir ev tutarlar. Münevver Varşova Üniversitesinde bir iş bulacaktır. Ama Nâzım bu yıllar zarfında yeni bir aşk bulmuştur kendine... Vera.. Durumu Münevver'e açıklar. Bir süre sonra Münevver oğlunu alıp Fransa'ya geçer. Orada da bir Fransızla evlenir daha sonra. 1998 tarihinde Fransa'da vefat eder.
Nâzım Hikmet ve Vera(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SWMwI4vClVI/AAAAAAAAAgs/ouymesKIbzg/s400/vera+2.jpg)
"Saçları saman sarısı,kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı" diye 1961 de yazdığı "Saman sarısı" şiiri ile ölümsüzleştirdiği kadının adı Vera'dır. Nazım Hikmet'ten otuz yaş küçük, beş yıllık evli ve bir çocuk annesidir. İlk tanıştığı andan itibaren aşık olmuştur şair, Vera'ya. Evli ve çocuklu olması umrunda değildir. Vera'yı sürekli aramaktadır. Günde belki on kez telefon eder. Sonunda muradına erer Nazım Hikmet ve Vera'nın gönlüne girmeyi başarır. Evlenirler. Bundan sonra şiirler Vera için yazılacaktır.
(http://2.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SWMwJKWQsAI/AAAAAAAAAg0/JZohRt_3X50/s400/vera+3.jpg)
"Seher vaktı habersizce girdi /gara ekspres kar içindeydi /ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım/peronda benden başka da kimseler yoktu/durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri/perdesi aralıktıgenç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada/saçları saman sarısı kirpikleri mavi/kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı/üst ranzada uyuyanı göremedim/habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres/bilmiyorum nerden gelip nereye gittiğini/baktım arkasındanüst ranzada ben uyuyorum/Varşova'da Biristol Oteli'nde/yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu..."
"Vera'nın Resmi" adlı şiiri de şöyledir:
"Kimseler yapamaz senin resmini
Sen kendi resmini kendin de yapamazsın
Bir açılıp bir kapanır kapılar yüreğinde
Senin resmini ben yapacağım."(http://2.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SWMwI9uZkCI/AAAAAAAAAgk/2pwsT0yOop8/s400/vera+1.jpg)
Giitiği her ülkeden her şehirden arar Veya'yı şair. Her yerden kartlar yazar sevda dolu... Gönderir Vera'ya usanmadan...
"Selam.Öpüyorum seni.Raya'yı ve tüm dostları. Korkunç hasret içindeyim. Bir an önce, bir an önce dönmek istiyorum, işte bu kadar. Nâzım."
Bazı yolladıkları da sadece dört satırdır. Şöyle:
"Durmadan seni düşünüyorum.
Durmadan seni düşünüyorum.
Durmadan seni düşünüyorum.
Durmadan seni düşünüyorum.
Nâzım Hikmet "Nâzım Hikmet en son şiirini gene Vera'ya yazmıştır.
"Gelsene dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm."
Nazım Hikmet 3 Haziran 1963 günü memleket hasretiyle ölür. Vera, Şairin ölümünden sonra kimseyle evlenmez bir daha. Vera da 2001 de öldüğünde Moskova'dadır.
Sevdalıyım Tepeden Tırnağa (http://1.bp.blogspot.com/--1ISKHv8EKQ/T1na4JHPQdI/AAAAAAAAN8U/BdivcyKZF5Q/s320/IMG_1088.JPG)
Nâzım Hikmet hakkında pek çok kitap okumuştum. Şiirlerinin tepeden tırnağa sevdalısıyım. Ben yukarıdaki yazıda evlendiği dört kadınla ile ilgili aşklarını yazmaya çalıştım. Sırasıyla Nüzhet, Piraye, Münevver ve Vera... Ama bu kadar değildir Nâzım Hikmet'in kadınlara olan aşkları... Hayatıyla ilgili yazılan kitaplarda görülecektir ki yaşamının her döneminde daima kadın olmuştur şairimizin.
Nâzım Hikmet için "Aşık olmadan yaşamak, yaşamak değildir." Vera'ya Leipzig'den yazdığı mektubu buraya geçirmek istiyorum. Arada okuyup hatırmak için.."Vera, sevgilim. Senden bir güneş daha aldım, yani (güneş resmi çizmiş), ve yüreğim, yani (yürek resmi çizmiş) sanki bir ilkbahar dalı, yani(çiçekli bir dal çizmiş)oldu. Seni nekadar sevdiğimi tasavvur edemezsin. Güzelim, tatlım, akıllım benim. Rusça yazmayı mutlaka öğreneceğim. Moskova'da hergün mektuplar yazacağım sana. Sensiz dünya benim için (alevler içine bir dünya çizmiş)işte böyle. Eski mektuplarını 1000x1000 kere okudum. Dün gece sesin çok hüzünlüydü. Sabaha kadar(açık bir göz çizmiş) uyumadım, gözümü kırpmadım. Çok yoruldum ve sana yardım edemiyorum. Sevincim benim, sana en önemli şeyi söylemek istiyorum, ömrümce söylemediğim bir şeyi: Seni seviyorum. Nâzım."
Yıllar önce hapishaneden yazdığı mektubunda başka bir aşk anlayışını anlatmıştır Nâzım Hikmet:
"...... Mesela ben 45 yaşımı bitirdim. Ama her gün biraz daha aşık oluyorum. Karımdan, sanattan, tabiattan, insanlardan, idealizmden tut da kanaryama kadar her şeye dolu dizgin aşık oluyorum. Ve çok şükür aşığım. Bu aşk mistik manada felan değil. Platonik aşk değil. Her birine ayrı ayrı pratik tezahirleriyle faal bir aşk... Bana öyle geliyor ki, bir tek insana, yüz milyonlarla insana, her tek ağaca, bütün ormana, tek bir düşünceye, fikre, birçok düşünceye ve fikre aşık olmadan yaşamak, yaşamak değildir." [/font][/size]
Bu yazıları hazırlarken pek çok kitap karıştırdım. Asıl faydalandığım Emin Karaca'nın Sevdalıyım Tepeden Tırnağa - Nâzım Hikmet'in Aşkları kitabıdır. O kadar güzel derlenmiş bir kitaptır ki, diğer aşklarını okumak isteyen olursa hararetle tavsiye ederim.
Nazım Hikmet söz konusu olunca Saman Sarısı şiirini hatırlarım her zaman.Paylaşmak istedim.Büyük Usta'ya ayrılmış bu sayfada. :)
SAMAN SARISI
Vera Tulyakova'ya derin saygılarımla
I
Seher vakti habersizce girdi gara ekspres
kar içindeydi
ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım
peronda benden başka da kimseler yoktu
durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri
perdesi aralıktı
genç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı
üst ranzada uyuyanı göremedim
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
bilmiyorum nerden gelip nereye gittiğini
baktım arkasından
üst ranzada ben uyuyorum
Varşova'da Biristol Oteli'nde
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu
oysa karyolam tahtaydı dardı
genç bir kadın uyuyor başka bir karyolada
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ak boynu uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
oysa karyolası tahtaydı dardı
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığımız yoktu
oysa karyolalar tahtaydı dardı
iniyorum merdivenleri dördüncü kattan
asansör bozulmuş yine
aynaların içinde iniyorum merdivenleri
belki yirmi yaşımdayım belki yüz yaşımdayım
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
üçüncü katta bir kapının ötesinde bir kadın gülüyor sağ elimde kederli bir
gül açıldı ağır ağır
Kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde
taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden
şair Nikolas Gilyen Havana'ya döndü çoktan
yıllarca Avrupa ve Asya otellerinin hollerinde oturup içtikti yudum
yudum şehirlerimizin hasretini
iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık
yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
çıktılar önüme ansızın
oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı
bir mangaydılar
kısa konçlu çizmeleri pantolonları ceketleri
kolları kollarında gamalı haç işaretleri
elleri ellerinde otomatikleri vardı
omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
hattâ yakaları boyunları vardı ama başları yoktu
ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
yürüdük
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
gözlerinden belli diyemem
başları yok ki gözleri olsun
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
belli çizmelerinden
korku belli mi olur çizmelerden
oluyordu onlarınki
korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara
her sese her kıvıltıya ateş ediyorlar
hattâ Şopen Sokağı'nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler
ama ne bir sıva parçası düşüyor ne bir cam kırılıyor
ve kurşun seslerini benden başka duyan yok
ölüler bir SS mangası da olsa ölüler öldüremez
ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek
ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli
bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi
derisinden kitap kabı yapılmamış mıydı yağından sabun saçlarından sicim
ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen yelin içinde sıcak
bir fırancala gibi
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
Belveder yolunda düşündüm Lehlileri
kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca
Belveder yolunda düşündüm Lehlileri
bana ilk ve belki de son nişanımı bu sarayda verdiler
tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı
girdim büyük salona genç bir kadınla
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu
bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanapeler bebekevlerindeki gibi
ve sen bundan dolayı
bir resimdin açık maviyle çizilmiş belki de bir taş bebektin
belki bir pırıltıydın düşümden damlamış sol mememin üstüne
uyuyordun alacakaranlıkta alt ranzada
ak boynun uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu
ve işte Kırakof şehrinde Kapris Barı
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
onu oraya sen koydun
bir taş kuyunun dibindeki suydu
bakıyorum eğilip
bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
sesleniyorum
seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
ayrılık masanın üstündeydi cıgara paketinde
gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
cıgaranın ucunda senin
ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda
ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi ayrılık
benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
ayrılık rahatlığındaydı senin
senin güvenindeydi bana
büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu farketmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi diyemem
tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu ama kendisi vardı
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
yürüdük yıldızlara değen Ortaçağ duvarlarının karanlığında
vakıt hızla akıyordu geriye doğru
ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu
ardımızdan koşuyordu önümüze
Yegelon Üniversitesi'nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dolaşıyor
bozmağa çalışıyor Kopernik'in Araplardan kalma usturlabını
ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında rok end rol oynu-
yor Katolik öğrencilerle
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
vuruyor bulutlara kızıltısı Nova Huta'nın
orda köylerden gelen genç işçiler madenle birlikte
ruhlarını da alev alev döküyor yeni kalıplara
ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur
Meryem Ana kilisesinde çan kulesinde saat başlarını çalan borozan gece
yarısını çaldı
Ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi
şehre yaklaşan düşmanı verdi haber
ve sustu gırtlağına saplanan okla ansızın
borazan iç rahatlığıyla öldü
ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber veremeden öldürülmenin acısını
düşündüm
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş bir vapur
iskelesi gibi arkada kaldı
seher vaktı habersizce girdi gara ekspres
yağmurlar içindeydi Pırağ
bir gölün dibinde gümüş kakma bir sandıktı
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
baktım arkasından kollarım iki yanıma sarkık
yağmurlar içindeydi Pırağ
sen yoksun
uyuyorsun alacakaranlıkta alt ranzada
üst ranza bomboş
sen yoksun
yeryüzünün en güzel şehirlerinden biri boşaldı
içinden elini çektiğin bir eldiven gibi boşaldı
söndü artık seni görmeyen aynalar nasıl sönerse
yitirilmiş akşamlar gibi Vıltava suyu akıyor köprülerin altından
sokaklar bomboş
bütün pencerelerde perdeler inik
tıramvaylar bomboş geçiyor
biletçileri vatmanları bile yok
kahveler bomboş
lokantalar barlar da öyle
vitrinler bomboş
ne kumaş ne kıristal ne et ne şarap
ne bir kitap ne bir şekerleme kutusu
ne bir karanfil
şehri duman gibi saran bu yalnızlığın içinde bir koca kişi yalnızlıkta on kat
artan ihtiyarlığın kederinden silkinmek için Lejyonerler Köprü-
sü'nden martılara ekmek atıyor
gereğinden genç yüreğinin kanına batırıp
her lokmayı
vakıtları yakalamak istiyorum
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı
üst ranzada uyuyanı göremedim
ben değilim bir uyuyan varsa orda
belki de üst ranza boş
Moskova'ydı üst ranzadaki belki
duman basmış Leh toprağını
Birest'i de basmış
iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor
ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerin içinden geçiyorlar
Berlin'den beri kompartımanda bir başımayım
karlı ovaların güneşiyle uyandım ertesi sabah
yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim
garson kız tanıdı beni
iki piyesimi seyretmiş Moskova'da
garda genç bir kadın beni karşıladı
beli karınca belinden ince
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
tuttum elinden yürüdük
yürüdük güneşin altında karları çıtırdata çıtırdata
o yıl erken gelmişti bahar
o günler Çobanyıldızına haber uçurulan günlerdi
Moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
yitirdim seni ansızın Mayakovski Alanı'nda yitirdim ansızın seni oysa
ansızın değil çünkü önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin
sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
ama yine de ansızın yitirdim seni
asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun
bulvarlar karlı
seninkiler yok ayak izleri arasında
botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde tanırım
milisyonerlere sordum
görmediniz mi
eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor
görmedik
İstanbul'da Sarayburnu akıntısını çıkıyor bir romorkör ardında üç
mavna
gak gak ediyor da vak vak ediyor da martı kuşları
seslendim mavnalara Kızıl Meydan'dan romorkörün kaptanına sesleneme-
dim çünkü makinası öyle gümbürdüyordu ki sesimi duyamazdı
yorgundu da kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu
seslendim mavnalara Kızıl Meydan'dan
görmedik
girdim giriyorum Moskova'nın bütün sokaklarında bütün kuyruklara
ve yalnız kadınlara soruyorum
yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
al yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler şapşal kızlar da var ama onlardan
bana ne
güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
görmediniz mi
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri kocaman
Pırağ'da aldı
görmedik
vakıtlarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm
kopuyor
ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem koşuyor
önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni
tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
Bolşoy'a girmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
Kalamış'ta Balıkçının Meyhanesine girdim ve Sait Faik'le tatlı tatlı
konuşuyorduk ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri
sancılar içindeydi ve dünya güzeldi
lokantalara giriyorum estırat orkestraları yani cazları ünlülerin
sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
gardroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
görmedik
çaldı geceyarısını Stırasnoy Manastırı'nın saat kulesi
oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan
yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda
oralarda on dokuz yaşıma rastladım
birbirimizi birde tanıdık
oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu fotoğraflarımızı bile
ama yine de birbirimizi birde tanıdık şaşmadık el sıkışmak istedik
ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor
uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir
ve Stırasnoy Alanı'na şimdi Puşkin Alanı kar yağmaya başladı
üşüyorum hele ellerim ayaklarım
oysa yün çoraplıyım da kunduralarımla eldivenlerim kürklü
çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını elleri çıplak
ağzında ham bir elmanın tadı dünya
on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki
gözünde türkülerin boyu kilometre kilometre ölümün boyu bir karış
ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden
onun başına gelecekleri bir ben biliyorum
çünkü inandım onun bütün inandıklarına
sevdim seveceği bütün kadınları
yazdım yazacağı bütün şiirleri
yattım yatacağı bütün hapislerde
geçtim geçeceği bütün şehirlerden
hastalandım bütün hastalıklarıyla
bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri
bütün yitireceklerini yitirdim
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
görmedim
II
On dokuz yaşım Beyazıt Meydanı'ndan geçiyor çıkıyor Kızıl Meydan'a
Konkord'a iniyor Abidin'e rastlıyorum da meydanlardan konuşu-
yoruz
evveli gün Gagarin en büyük meydanı dolaşıp döndü Titof da dolaşıp
dönecek hem de on yedi buçuk kere dolanacak ama daha bundan
haberim yok
meydanlarla yapılardan konuşuyoruz Abidin'le tavan arasındaki otel
odamda
Sen ırmağı da akıyor Notr Dam'ın iki yanından
ben geceleyin penceremden bir ay dilimiymiş gibi görüyorum Sen
ırmağını rıhtımında yıldızların
bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda Paris damlarının
bacalarına karışmış
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saman sarısı saçları bigudili mavi kirpikleriyse yüzünde bulut
çekirdekteki meydanla çekirdekteki yapıdan konuşuyoruz Abidin'le
meydanda fırdönen Celâlettin'den konuşuyoruz
Abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor
ben renkleri yemiş gibi yerim
ve Matis bir manavdır kosmos yemişleri satar
bizim Abidin de öyle Avni de Levni de
mikroskobun ve füze lumbuzlarının gördüğü yapılar meydanlar renkler
ve şairleri ressamları çalgıcıları onların
hamlenin resmini yapıyor Abidin yüz elliye altmışın meydanlığında
suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem öyle görüp
öyle avlayabilirim kıvıl kıvıl akan vakıtları tuvalinde Abidin'in
Sen ırmağı da bir ay dilimi gibi
genç bir kadın uyuyor ay diliminin üstünde
onu kaç kere yitirip kaç kere buldum daha kaç kere yitirip kaç kere
bulacağım
işte böyle işte böyle kızım düşürdüm ömrümün bir parçasını Sen ırmağına
Sen Mişel Köprüsü'nden
ömrümün bir parçası Mösyö Düpon'un oltasına takılacak bir sabah çise-
lerken aydınlık
Mösyö Düpon çekip çıkaracak onu sudan Paris'in mavi suretiyle birlikte
ve hiçbir şeye benzetemiyecek ömrümün bir parçasını ne balığa ne
pabuç eskisine
atacak onu Mösyö Düpon gerisin geriye Paris'in suretiyle birlikte suret
eski yerinde kalacak.
Sen ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası büyük mezarlığına ırmakların
damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım
parmaklarımın ağırlığı yok
parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar salına salına
dönecekler başımın üstünde
sağım yok solum yok yukarım aşağım yok
Abidin'e söylemeli de resmini yapsın Beyazıt Meydanı'nda şehit düşenin
ve Gagarin Yoldaşın ve daha adını sanını kaşını gözünü bilmediği-
miz Titof Yoldaşın ve ondan sonrakilerin ve tavan arasında yatan
genç kadının
Küba'dan döndüm bu sabah
Küba meydanında altı milyon kişi akı karası sarısı melezi ışıklı bir
çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarında Küba'nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının
resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık Havana'da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin
bir el gördüm Havana'nın 150 kilometre doğusunda deniz kıyısına yakın
bir duvarın üstünde bir el gördüm
ferah bir türküydü duvar
el okşuyordu duvarı
el altı aylıktı okşuyordu boynunu anasının
on yedi yaşındaydı el ve Mariya'nın memelerini okşuyordu avucu nasır
nasırdı ve Karayip denizi kokuyordu
yirmi yaşındaydı el ve okşuyordu boynunu altı aylık oğlunun
yirmi beş yaşındaydı el ve okşamayı unutmuştu çoktan
otuz yaşındaydı el ve Havana'nın 150 kilometre doğusunda deniz
kıyısında bir duvarın üstünde gördüm onu
okşuyordu duvarı
sen el resimleri yaparsın Abidin bizim ırgatların demircilerin ellerini
Kübalı balıkçı Nikolas'ın da elini yap karakalem
kooperatiften aldığı pırıl pırıl evinin duvarında okşamaya kavuşan ve
okşamayı bir daha yitirmeyecek Kübalı balıkçı Nikolas'ın elini
kocaman bir el
deniz kaplumbağası bir el
ferah bir duvarı okşayabildiğine inanamayan bir el
artık bütün sevinçlere inanan bir el
güneşli denizli kutsal bir el
Fidel'in sözleri gibi bereketli topraklarda şekerkamışı hızıyla fışkırıp
yeşerip ballanan umutların eli
1961'de Küba'da çok renkli çok serin ağaçlar gibi evler ve çok rahat evler
gibi ağaçlar diken ellerden biri
çelik dökmeğe hazırlanan ellerden biri
mitralyözü türküleştiren türküleri mitralyözleştiren el
yalansız hürriyetin eli
Fidel'in sıktığı el
ömrünün ilk kurşunkalemiyle ömrünün ilk kâadına hürriyet sözcüğünü
yazan el
hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları Kübalıların balkutusu bir
karpuzu kesiyorlarmış gibi
ve gözleri parlıyor erkeklerinin
ve kızlarının eziliyor içi dokununca dudakları hürriyet sözcüğüne
ve koca kişileri en tatlı anılarını çekip kuyudan yudum yudum içiyor
mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
hürriyet sözcüğünün resmini ama yalansızının
akşam oluyor Paris'te
Notr Dam turuncu bir lamba gibi yanıp söndü ve Paris'in bütün eski
yeni taşları turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
bizim zanaatları düşünüyorum şiirciliği resimciliği çalgıcılığı filan düşü-
nüyorum ve anlıyorum ki
bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiğinden beri
sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla dökülüyor
onun içine ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir odur.
Paris'te bir kestane ağacı olacak
Paris'in ilk kestanesi Paris kestanelerinin atası
İstanbul'dan gelip yerleşmiş Paris'e Boğaz sırtlarından
hâlâ sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filân olmalı
gidip elini öpmek isterdim
varıp gölgesinde yatsak isterdim bu kitabın kâadını yapanlar yazısını
dizenler nakışını basanlar bu kitabı dükkânında satanlar para verip
alanlar alıp da seyredenler bir de Abidin bir de ben bir de bir saman
sarısı belâsı, başımın.
Mister NO, şairin en uzun şiirlerinden birini alıntılayarak, benim yazımın satır sayısını geçmeye çalışmış anlaşılan. :D
Şaka bi yana... Şahane bir şiirdir. Teşekkürler Mister NO...
Acaba bu kadınlar olmasa Nâzım Hikmet bu şiirleri yazabilir miydi? Her şöhretli erkeğin arkasında acaba kaç kadının kederi gizli? Hiç düşünüldü mü? ;)
Martılar Ki
Günlerdir körköstebek nefsimle öyle hırlı
Ve öylesine harlı ki
esrik nefesim
Bir kibrit tutsam parlayacak.
Bir sarnıç gemisi diyecekler alev almış
Boğazın iki yakasından
Oysa bir gaz tenekesiyle bir şişe mavi
Gelişi güzel mi güzel bir ocak
Suların ortasında sevgili öfkemle benim
Yanacak bahar erişinceye değin
Soğuktan morarmış kanatlarını
ısıtsın diye martılar
Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin
CAN YÜCEL
(http://scs03.resimyukle.com/files/view/ryu.pho.img/950/96/sevimli-marti_3.jpg)
Kendisini pek bilmediğimiz ama şiirlerini bildiğimiz ya da en azından şiirlerinin mısralarını bildiğimiz bu şairimizden bir kaç şiir paylaşmak istiyorum.
MARYA
Sustu Another Life gazinosu
Sustu şarkılar,
Paletimde renk sustu, fırçamda şekil
Ve bu gece ilk defa şimal körfezinde
Sustu Peramos'un mazgallarından
Şehre pancur pancur dökülen arya,
Artık ne tayfalar mevcut, ne komondoslar,
Ne o kor tenli, kızıl saçlı kanarya.
Bu medar ikliminin tenha gecesinde
Sardı bambu kamışlarını pişman bir sükut
Sardı bu sızı
Hani birdenbire bazen bütün etrafımızı
Sapsarı bir şüphe sarar ya işte öylesine berbat bir hal var.
Hiç bir şey düşünmek istemiyorum, hiç bir şey
Ama dördüncü tarassut kulesinde
Bir şüpheli sinyal var
Hayır hayır yalan bütün bunlar
Artık ne kadere inanıyorum ne fala
Yalan söylüyor o falcı kadın
O hintli parya.
Ben yalnız sana inanıyorum
Yalnız sana, MARYA...
Beni kahrediyor böyle geçen her gece
Bu hoyrat yıldızlar, bu su, bu okyanus, bu yer
Ve gökyüzünde emanet duran şu asma fener.
İnan ki sevgili MARYA
Ne varsa hepsi yalan, hepsi keder
Ve hepsi omuzumun üstünde çaresiz bir yük
Ve hepsi angarya.
Biliyorum bu sabah güneşle beraber biliyorum
Bir vapur demirleyecek bu nankör limanda
Pol'un ebedi matemine rağmen
Virjini olabilirdi bu vapurda
Ama sen yoksun biliyorum sen yoksun.
Baharda geleceğim diyordun hani
Haydi gel daha ne bekliyorsun işte mevsim bahar ya.
Fırçam neden böyle titrer bilir misin?
Ve neden resimlerimde fon sapsarı
Anlıyorsun değil mi yavrum
Bütün kağıtlara sinmiş anlıyorsun
Bu tropikal zehir, Bu müzmin malarya,
Sensiz nasıl da boş iskele, sensiz nasıl da tenha şehir
Müfreze nöbetçilerinin gözü önünde
Koydan yıldızları çalmışlar bir bir,
Yine de birkaç çımacı, birkaç palikarya.
Ama kim düşünür yıldızları,
Yüzbaşı Arnold'u vurmuş yerliler
Matemler içinde tekmil batarya.
Bu insanlar, bu gök, bu deniz, bu yer
Birer birer kaybolmaya mahkum, birer birer
Biz ki çoktan bu sapsarı hasret içinde susuz
Biz ki çoktan beri kaybolmuşuz.
Nasıl, ağlıyor musun MARİA? ..
Sil gözlerini, sil yavrum
Bizim yokluğumuzdan ne çıkar
Aşkımız var ya.
FAL
Sen karşıma, her özlediğim anda çıkarsın!
İzmir'de çıkar; Kars'da çıkar, Van'da çıkarsın...
Hiç böyle vefa görmedi alemde hakikat;
Yollar kapanır, sen yine fincanda çıkarsın!
KARA GÖZLÜM EFKARLANMA GÜL GAYRİ
Kara gözlüm, efkarlanma gül gayri!
İbibikler, öter ötmez ordayım.
Mektubunda diyorsun ki: 'Gel Gayri! '
Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım.
Ah çekerim resmine her bakışta!
Bir mahzunluk var o boyun büküşte.
Emin ol ki, her sigara yakışta,
Sanki, duman tüter tütmez ordayım...
Mor dağlara, karargahlar kurulur;
Eteğinde bölük bölük durulur...
On dakika istirahat verilir;
Tüfekleri çatar çatmaz ordayım! ..
Dağlar taşlar bu hasretlik derdinde;
Sabır, sebat etmez gönül yurdunda!
Akşam olur, tepelerin ardında,
Daha güneş batar batmaz ordayım...
Aramıza dağlar girmiş koskoca!
Meraklanma, gönlüm dağlardan yüce...
Bir gün değil, beş gün değil, her gece,
Yatağıma yatar yatmaz ordayım...
Bahar geldi; koyun, kuzu koklaştı,
İki aşık, senelerdir bekleşti...
Kara gözlüm, düğün dernek yaklaştı;
Vatan borcu biter bitmez ordayım!
HANCI
Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı!
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş...
Aman karanlığı görmesin gözüm,
Beyaz perdeleri ger yavaş yavaş...
Sıla burcu burcu ille ocağım...
Çoluk çocuk hasretinde kucağım
Sana her şeyimi anlatacağım,
Otur başucuma sor yavaş yavaş.
Güç bela bir bilet aldım gişeden,
Yolculuk başladı Haydarpaşa 'dan...
Hancı, ne olur, elindeki şişeden
Bir kaç yudum daha ver yavaş yavaş!..
Ben o gece hem ağladım hem içtim,
İki gün diyardan diyara uçtum
Kayseri yolundan Niğde'yi geçtim,
Uzaktan göründü Bor yavaş yavaş...
Garibim, her taraf bana yabancı,
Dertliyim çekinme, doldur be hancı!
İlk önce kımıldar hafif bir sancı,
Ayrılık sonradan kor yavaş yavaş...
Bende bir resmi var yarısı yırtık,
On yıldır evimin kapısı örtük...
Garip birde sarhoş oldu mu artık
Bütün sırlarını der yavaş yavaş...
İşte hancı! ben her zaman böyleyim,
Öteyi ne sen sor ne ben söyleyim?
Kaldır artık, boş kadehi neyleyim?
Şu benim hesabı gör yavaş yavaş...
http://tr.wikipedia.org/wiki/Bekir_S%C4%B1tk%C4%B1_Erdo%C4%9Fan (http://tr.wikipedia.org/wiki/Bekir_S%C4%B1tk%C4%B1_Erdo%C4%9Fan)
Ve benim Bekir Sıtkı Erdoğan ile sınav sırasında tanışmamı sağlayan şiiri. Bu şiir aynı zamanda benim favori şiirimdir. Aynı zamanda bestelenmiştir. Ama bu şiirin bir başlığı var mı bilemiyorum. Bekir Sıtkı' nın iki kitabına sahibim birini okudum onda gözüme çarpmadı. Ama bulursam başlığınıda ekleyeceğim. Neyse çok konuştum.
Unutmak
"Sustukça semâ kalbime hicrânı fısıldar
Gül, ismini; bülbül o güzel ânı fısıldar
Derler ki gönül derdine tek çare unutmak
Heyhât, unutmak bile cânânı fısıldar."
Kitapları
[IMG]http://img191.imageshack.us/img191/6407/dostlarbasinabekirsitki.jpg[/img] (http://imageshack.us/photo/my-images/191/dostlarbasinabekirsitki.jpg/)
[IMG]http://img217.imageshack.us/img217/4900/biryagmurbasladibekirsi.jpg[/img] (http://imageshack.us/photo/my-images/217/biryagmurbasladibekirsi.jpg/)
Karantinalı Despina
bir gül takıp da sevdalı her gece saçlarına
çıktı mı deprem sanırdın ' kara kız ' kantosuna
titreşir kadehler camlar kırılır alkışlardan
muammer bey'in gözdesi karantina'lı despina
çapkın gülüşü şöyle faytona binişi kordelia'dan
ne kadar başkaydı her kadından her bakımdan
sınırsız bir mutlulukta uyuturdu muammer bey'i
ustalıkla damıttığı o tantanalı aşklarından
işgal altüst etti nasıl da izmir'de her şeyi
öğrendi kullanmasını despina bu yanlış geceyi
körfez'de parıldayan yunan zırhlılarına karşı
miralay zafiru'yla ispilandit palas'ta sevişmeyi
gemi sinyallerinin gece bahçelere yansıması
havuzda samanyolunun hisarbuselik şarkısı
demlendikçe yalnızlığı aydınlanıyor muammer bey
olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması
Timur Selçuk tarafından bestelenmiş ve söylenmiştir. Tavsiye edilir.
Timur Selçuk bu şiiri besteledikten sonra Attila İlhan' ı aramış ve birkaç şiirini bestelediğini söylemiştir. Attila İlhan da bu besteleri çok beğenmiştir.
-----------------------------------
Diğer unutmamamız gereken şiiri de tabi ki :
Ne Kadınlar Sevdim Zaten Yoktular
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
azıcık okşasam sanki çocuktular
bir akşam korkudan gözleri sislenir.
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle birsevmek görülmemiştir
hayır,sanmayınki beni unuttular
hala ara sıra mektupları gelir.
gerçek değildiler birer umuttular
eski bir şarkı belki bir şiir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
yanlızlıklarımda elimden tuttular
uzak fısıltıları içimi ürpertir
sanki gök yüzünde birer buluttular
nereye kayboldular şimdi kim bilir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir
Benim edebiyat öğretmenim .muhteşem bir insan ve beyefendidir.
Alıntı yapılan: dursar - 10 Aralık, 2012, 00:35:03
Benim edebiyat öğretmenim .muhteşem bir insan ve beyefendidir.
gerçekten onunla tanışmak için her şeyi yaparım yardımcı olur musunuz ?
Sisler bulvarını Dinmeyen grubu şarkı yapmıştı. Beni en çok etkileyen şarkılardan biridir.
Dinmeyen grubu bu arada Kazım Koyuncunun Zugaşi Berepe'den sonraki grubu. Tek bir albümleri çıktı. Ama muhteşem bir albümdür.
http://m.youtube.com/watch?v=dAhf8d-Gsh0
"Bizim de dağlarımız var Che Guavera" dizeleriyle aklımıza kazınan şair Metin Demirtaş dün gece yaşamını yitirdi.
1938 yılında Antalya'nın Elmalı ilçesine bağlı Akçay köyünde dünyaya gelen, Varlık, İmece, Türk Solu, Yeni Adımlar gibi birçok dergide yazan, çok sayıda şiir kitabı bulunan ve Che Guavera şiiriyle tanınan şair Metin Demirtaş dün gece Antalya'daki evinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.
Şair Demirtaş, "Che Guevera" adlı şiiriyle halkı isyana kışkırtmaktan ceza almıştı.
İşte şairin ceza aldığı o şiir:
Che Guevera
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevera
Bakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsa
Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştır
Yani satılmış değillerdir hiç tüfek patlamıyorsa
Alaçamın, mor meşenin ardına silah çatıp yatmağa
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevera
Bizim de halkımız vardır Che Guevera
Unutulmuş uzak tarlalar yalazında
Sazıyla, türküleriyle kardeşliğe vurgun
Bütün ulusların halkları gibi
Ve yalnız büyük fırtınalarla kımıldayan
Bizim de halkımız vardır Che Guevera
Bizim de ozanlarımız vardır Che Guevera
Sağ çıkmış güneşsiz taş odalardan
Yüreğiyle barışa, sevgiye yönelmiş
Çelik öfke bir yanı, bir yanı uysal mavi
Eğilmeden dimdik geçmiş demir kapılardan
Bizim de yiğit insanlarımız vardır Che Guevera
Bizim de delikanlılarımız vardır Che Guevera
Yokluklardan biyol kopup gelmiş
Üç zeytin, az ekmek üniversitelerde
Su gibi kızlar çarpar önce, alkol vurur
Öfkeli dolanırlar caddelerde
Ve başkaldırırlar akılları suya erende
Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam'ı
Kongo hepimizin Kongo'su
Bir kere özsu yürümüştür dallara
Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar
Varmak için o güzel yarınlara
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevera
Ataol Behramoğlu'nun, Demirtaş'ın ölümünün ardından yazdıkları
Kardeşim, yoldaşım, omuzdaşım, yürekdaşım, dostum, can arkadaşım, kocaman yürekli, büyük şair METİN DEMİRTAŞ'ı yitirdik.
Bu yıldırım çarpması gibi, bir yürek vurgunu gibi apansız gelen ölüm haberi, insana hayatın boş ve anlamsız olduğunu düşündürebilir.
Fakat öte yandan, bu hayatı anlamlı kılan, Metin Demirtaş gibi yiğit, duygulu, yürekli insanların varlığı, onların dünyaya yaydıkları dostluk, kardeşlik, arkadaşlık, fedakârlık, iyimserlik, umut, cesaret ışığıdır.
Canım, sevgili arkadaşım, bu apansız ayrılışta beni teselli eden şeyler birkaç gün önce Antalya'daki kitap şöleninde ve sonrasındaki dost sohbetinde buluşmamız, her buluşma sonrasında olduğu gibi sanki bu son buluşmaymış gibi vedalaşmamız, dönüşümden sonra da seni yine arayıp o sımsıcak "Sarı Defterler"inle, unutulmaz dizen "Bizim de Dağlarımız Vardır Che Guevara" nın kitap başlığı olduğu seçme şiirlerinle ilgili duygularımı, sevgilerimi, sevincimi iletmiş olmamdır...
Yurdumuzun, emeğin kurtuluşu için yaşamlarımızı boydan boya adadığımız savaşımda adın ve şiirlerinle; dostluğun, kardeş sesin, bilgeliğin, güzel gülüşün, gözü pekliğin, dürüstlüğün, omuzdaşlığınla, bu insan olma ve aydınlanma savaşımının her zaman en ön saflarında olacaksın.
"Şiirin Kanadında Mektuplar"ımız iki devrimci ve şairin eşine az rastlanır dostluğunun tanığı olarak gelecek kuşaklar için de örnek olmayı sürdürecek...
Ataol Behramoğlu
27.09.2014
Asker kökenli bu şairimiz 24 Ağustos 2014'de vefat etti.
Alıntı yapılan: caretta - 19 Ekim, 2014, 18:26:40
Asker kökenli bu şairimiz 24 Ağustos 2014'de vefat etti.
Allah rahmet eylesin :'(
(http://2.bp.blogspot.com/-w-iocwrmfTo/VUEvUQbay_I/AAAAAAAAeLQ/vpzg0IhtVMo/s1600/kirpi.jpg)
"Bazen kendimi korumak için sevimli bir kirpi gibi davranıyorum, ama dikenlerim en çok bana batıyor."
Didem Madak/Anafilya Dergisi/2002
(http://3.bp.blogspot.com/-r4eweHotThw/VaKZSJf_htI/AAAAAAAAe3U/-VEwsJGeRS8/s400/mail.google.com%2B-%2BKopya.jpg)
Çiçekli şiirler yazmak istiyorum bayım!
didem madak
(http://4.bp.blogspot.com/-rVNnXsW6lSY/VOzimhNpFxI/AAAAAAAAdg4/r-G0QBRaTFc/s1600/unnamed.jpg)
"Hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp kitabi şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence.
Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz kadınsı, durup dururken bağıran şiirler."
didem madak
Eski Sinemalar
karanlığa dağılan o çocuk ben miyim
beni mi kovalıyor tabancalı adamlar
ıssız sarayların güngörmez prensiyim
yalnızlığımı belki de aşk tamamlar
bilmek zor hangi filmin neresindeyim
ne yapsam içimde o eski sinemalar
galiba tahtabacak korsan gemisindeyim
prensesler cariyem akdeniz bana dar
günlerdir teksas'ta eşkıya izindeyim
hızlı tabanca çeken üstüme kim var
tarzan zor durumda yetişmeliyim
ne yapsam içimde o eski sinemalar
kanlı bir sarışınla şanghay trenindeyim
takma kirpiklerinde hülyalı dumanlar
yabancılar lejyonu'nda fransız teğmeniyim
belki harp divanından idamım çıkar
bitmiyor nedense başlayan hiçbir film
ne yapsam içimde o eski sinemalar
Attila İlhan