Altın Madalyon

Popüler Kültür => Edebiyat => Konuyu başlatan: V - 22 Aralık, 2010, 16:18:31

Başlık: Türk Edebiyatı
Gönderen: V - 22 Aralık, 2010, 16:18:31

Nihat Genç'in son kitabi ANADOLU YAZARINI ARIYOR Dama Yayinlarindan çikti..

(http://www.kitapturk.com/images/book/112010/77000.jpg)


Bu kitap, Türkiye'ye bir bela gibi çöken yalanlar, iftiralar ve haksiz tutuklamalarin yasandigi günlerde koca ve büyük medya sessiz kalirken bagimsiz bir yazarin isyanidir:
"Evet, ben ülkemi, bagimsizligimi, insan sevgisini, insanlik duygularini ticari mal yapa-mam! Bu yüzden muhalif oldugumuz insanlarla aramizda çok temel bir hayat çatismasi var. Biz, bagimsizligimizi çok degerli bir yere koyuyoruz.

Bunun fiyati yok, bunun karsiligi ölüm! Simdi adam diyor ki 'Sizi alacagiz, tutuklayacagiz.' Ya bin kere tutukla. Bunun karsiligi belli, ölüm! Biz, canimizi çoktan verdik. Fazladan yasiyoruz. Çanakkale'de sehit olmus insanlar, 'Ben, sehit olursam aileme de su parayi verin, sunu da yapin' dememis, degil mi? Bunu, bir seyin karsiligi olarak yapmadilar, böyle bir sey de düsünmediler. Bugün de böyle düsünmeyen milyonlarca insan var.

Bu kadar imparatorluk kurmus bir toplum, bin yildir esir edilemiyor. Edilemiyor kardesim. Bunun arkasinda bir sey olmali. Bir ask, karsiliksiz bir sey... Bu topraklar iki bin yildir esir olmuyorsa bunda baska bir sey var, kiliç gücünden öte. Kiliç dedigin, bugün paran vardir yarin biter. Silahin yarin biter.

Ben, ölene kadar bagimsiz bir ülkede yasayacagim ve bunun mücadelesini verecegim. Baska türlü bir ülkede de ne pahasina olursa olsun yasamak istemiyorum. Kavgam, gücüm ve kalemim yettigi kadar sürecek."


-Tanitim Bülteninden-


Başlık: Ynt: Anadolu Yazarini Ariyor-Nihat Genç
Gönderen: tommikser - 22 Aralık, 2010, 21:54:32
Nihat Genç okudugumda hirsla doldugum degerli bir yazar.Okudugum her kitabi oldukça güzel.Bir mizah yazari olarakta çok severim.Oflu hoca kitabinida öneririm.Gülmekte katilacasiniz emin olabilirsiniz.
Başlık: Kuyruklu Yıldız Altında Bir izdivaç - Hüseyin Rahmi Gürpınar
Gönderen: Hayal Kahvem - 08 Şubat, 2011, 16:45:07


                               (http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/S3iWLtygOBI/AAAAAAAAGYY/O2GItQlFyqE/s320/r_huseyin_rahmi_gurpinar01.jpg)

Günümüzden 147 yıl önce doğmuş bir yazar. İnanamıyorum.. O kadar yıl geçmiş mi sahiden? Acaba yukarıdaki fotoğrafından kim olduğunu hatırlamak mümkün mü? Bugün minibüsle İzmit'e gidecektim. Araba kullanmayacağım ya yanıma bir kitap alayım istedim. Hep ucu ucuna yaşadığım için gene pür telaş içindeydim. Kitaplığın yanından geçerken bahtıma ne denk gelirse diye rafların birinden bir kitap çektim. Kitabı çantama koydum.. Koştura koştura yola koyuldum.. Arabaya bindiğimde kitabı çıkardım ki.. Aa! O ne? Yılardır okumadığım bir kitap! İnan varlığını bile unutmuşum.. Heyy! Bu Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın öykü kitabı.. Ne kadar sevindim anlatamam! Oy, önce şöyle bir kitabı hasretle kucakladım.. Canım ya.. Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç.. Hatırlamaz mıyım hiç? Hımm.. Bu epeyce uzun bir öykü.. İzmit'e varana kadar bitiremem.. Bitirmeden bırakırsam yazara ayıp olur diye arabadan inemem.. İyisi mi ben bu öyküyü usulca atlayayım da kısa olan ikinci öyküye geçeyim dedim.. İkinciyi sevinçle okumaya başladım.. Bu öyküsünün adı ne biliyor musun? Melek Sanmıştım Şeytanı.

                            (http://2.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/S3iFgQ_mKsI/AAAAAAAAGXw/p2qdM9hApcg/s200/izdivac.jpg)

Aradan bu kadar zaman geçmiş. Dile kolay. Nerden baksan aramızda bir buçuk asır var. İyi bir edebiyatçı yaşlanır mı hiç? Hele ölür mü peki?  Mümkün mü? Tekrar anladım ki mümkün değil!.. Öyküde kibarca bir ailenin yanında üç yıldır içgüveysi olan Hüsnü, kendi başından geçenleri anlatıyordu. Öyle eğlenceli bir lisanla, öyle tatlı bir mizahla anlatıyordu ki, bir an karşımda gencecik yaşında Hüseyin Rahmi Gürpınar oturuyor sandım. Evet.. Hayal değil hem de gerçekten. O samimi üslubuyla sırlarını bana döküyordu resmen. Dırdırcı kaynana, altına iç takkesi giymekle kafasındaki şapkanın günahını hafiflettiğine inanan kayınbaba ve kıskanç bir eş. Yan bastığı, öne baktığı, aksırdığı, öksürdüğü affedilmez kabahat olan sığıntı durumda bir damat. Asıl önemlisi o devirlerin aile ve sosyal hayatını gözler önüne seren eğlenceli bir tasvir. Bu kadar etkilisini hangi tarih kitapları anlatabilir? Sanki Hüseyin Rahmi Gürpınar anlatıyor, ben de dinledikçe dayamıyor kıkır kıkır gülüyordum. Sırlarını anlatıyordu anlatmasına ama ayrıca tatlı tatlı da akıl veriyordu. Öykü bitince yazarın diğer öykülerini düşündüm. Biliyorum öyküleri aklıma geldikçe minibüsteki yolcuların tuhaf bakışlarına aldırmadan kendi kendime güldüm. O çocukluğumda okuduğum perili Gulyabani, Cadı öyküleri mesela... Tekinsiz öykülere onunla alışmıştım galiba. Şimdi ne düşündüm biliyor musun? İyi ki doğmuş, iyi ki bu öyküleri yazmış Hüseyin Rahmi Gürpınar! İyi ki! Ruhuna Rahmet!.. Onsuz ne eksik olurduk değil mi? Yeri tam bir boşluk olurdu. Kesin! Sen hiç Hüseyin Rahmi Gürpınar'sız bir Türk Edebiyatını düşünebiliyor musun? Hey! Aslaaa! Mümkün değil!

Başlık: Ynt: Kuyruklu Yıldız Altında Bir izdivaç - Hüseyin Rahmi Gürpınar
Gönderen: Tarkan Kurt - 08 Şubat, 2011, 19:43:38
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halit Ziya Uşaklıgil, Kerime Nadir... Benim lise yıllarımda kitaplarını adeta yalayıp yuttuğum inanılmaz yazarlar. Okuduğum her kitap beni derinden sarsar, günlerce hayal dünyamı meşgul ederdi. Halit Ziya Uşaklıgil'in verem illetinin pençesinde yaşam mücadelesi veren genç bir kızın hayatını anlattığı "Nemide" isimli bir eseri vardır ki beni çok etkilediğini hatırlıyorum. Kaldı ki bu eser Büyük Üstadın çıraklık dönemi eserlerinden biri kabul edilir ve eleştirmenlerce de çok beğenilmemiştir. Yukarıda saydığım ya da adını unuttuğum Reşat Nuri Güntekin gibi yazarlarımız hepsi edebiyatımıza damgasını vurmuş ölümsüz insanlar.
Başlık: Cingöz Recai
Gönderen: hennessy - 29 Mart, 2011, 22:04:43
Peyami Safa'nın kaleminden çıkan büyük kahraman arsen lüpen'in istanbul şubesi. Karanlıklardan çıkan kibar hirsız ayhan i$ik'ın beyaz perde de çok iyi oynadığı kitapları ile zamanında nam salan hırsız. Hatta arsen'e bile şapka çıkartan kibar hırsız. Lüpen in istanbul a gelip cingöz ile karşılaşması ve yaşananlar geröekten seyre değer hele işin içinde holmes de varsa değme keyfine.

http://www.idefix.com/Kitap/tanim.asp?sid=PZDG7TG07L3LRP1D3XCR
Başlık: Ynt: Cingöz Recai
Gönderen: hanac - 29 Mart, 2011, 22:14:22
Cingöz Recai ile ilgili Vildan Hanımında güzel bir yazısı var bkz.

http://altinmadalyon.com/altin/index.php/topic,2316.0.html
Başlık: Ynt: Kuyruklu Yıldız Altında Bir izdivaç - Hüseyin Rahmi Gürpınar
Gönderen: peyami - 30 Mart, 2011, 14:47:20
Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Türk edebiyatının en özgün ve yetenekli yazarlarından birisi olduğunu düşünüyorum. Eşsiz lezzette bir mizah yeteneğine sahip bu usta yazarın kitaplarını fırsat buldukça okurken kah yüksek perdeden kahkahalarımla evin duvarlarını çınlatırım kah düşünceler arasında kaybolurum. Aslında onun yazdıklarını okurken günümüzde yaşanan pek çok tartışmanın da tarihi kökenleri hakkında farkında olmadan güçlü ipuçları yakalarsınız. Toplumsal bir anatomi dersi gibidir bu büyük yazarın romanları. Ve bu derslerde asla sıkılmazsınız.

Kendisinin Heybeli Ada'daki evini de yıllar önce ziyaret etmiştim, bakımsızlıktan dökülüyordu. Ülkem adına üzücü bir görüntüydü.

Bu sene Osmanlıca dersleri alırken sevdiğiniz bir yazarın eski Türkçe bir eserini seçin dediklerinde tereddütsüz onun bir romanını seçmiştim. 

Deprem telaşının yine kendini hissettirdiği günümüzle paralellikler içeren konusuyla, biraz gülebilmek için bu kitabın iyi bir seçim olduğunu düşünüyorum.

Son olarak Atlas yayınlarının nispeten az sadeleştirilmiş yayınlarından okumanızı tavsiye ederim.
Başlık: Fena Halde Leman - Attila İlhan ve Renkler
Gönderen: Hayal Kahvem - 02 Nisan, 2011, 18:35:09


(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/SvNDk9uQ-8I/AAAAAAAAErg/LXDB5uMlwWQ/s320/attila%2Bilhan.jpg)


Birkaç gündür evdeki kitaplıkta eski kitaplarıma göz atıyorum. Buna bir nevi eski dostlarla hasret giderme diyebilirim. Hatta bazılarının varlığını bile unuttuğumu şaşkınlıkla farkediyorum. Mahçubiyet hissederek elime alıyorum tabii... Bazı kitaplarımla ne uzun olmuş görüşmeyeli!.. Bazıları o kadar eski kitaplar ki, resmen öpüp başıma koymak istiyorum. Büyükbabamın mübarek eli misali. Her biri tek tek karşıma çıkıyor. Bazılarında bir naz, bir eda, sitem ... Yüzüme bile bakmıyorlar resmen. İşte elimde tuttuğum, Fena halde Leman sözgelimi. Attila İlhan'ın 1960 larda yayımlanmış ve ortalığı toza dumana katmış romanı. Kimbilir ne zaman en son elime aldım? Kitabın ilk sayfasına baktım. 02.12.1991 yazıyor. Yirmi yıl önce okumuşum. Kitabın ilk iki sayfasına da, dayanamamış, o güzeller güzeli Üçüncü Şahsın Şiiri'ni yazmışım. Şimdi gözgöze geldik Fena Halde Leman'la... Anladım. Kitap resmen bana küs... Sanki başladı şiiri okumaya: "Gözlerin gözlerime deyince / Felaketim olurdu ağlardım" Nasıl mahcup oldum nasıl utandım anlatamam. Devam etti: "Beni sevmiyordun bilirdim / Bir sevdiğin vardı duyardım." İnan bunları duyunca neredeyse ağlayacaktım  Dedim ki ünlü romana: "Hayır, inanma! Yok öyle bir şey... Her kitabın yeri ayrı. Senin yerini başka kitap tutar mı? Olur mu öyle şey!" Kitabın adı Fena Halde Leman ya, kitabı bir an kadın sandım. Kirpiklerini eğdi sanki, inan ki, üşüdüm içim ürperdi. "Yapma Fena Halde Leman! Unutur muyum hiç seni. Baksana içindeki cümlelere ne çok çizmişim. Şu ahir ömrümde kaç renk adı öğrendiysem senden öğrendim. Bak söyleyeyim istersen!"dedim. Dediklerim hoşuna gitti çok şükür!.. Güldü. "Söyle bakalım !" dedi. Attila İlhan'ın Fena Halde Leman romanında, altını çizdiğim renkleri tek tek saymaya başladım... Eğer kitap küsseydi bana... Ama eğer Fena Halde Leman küsseydi bana.. Eğer Attila İlhan küsseydi bana... İşte ozaman... FELAKETİM OLURDU AĞLARDIM!

Çatalkaya, zakkum pembesine çalan havai eflatun.
Deniz, Körfez'in içlerine gelindikçe, erguvan rengi.
Bu hakiki bir elektrik mavisi olup...
Asit yeşili bir masal yaratığı gibi görünüp kayboluyor.
Yangın kızılı bir loşluk..
Soğuk gri gözlerinde örümcek kızılı bir parıltı belirir.
...... durduğu yerde duramayan, çarpıcı renkler: safra yeşili, buz beyazı, deliksiz siyah, ateş kırmızısı, ölü eflatun..... vırt zırt yer değiştiren oje kızılı aydınlıkla kör karanlık, oturanı serseme çevriyordu.
.... batan güneşin pembe yaldıza buladığı başıboş martılar...
.... mavi yeşil bir sonsuzluğa ağır ağır demir alan, dalgın gemi...
... güzel atmaca gözleri vahşi yeşil...
... delimsirek renkler ortasında yaşayan...
Gözleri porselen akı...
...su yeşili bir ışığa bulanmış, tavanı alçak bir salon...
Hardal sarısı bir loşluğa boğulmuş salon...
.... Ölgün renklerin doğurduğu külrengi pus, sütlü bir gece izlenimini veriyor...
...kederli külrenginden subay hakisine kadar renkler, açıklı koyulu....
... örümcek kızılı ellerini uzatıp...
...altın sarısı ve yosun yeşili...
..morla eflatun arası gece!
..saçları platin beyazı
Koyu menekşe rengi, minnacık bir ağız.
Aydınlığı kükürt sarısı.
...Pere Duparc'ın masmavi kahvesinde...
Sivas ve Isparta halıları: boru çiçeğine çalan morumsu lacivert, lale ezmesi kırmızı ve ördek başı yeşil, imgelem çiçeklerinden derlenmiş bir masal bahçesi.
...yaldızlı sarı, kızılcık kızılı, yaprak yeşili, kehribar siyahı...
...şu bonbon pembesi
dantelli yatak örtüleri..
... cırlak kırmızı ufak bir reno-alpine
... ışıklı reklamın kömür siyahı ve kan kızılı tokatlarını yiye yiye...
... yaldızlı lacivedden sütlü sarıya kadar...
... cesed mavisi bir kız...
... süpürge sarışını...
... ........
Başlık: Sevgili Salak: Okuru ters köşeye yatıran roman
Gönderen: kültürelgüncel - 29 Nisan, 2011, 00:49:38
(http://4.bp.blogspot.com/-qRdeAM7-jjY/Ta3YB8WsemI/AAAAAAAAC08/NIwx-8wL33A/s1600/sevgili+salak.jpg)

Yazar Aşkın Güngör'ün "Sevgili Salak" adlı kitabıyla ilgili bloguma yazı yazdım bir süre önce.

"Daha önce de blogumda yapıtlarından bahsettiğim Yazar Aşkın Güngör, çoğunlukla bilimkurgu ve fantastik dallarında yapıtlara imza atıyor, bildiğiniz gibi. Ama son okuduğum romanında -kendisine göre "romancık"- farklı bir tarz denemiş. Kitabın adı: Sevgili Salak!..

Aşkın Güngör "Sevgili Salak"la kendi tarzının oldukça dışına çıkmış. "Kötü mü olmuş?"derseniz: hayır, aksine oldukça etkileyici olmuş, olur cevabım.

Çünkü Aşkın Güngör, sokak dili ve argoyu başarılı bir şekilde yedirmiş romanına. Tabii roman argo ve küfürden ibaret, diye ithamda bulunmak çok yanlış olacaktır. (...)"

Yazının devamı için blogum:  http://kulturelguncel.blogspot.com/2011/04/sevgili-salak-okuru-ters-koseye-yatran.html (http://kulturelguncel.blogspot.com/2011/04/sevgili-salak-okuru-ters-koseye-yatran.html)

Önemli not:
Eğer kitaba ulaşmayı isterseniz, dağıtım sorunları nedeniyle yazarın elinde bolca kitap bulunduğundan aşağıdaki e-posta adresine ad, soyad, açık adres ve son olarak kargo için gerekli bir telefon numarasını yazarak gönderebilirsiniz. Belki de Aşkın Güngör'ün elinde hala bir tane kitap kalmıştır ve sizin okumanızı bekliyordur. Kitap için gerekli meblağ ise yalnızca kitabı teslim alırken ödeyeceğiniz kargo ücreti.

Aşkın Güngör e-posta: askingungor@yahoo.com
Başlık: Kupaların Kupası Dünya Kupası
Gönderen: hennessy - 29 Nisan, 2011, 19:41:47
http://www.idefix.com/kitap/kupalarin-kupasi-dunya-kupasi-halit-kivanc/tanim.asp?sid=HOFK2KCT3K2KQ158I9C5

Geçen Halit abiyi televizyonda görünce aklıma okuduğum bir kitabı geldi. Futbol severlerin elinden düşüremeyeceği harika bir kitap pele ile ilk roportaj dan tutukun 90 dk.kendine anlatışına kadar sizi hem güldürecek hem duygulandıracak anılarla dolu bulursanız kesinlikle alınız.
Başlık: Kara Kitap - Orhan Pamuk
Gönderen: Hayal Kahvem - 29 Nisan, 2011, 21:42:16

(http://www.bizimshop.eu/catalog/article_images/kara%20kitap.jpg)

Kara Kitap'ın 2. Bölümündeki, Boğaz'ın Suları Çekildiği Zaman başlıklı yazısı, "Boğaz'ın sularının çekilmekte olduğunu fark ettiniz mi?"cümlesi ile başlar. Sonra "Sanmıyorum." diyerek devam eder. Yazının devamı "Hangimiz bir şeyleri doğru dürüst okuyup da dünyadan haberdar oluyoruz ki?" diye kendimizi eleştirir. Yazar bu haberi bir Fransız jeoloji dergisinde okumuştur. Kara Kitap bir roman. Ama etkileniyorum işte. Düşünüyorum durmadan. Bu bölüm kurgu muydu, yoksa acaba gerçekten Fransız jeoloji dergisinde bunlar yazıyor muydu?

(http://3.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/StjH5cvD9PI/AAAAAAAAETk/gPykV4cRIDQ/s320/istanbul-ortakoy-bogaz-turu.jpg)

Bilmiyorum.. Bildiğim yazarın dediğine göre, Karadeniz ısınmaktadır, Akdeniz soğumaktadır. Bu yüzden deniz esneyerek yayılmaktadır. Deniz dibindeki muazzam mağaralara deniz suları boşalmaktadır. Aynı tektonik kıpırdanmalar sonucu Çanakkale, İstanbul boğazlarının tabanı yukarıya çıkmaya başlamıştır. Mesela balıkçılardan biri eskiden demirlemek için bir minare boyu zincir attığı sularda şimdi teknesinin karaya oturduğunu söylemektedir. Ben Kara Kitap'ın bu bölümünü okuduğumda kalakalmıştım. Acaba anlatılanlar gerçekten oluyor muydu?

(http://2.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/StjJpKGLWLI/AAAAAAAAET8/kpN-dGzoh4w/s320/4db3seyristanbul_KizKulesi1.jpg)


Bilmiyorum.. Bildiğim yazarın dediğine göre yakın zamanda, bir zamanlar Boğaz dediğimiz cennet yer, zifiri bir bataklığa dönüşecek. Hele sıcak bir yaz sonunda bu bataklık, yer yer kuruyup çamurlaşacak. Hatta binlerce geniş borulardan şelaleler gibi gürül gürül akan lağımların suladığı yamaçlarda, belki otlar ve papatyalar yeşerecek. Aman Allah'ım! Ya Kız Kulesi? Peki, benim sevgili Kız Kulem ne olacak? Kız Kulesi ise, bu derin ve vahşi vadide, bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir kule gibi yükselecek! Olabilir mi bütün bunlar?


(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/StjI110DvfI/AAAAAAAAET0/zNYXNlUnT_Q/s320/istanbul-bogaz.jpg)

Bilmiyorum.. Bildiğim yazarın dediğine göre, buralarda yeni mahalleler kurulmaya başlayacak. Gecekondular, salaş, bar, pavyon ve eğlence yerleri, lunaparklar, kumarhaneler, camiler, tekkeler,naylon çorap imalathaneleri falan... Gemi leşleri, gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri, gümüş ve teneke çatal bıçaklar, bin yıllık şarap fıçıları, gazoz şişeleri ve kadırga leşleri arasında bir medeniyet yükselecek. Gözümde canlanıyor kitabı okudukça. Zaten okumak Orhan Pamuk'un dediği gibi yazarın harflerle anlattığı şeyleri aklın sessiz sinemasında bir bir resimlendirmekten başka nedir ki? Duruyorum gene bir an. Gerçekleşecek mi bütün bu anlatılan?

(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/StjIKUV1peI/AAAAAAAAETs/G7okvRR-Qj4/s320/_bogaz_.jpg)

Bilmiyorum.. Bildiğim yazarın dediğine göre İstanbul'un koyu yeşil lağım şelaleleri ile sulanacak olan bu lanet çukurda, zehirli gazlar, kuruyan bataklıklar, yunus, kalkan, kılıç leşleri ve cennetlerini keşfeden fare orduları içerisinde, yepyeni bir salgın hastalığın türeyecek olmasına hazırlıklı olmalıydık. Yazar biliyor ve uyarıyordu romanın bu bölümünde işte bizi...O gün dikenli tellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede olup bitenler hepimizin içine işleyecek çünkü. Ne feci! Böyle bir durumun gerçekleşmesi mümkün mü?

(http://1.bp.blogspot.com/_ceyizxRPuYQ/StjK0e6tOKI/AAAAAAAAEUM/3w5AvjEwTL8/s320/erguvan5-273x300.jpg)

Bilmiyorum.. Bildiğim yazarın dediğine göre, bir zamanlar mehtabı seyrettiğimiz Boğaz'da, gömülemedikleri için alelacele yakılan ölülerden çıkan mavimsi dumanın aydınlığını seyredeceğiz artık. Bir zamanlar Boğaz kıyılarındaki erguvan ve hanımellerinin bayıltıcı serinliği yerine, genzimizi yakan o küfle karışık kekre kokusunun tadını alacağız. Bir zamanlar deniz kıyısındaki köylerde yaşayan İstanbullular, akşam evlerine yorgun argın dönerken yosun kokusu duymak için otobüs pencerelerini açarlarken, şimdi çürümüş ölü ve çamur kokusu sızmasın diye pencerelerin camlarını gazete ve kumaş parçaları ile kapatacaklar. Eskiden sahil yolu denilen yer, şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyecek. Aşağıya baktığımızda bileklerine gülle bağlı iskeletlere rastlayacağız. Zincirli küreklerinin başında sabırla oturup yıldızları gözleyen köle iskeletlerini seyredeceğiz. Kara Kitap'ı okumasaydım eğer bütün bu anlatılanlar hiç aklıma gelmezdi. Okudukça şaşırıyorum. Olacak mı bütün bunlar acaba?



Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre, İbn Zerhani şöyle bir söz sarfetmiş. "Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç."

Başlık: Melih Cevdet Anday Kitapları
Gönderen: Hayal Kahvem - 20 Mayıs, 2011, 10:08:52

(http://4.bp.blogspot.com/-u-2nsB136wk/TdO7NeDrd9I/AAAAAAAAK1w/MeN_SJ_18YM/s320/DSC06016.JPG)

"Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer..." diye başlar  Melih Cevdet Anday.  Sonra şöyle devam eder: "Bunu daha önce bana bir kâhin söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım, ama sevdanın nerede, nasıl karşıma çıkacağını düşünmekten belki de olayların sırasını bozardım, zamanı altüst ederdim. Geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan." diye devam eder. Zaman kelimesi geçti ya cümle içinde... Bak... Bir şiirinde ise " Çünkü saatler dardır, her şeyi almaz" der. Severim Melih Cevdet Anday'ı. Garipçilerden biridir. Orhan Veli ve Oktay Rıfat kendisinden bir yaş büyüktürler. İkisi aynı okulun aynı sınıfındayken Melih Cevdet bir yaş küçük olduğu için bir alt sınıfa gider. Şahane dosttur üçü. Benim de dostlarım onlar. Her birini ayrı ayrı severim. Genelde şair diye mi bilinir acaba Melih Cevdet Anday? Oysa şahane romanlar ve oyunlar yazmıştır. Hani yukarıda yazdığım cümleler var ya... Of! Nasıl severim! Raziye adlı romanının ilk cümleleridir. 3. Kocaeli Kitap Fuarı'nda bu yıl çokça sahafların olduğunu görünce... Ne yalan söyleyeyim eski kitaplara daldım. İlla Melih Cevdet Anday'ın eski, basımı olmayan ya da benim kitaplığımda yer almayan kitaplarının peşine düştüm. O sahaf benim bu sahaf senin dolanıyorum. Yoktu. Sahaflardan biri... Bir kadın... "Sizin gibi nokta atışı yapıp, tek bir yazarın kitabını arayan az bulunur. Getireceğim size." dedi. Getirdi. Nadide mücevher gibi aldım elime her birini. Şu Rahatı Kaçan Ağaç kitabı var ya... Hani Hayal Kahvem'e yazmıştım  aynı adlı şiirini bir ara... İşte burada. Bu kitabını Karım Sabahat'e diye yazmış mesela. Ama Telgrafhane adlı kitabının bir bölümünün adı Seni Düşünüyorum'dur. Ve aynı adlı şiirinde o meçhûl sevdiğine seslenir... Emilia... Ben bilmiyorum kim olduğunu Emilia'nın... Çok merak ediyorum doğrusu... "Çocukluğunu düşünüyorum Emilia... Deniz boyundaki ıssız yolu sabahleyin... hani saçların, atkın uçuşurdu rüzgârda... Kokusunu duyuyorum bembeyaz gömleğinin... Seni kucağıma alıyorum Emilia..." Emilia'ya mı sevdalanmıştır? "Amanın bana bir hal oldu... Bir hal oldu a dostlar... Amanın beni bir rüzgâr aldı... A dostlar bir rüzgâr aldı... " der ya bir şiirinde... Emilia'nın saçlarını ve atkısını uçuşturan rüzgâr mıdır şiire konu olan yoksa? Şöyle devam eder şiirine... "Bu rüzgâr ne rüzgârı... Amanın sevda rüzgârı... Sevda rüzgârı a dostlar!" der. Bir elimde Melih Cevdet Anday'ın kitapları... Diğer elimde kahve... Camı aralamıştım az önce... Sokak kapısını mı açtılar ne? Cam sonuna kadar açıldı. Bir rüzgâr esti ince ince... Bu ne rüzgârı ne rüzgârı? Melih Cevdet Anday rüzgârı a dostlar... Melih Cevdet Anday rüzgârı! Kahve molam bitti. Malum yarın haftasonu. Tatil. Camı kapatıp kalan işlerime dönmeliyim. Yarın... "Bir misafirliğe gitsem... Bana temiz bir yatak yapsalar... Her şeyi, adımı bile unutup... Uyusam..." Şiiri yazan... Melih Cevdet Anday.
Başlık: Ynt: Melih Cevdet Anday Kitapları
Gönderen: Hayal Kahvem - 20 Mayıs, 2011, 10:12:56

(http://2.bp.blogspot.com/-wjjapYKX0wo/TdQlgXXbPCI/AAAAAAAAK14/1oKr52riFj0/s320/2796182232_867996b9ed.jpg)

Melih Cevdet Anday'ın Raziye adlı romanını yıllar önce okumuştum. Unutmuşum. Durup dururken Melih Cevdet Anday kitapları  nereden aklıma geldi? Hangi dürtü beni kitaplarını aramaya itti? İnan bilmiyorum. Bildiğim 3.Kocaeli Kitap Fuarı'ndaki sahaflarda nedense Melih Cevdet Anday'ın kitaplarının izini sürmeye başladığım... Ve ister inan ister inanma... İkinci basım Raziye elime gelince sevinçten havalara uçtum. Aslında kitap hakkında aklımda kalan  pek bir şey yoktu. Hatırladığım, tuhaf bir aşk romanı olduğuydu. Birde cümlelerinin peşi sıra giderken aziz türkçemin dimağımda bıraktığı o  fevkalde lezzetti. Aradan yıllar geçmişti. Benim köprülerimin altından ne sular akmıştı öyle değil mi? Bu günümle dünüm bir mi? Değişmiştim elbette. Sonra önümde daha okunmak için bekleyen yüzlerce kitap dururken, çok eski zamanlarda okuduğum, belki çoğu kimsenin bilmediği bir romanı tekrar okumaya kalkışmak ne kadar doğru bir davranıştı? Çok şükür hesaplı kitaplı, planlı programlı biri değilim. Ayrıca insan hiç sebepsiz bir şeye istek duyuyorsa içindeki bir zorunluluğun ilgili kişi ya da nesneye çektiğine inananlardanım.Yüreğimde bir şey Melih Cevdet Anday'ın kitaplarının peşine düşürmüştü beni. Bu durumlarda asla direnmem. Bırakırım kendimi akıntıya. Hemen teslim bayrağımı çekerim. Melih Cevdet Anday'ın kitapları bana iyi gelecek.Eminim.

Az önce Raziye'yi yıllardan sonra yeniden okumaya başladım. Kitabın ilk sayfalarında Beethoven'in beşinci senfonisi çalmaktaydı. Hemen bilgisayarda bu parçayı buldum. Senfoniyi dinlerken merakla romanı okumaya devam ettim.  Romanın bir yerinde duvardaki acayip bir resimden söz edilir. "Başının çevresinde, göğsünde, yukarı kaldırdığı kollarının üzerinde bir çok insan başı olan, çocuk resimlerine benzer bir kadın resmi idi bu; ilkel bir çizgi ile çizilmişti, anlamını çıkarmak olanaksızdı benim için." der. Sonra bunun Sahrennar adında Devletname'den alınıp büyütülmüş, Adem'den önce yaşayan bir cin sureti olduğu yazar. Hemen sanal ansiklopediden bu bilginin gerçekliğini araştırdırdım. İşte yukarıdaki resme vardım. Sahrennar öyle mi? Yıllar önce bu kitabı okurken, merak ettiğim bir  bilgiye bu kadar kolay ulaşmam mümkün değildi tabii... Sanırım o zaman Sahrennar'ı okuyup geçmiştim. Şimdi öğrenmem hoşuma gitti ne yalan söyleyeyim. Beethoven'in beşinci senfonisini dinliyorum. Aklımda Sahrennar... Elimde Melih Cevdet Anday'ın romanı Raziye... Nereye varacağım merak ediyorum... Aziz Türkçemin lezzetine vara vara Melih Cevdet Anday'ın gizliden  tekinsizlik hissi veren cümlelerinin ardında usul usul koşuyorum. Anlayacağın bu kez kitap koşmaca oynuyorum. Bakalım menzilim nereye varacak doğrusu çok merak ediyorum. Şimdi ben kimilerine alelade bir eylem gibi gelen kitap okumayı oyun gibi anlatınca Gülten Akın'ın o güzelim dizeleri aklıma geldi.

"Yağmur yağar akasyalar ıslanır... Bulutlar uçuşur geceleyin... Ben yağmura deli buluta deli... Bir büyük oyun yaşamak dediğin... Beni ya sevmeli ya öldürmeli."
Başlık: Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Gönderen: Hayal Kahvem - 05 Haziran, 2011, 12:54:55
(http://3.bp.blogspot.com/-K1ilKWH7tMw/Tesvuqi2J3I/AAAAAAAAK78/1ue8nyRy1Js/s320/bar%25C4%25B1%25C5%259F-b%25C4%25B1%25C3%25A7ak%25C3%25A7%25C4%25B1_108633.jpg)


Bazı insanlar iştahlıdır bilirsin. Şu fani dünyanın merak ettikleri  her şeyine ilgi duyarlar. Lâf aramızda bencileyin yemek ve kitap  meraklarını iyice abartıp oburgiller familyasına dahil olanlarımız bile vardır. Ben yemekobur biri olarak eğer okuduğum  kitapta bolca yemek muhabbeti geçiyorsa... Of, değmeyin keyfime! Hem kitaba hem yemeğe iştahım abarttıkça kabarır. O kitabı okumaya doyamam. Bak ne anlatacağım... Bizim Büyük Çaresizliğimiz Barış Bıçakçı'nın satınaldığım ilk kitabıydı. Okudukça geçmişte yaşananları öykünün kahramanlarıyla birlikte sanki ben de hatırlıyor,  "hatırlıyor musun?" dedikçe, onlarla birlikte aynı şeyleri sanki ben de yaşamış gibi hissediyordum. Barış Bıçakçı'nın çok samimi  ve akıcı dili, aşka ve hayata dair muazzam hoş tespitleri vardı. Sevmiştim kitabı, bir solukta okumuştum. Az önce baktım kitaplığa... Demek ki  sonra dayanamamış yazarın Baharda Yine Geliriz, Aramızdaki En Kısa Mesafe ve Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra adlı kitaplarını da  satın almışım. Şimdi Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in  konusunu, kitabın beyaz perdeye uyarlanmış olduğunu ya da ne bileyim etkili romantik  cümlelerini, aşka dair tespitlerini yazmak niyetinde değilim. Bu kitabın sevdiğim bambaşka bir özelliğinden bahsetmek istiyorum. İddia ediyorum Bizim Büyük Çaresizliğimiz bir yemek kitabı ayarındadır. İçinde onlarca yemek tarifi ve iştah açan yemek muhabbetleri vardır. Buyrunuz Barış Bıçakçı usulü  Fırında Patates tarifi:


"Halka halka doğranmış patatesler ve soğanlar tepsiye, bir sıra patates bir sıra soğan olacak biçimde dizilir, üzerlerine tuz, kimyon, karabiber, kekik ve kırmızıbiber katılmış salçalı su dökülür, ince tereyağ dilimleri yerleştirilir ve fırına verilir. Pişince afiyetle yenir..." (s46)

Zeytinyağlı Fasülyeye bu kitabı okuduktan sonra fesleğen koymaya başlamıştım:
Rendelediğim domatesi fasülyenin üzerine koydum. Sen biraz karıştırıp tencerenin kapağını kapadın. Yemeği hiç su katmadan pişirmenin önemi üzerine bir iki büyük söz söyledik birbirimize. (s101)

Fasülyeye tuz, fesleğen ve şeker koymak için mutfağa girdik. Bir fasülyeyi dişlerinin arasında evirip çevirerek, ağzıa hava çekerek dedin ki: "Pişişşşmek şüzeşşre!" (s102)


Müthiş değil mi? Bu öykü çocukluktan itibaren birlikte olan ve birlikte yaşayan Ender ve Çetin'in şahane dostluklarını, aynı kıza, Nihal'e aşklarını,  geçmişte olanları ve çaresizlikler sebebiyle olamayanları anlatıyor. Anıları  okurken hayatın tekrarlardan ibaret olduğunu tespit ettiriyor okuruna. Günlerin, ayların, mevsimlerin tekrarını düşünsene. Yazar "Hayatın gücü tekrarın gücüdür." diyor. Ne kadar doğru. Hayatın rutininde çok farkına varmadığımız  oysa  yemek yeme faaliyetlerimizin ömrümüzün büyük bir kısmını doldurduğunu tespit ettiriyor. Mutfakta ya da yemek masasında geçen saatlerimiz... Lezzetli bir yemek yemenin hazzı.... "Yemek güzel olmuş mu?" sorusunun şahaneliği...Yaşadığımız acı ve tatlı anılar içinde yemeğin yeri ve önemi... Bu konuyu özellikle hatırlatıyor kitap okuruna... Bu nedenle anılar anlatılırken yemek muhabbetleri oldukça fazla... Bu rahatsız edici bir şey değil. Bilakis ömrümüz gelip geçerken bu anların gerçek mutluluklar olduğunu yani  mutlulukların bu küçük anılardan  ibaret olduğunu hatırlatıyor. Zaten kitap "Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?" diye başlıyor. Sonra hemen ikinci bölümde anılar içinde yemek muhabbetine birdenbire giriş yapıyor. Şu anlatımın güzelliğine bakar mısın? "Akşam saatlerinde Nihal'in yine gecikeceğini düşünüp seninle yemek hazırlığına girişmiştik. Yıllar içinde öğrenmiştik, alışmıştık; yemek yaparken birimiz önden gider, diğerimiz soğan doğrayarak, maydanoz yıkayarak, salçayı yağı hazırlayarak, ortalığı toparlayarak onu takip ederdi. İtaat esastı. O akşam önden giden sendin, kıymalı yumurta ve  zeytinyağlı pırasa yapıyordun. Sebzeleri doğradığın kesme tahtasını, bulaşık süngerini yeşil sabunla köpürtüp yıkamaya kalkışınca, kıyamet kopmuştu!"

Barış Bıçakçı yaşamın fani olduğunu bir kez daha hatırlatırken, hayatta bütün tatların ekşi, bütün kokuların kesif olmadığını nefis bir mutfak diliyle okuyucusuna hissettiriyor.

Evet, yemek çok güzel olmuştu. Kıymayı iyice kavurup içine kimyon ve karabiber koyman büyük incelikti. Pırasaları küçük küçük doğrayınca, haklısın, yemeğin yalnızca görüntüsü değil tadı da değişiyordu, güzelleşiyordu. (s17)

Akşam yemeklerinde çoğunlukla birlikteydik. Haftada bir, senin eve gelirken Sakarya caddesi'ne uğrayıp aldığın, üzerinde senin isminin yazılı olduğu kesekâğıtları içindeki balıkları pişiriyorduk. Ben çeviriden sıkıldığımda basit yemekler yapıyordum. Nihal de bazen zorlu yemeklere kalkışıyordu, kadınca bir becerisi vardı, Melahat Teyze ile mutfakta zaman geçirdikleri anlaşılıyordu. (s29)

Şu senin muhteşem patatesli sarmısaklı omletini yaptığın kahvaltılardan birinde, Nihal uzanıp tıraşı gelmiş çenendeki ekmek parçasını alıyordu. Sol gözümün hemen altında bir seğirme... Hakim olmaya çalışıyorum. (s31)

Nihal mutfakta yemek yaparken, bulaşık yıkarken sana yardım ediyor, bana bunu teklif bile etmiyordu. Yalnızca tek bir gün, havuç salatası yaparken havuçları o tırtıklamış, ben rendelemiştim. Önemli bir ayrıntı değil mi Çetin? O da anlamıştı herhalde ikimizden bir adam olacağını, benimle konuşulacağını seninle yaşanacağını. (s41)



Hele üçümüzün Ayaş'a gidip domates, salatalık, biberi acur, kelek, mürdümeriği aldığımız, sonra da birlikte turşu kurduğumuz, reçel yaptığımız hafta sonu öleceğimi sanmıştım. (s106)


İp üstünde yürümenin tehlikesi ve hazzı. Tahin ile pekmez gibi. Çetin, karışınca güzel oluyordu. Acı çekiyordum ama acı çektiğim için mutluydum, çünkü Nihal vardı, yanımızdaydı. (s107)

Yürüyüşüyle, şeffaf bir meyveli şekere benzeyen siluetiyle beni ezdi, ezdi. (s123)

Nihal bizi arkadaşlarıyla tanıştırmak istediğinde... Ben mercimekli köfte yapacaktım, sen peynirli kol böreği, fırını yakmışken bir de kek çırpacaktık. Kaç kişi gelecekti? Lale, Cem, Bora... Cem mi? Bora mı? İkimizin de kafasına aynı soru takıldığı için göz göze gelmemeye çalışmıştık. (s124)

Kimi günler eve dönerken pastaneden bir şeyler alıyor, çay demliyordum. Anasonlu peksimetin üzerine zeytin ezmesi sürüp ( Evet Çetin, bunu da Sevgi'den öğrendim!) çayla birlikte yemesi pek güzel oluyordu. (s135)

Toparlanıp güzel bir yemek hazırladık. Domatesli pirinç pilavı, bol rokalı bir salata ve cacık. (s156)


"Ve sonucusu ama en önemlisi: Nihal kahvaltılarda peynirin üzerine reçel koyup yiyiyor!" (s80)

Bu kitabı çok sevmiştim. Çünkü ben de kahvaltılarda peynirin üzerine reçel koyup yerim:) Cemal Süreya haybeye söylememiş değil mi? "Yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama  kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı."

Başlık: Ynt: Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Gönderen: emre ozdamarlar - 05 Haziran, 2011, 14:03:30
Filmini de merakla bekliyorum bu hikayenin.
Başlık: Ynt: Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Gönderen: alan ford - 05 Haziran, 2011, 14:38:59
Benim ilk okuduğum kitabı "Aramızdaki En Kısa Mesafe". Çocukluk halleri üzerine muhteşem bir romandı. Bizim Büyük Çaresizliğimiz hala kitaplıkta bekliyor. Bu aralar çizgi romana o kadar daldım ki kitaplara sıra gelmiyor. Bir an önce çalışma saatlerinin 3 saate düşürülüp haftanın 4 gününün tatil olmasını talep ediyorum. Zaman yetmiyor. ;D
Başlık: Halikarnas Balıkçısı - Aganta Burina Burinata
Gönderen: Hayal Kahvem - 10 Haziran, 2011, 17:47:51
(http://3.bp.blogspot.com/-5-bRWicm-HM/TfG4qgtAV1I/AAAAAAAAK-0/XDUj4CDJz0U/s320/halikarnas-balikcisi.jpg)

Az önce arkadaşım "Hafta sonu Bodrum'a mavi yolculuğa gidiyorum. " deyince, "Güle güle git, güle güle gel. Çok eğlen." demedim. Evet demedim sahiden. Allahım! Onun yerine ne dedim biliyor musun? "Aganta burina burinata!" dedim. Tabiyatıyla soru dolu bir ifade yakadım gözlerinde. Ben ise gözlerimi yere devirip kirpiklerimin arasından muzurca ona baktım.  "Şeyy! Bu söylediğim Halikarnas Balıkçı'sının bir kitabının ismi." dedim.  Bir şey sormadı. Gerisini merak etmedi. Tatil heyecanıyla telaş içindeydi zaten. Vedalaştı gitti. Ben ise olduğum yerde gene kendime şaştım kaldım. İnanmayacaksın biliyorum ama arkadaşımdan önce ben çoktan  Bodrum'daydım. Nereden aklıma gelmişti şimdi Aganta burina burinata değil mi? Halikarnas Balıkçısısı? Asıl ismiyle Cevat Şakir Kabaağaçlı yani? Bunca yıldan sonra hem de çok kitabını okumamışken nereden aklıma gelmişti de beni  oturduğum yerde  köyümden mavi yolculuğa götürmüştü?  Üstelik  yıllar vardı ki tek kitabını elime almamış hatta uzun zamandır adını bile duymamıştım. Kimdi peki?  Cevat Şakir 1886 ile 1973 yılları arasında yaşamış. Şakir Paşa'nın oğlu. Robert Kolej'den sonra Oxford'ta Tarih eğitimi görmüş. İtalya'da yaşamış. Karikatür ve resimler çizmiş.  Çevirler yapmış, gazete ve dergilere yazılar yazmış. Gazetede çıkan bir yazısı sebebiyle tutuklanmış.  Bodrum'a sürgüne gönderilmiş. Bir de çok açık olmayan, sırlı bir baba katli vakası var. Çok enteresan bir örnektir Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın hayatı bence. İnsan ne oldum dememeli ne olacağım demeli denir ya hani... Tam öyle... Kırk yaşından sonra  hayatı resmen başkalaşım geçirmiş.   Bir paşa oğlu, varlıklı, köklü bir aileden gelen, en iyi  okullarda eğitim almış, Avrupa'nın en sükseli hayatını yaşamış  Cevat Şakir birdenbire yaşamının orta yerinde  bambaşka biri oluvermiş. Yani Bodrum'un Halikarnas Balıkçısı oluvermiş. Yani halktan, balıkçılardan biri oluvermiş. Şahane! Bir nevi aganta burina burinata vaziyeti yani. Yeni yaşamına hemen adapte olmuvermiş. Kitaplarını yazmış. Az aş ve az üst baş ile çıktığı deniz yolculuklarıyla  Bodrum'da mavi yolculuğun başlamasına öncülük etmiş. İşte arkadaşım Bodrum'a mavi yolculuğa gidiyorum deyince, hafıza dediğim tuhaf kutu çekmecesinden çıkarıp aganta burina burinata'yı önüme getiriverdi. Bildiğim kadarıyla  aganta burina burinata bir denizcilik terimiydi. Bencileyin deniz seven birinin unutması mümkün mü bu tekerleme gibi terimi? Mümkün değil. Şahane bir anlamı var üstelik...  "Yelken halatlarını sıkı tut, bırakma" demek. Kimi zaman hayat üstüme üstüme geldiğinde... Daraldığımda yani... Bıkkınlık duyduğumda yaşananlardan... Bir görünmez el boğazımı sıktığında hani... Olmaz öyle şeyler deme... Oluyor...  Ne bileyim, anlarsın ya İnsanlık hâli işte. O zaman "Aganta burina burinata" diye seslenirim biliyor musun? Kitap ismi diye hatırlamam da... Öylesine bir hayal gibi tekerlenip yuvarlanıverir  fısıltıyla dudaklarımdan içinden. "Yelkenlerini sıkı tut, sakın bırakma!"  Heyy! Ben bu yazıyı yazarken dalıp gitmişim uzaklara uzaklara...  Du bi... Dönmeliyim işe. Bugün cuma. Haftanın son iş günü. Ne güzel. İyi ama toparlamalıyım işlerimi... Tamam. Çıkıyorum ben... Kahve molam bitti.

Başlık: Ynt: Halikarnas Balıkçısı - Aganta Burina Burinata
Gönderen: darkwood - 10 Haziran, 2011, 18:36:51
Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli. Zaman akıp ilerledikçe, Yazar'ın hayatı gibi gerçek hayat içinde insanın başına birçok şey gelebiliyor. Gönlümüz tabiki; hep en iyiden en güzelden yana. Ama ne olursa olsun bizi hayata bağlıyacak bir şeylere tutunmak gerek. Her yeni gün yaşamak için, yaşatmak için yeni bir umuttur.
Bu güzel sözde bu anlamda hoşuma gitti.  "Aganta burina burinata!"
Başlık: Ynt: Halikarnas Balıkçısı - Aganta Burina Burinata
Gönderen: Hayal Kahvem - 10 Haziran, 2011, 19:27:50
Selam Darkwood çok haklısınız.. Allah alıştıklarından mahrum etmesin insanı demeli...
Ama hayat bir çapariz çıkarırsa karşısına.. Ki illa olur birşeyler... Gene sağlam durup üretici olmaya devam etmeli.

Ufak bi düzeltme yapayım ben yazıda bu şekilde ;)

Ne güzel bir denizci terimi değil mi?

Aganta burina burinata  :)

Başlık: Yaşar Kemal - Üç Anadolu Efsanesi
Gönderen: Hayal Kahvem - 01 Ağustos, 2011, 16:34:10

(http://3.bp.blogspot.com/-GGwhBiTZISE/TjaiIYkmwcI/AAAAAAAALVM/eISVHWN0H3M/s320/Marilyn-Monroe+%25281%2529.jpg)

Tamam. Bugün orucumun ilk günü. Kahve molası verip kahve içmeyeceğim tabii. Olsun. Yazı molası veririm. Hafta sonu yaşadıklarımı anlatırım, ne olacak ki? Bak şimdi... Yaşar Kemal'in Üç Anadolu Efsanesi adlı kitabını epeydir okumak istiyordum. Bu hafta sonu nihayet elime aldım. Yaşar Kemal'in o güzelim  Türkçesinin eşsiz lezzetine vara vara önce Köroğlu efsanesini okudum. Akabinde Karacaoğlan efsanesine geçtim. Hey! Nasıl severim Karacaoğlan'ı anlatamam. Şairdir bir kere... Hımm... Sonra bağlama çalar. Maceracıdır. "Etme, eyleme, uyma şeytan sözüne. Gurbet elin kahrı zehirden acıdır. Senin başındaki kavak yelleri gelir geçer... Sazının üstüne saz yok, sözünün üstüne söz yok.... Obadan ayrılma. Gitme gurbet ellere." demişlerdir demesine ama gençtir Karacaoğlan. Yüreğinde bir top ışık, bir ateş harmanı, çiçek açmış o bahar dalı... Yeni yüzler, yeni dünyalar görmek, yeni yeni insanlarla tanışmak, yeni yeni şeyler söylemek onu çeker.  Yolundan döndüremezler. Aşığın birine sormuşlar. Vatanın nere? diye... Sazını göstermiş. "Bura," demiş. O hesap. Aşıktır. Bir yerlere sığamaz Karacaoğlan. Sazı sırtında, yine, yeni, yeniden yollara düşer.  İlk defa gurbete çıkmıyordur ki üstelik... Daha önce defalarca uzun uzun ovaları, yolları, belleri, dağları yürümüştür. Ayrıca nereye gittiğini, neyle karşılaşacağını bilmemesi her daim hoşuna gider. [/size]


(http://2.bp.blogspot.com/-_uAykw9MOuw/TjaiNVtK5pI/AAAAAAAALVQ/mSOehGxzhOo/s400/Marilyn+Monroe%252C+1955+looking+out.jpg)


Büyük usta Yaşar Kemal'in anlatımıyla okuduğum bu efsane, Karacaoğlan ile Elif'in kederli aşklarını anlatıyordu. Sana bir şey söyleyeyim mi, bu efsane beni hiiç etkilemedi. Hiiç. İki sevgili ayrılıyorlardı. Bir sevda hikayesi daha ayrılıkla bitiyordu. Ve ben var ya... İnanamıyorum.... Etkilenmemiştim. Yok... Elif'in saflığına kızmıştım kızmasına... O pişmanlığına biraz üzülmüştüm doğrusu.  Ama Karacaoğlan için var ya... İnan zorladım kendimi... İnan bana...  Hani oyuncuların rol gereği ağlaması gibi, ben de  efsane gereği ya da ne bileyim sırf Yaşar Kemal'in o nefis anlatımı sebebiyle üzülmek istedim Karacaoğlan'ın durumuna... Olmadı yeminle. Yalan söyleyecek değilim. Dinledim yüreğimi. Karacaoğlan'a karşı hiiç acı hissetmiyordu yüreğim... Gerçekten. Hiiçç.  Kendime üzüldüm bu kez. Yoksa ben artık vicdansız, merhametsiz biri mi olmuştum? Ne fena! Ben bu vaziyetime şaşırmış dertlenirken... Biri parmaklarını şıklatmışta illizyondan çıkmışım gibi birdenbire kendime geldim. Tabii ya... Anlamıştım durumumu...  Bak şimdi... Bir ara şiirlerinde en fazla sevdiği kadınların ismi geçen şairlerle ilgili bir yazı hazırlamak niyetine girmiştim, tamam mı?  Tarihçi Cemal Kafadar'ın yazılarında ne okumuştum biliyor musun? Karacaoğlan  acayip çapkın biriydi. Tamam. Yaşar Kemal'in yazdığı efsanede Elif'in biraz kabahati vardı Karacaoğlan'ın tekrar yollara düşmesinde. Amaaa... Bakar mısın Karacaoğlan'ın şu dizelerine? Bak.. Bak.. Hem de ayrılıp karalar bağladığı Elif için söylediği sözlerden sonra...  Sıraladığı kız isimlerine bakar mısın?  "...Elif'i der isen nazlıdır nazlı... Esme'yi dersen sırf ala gözlü... Söyletme Şerife'yi bülbül avazlı... Söylüyor Zilha'nın dilleri güzel - (Allahım! Dayanamayıp devamını yazacağım) - Emine'yi der isen incedir ince - Bağdat'ın Mısır'ın gülleri konca- Eşşe'nin kaşı da kalemden ince -Sevmeye Hörü'nün belleri güzel- Döne güzelliğin halka bildirir -Kamer pınardan kabın doldurur -Eşşe yürüy'şünde beni öldürür -Sevmeli Cennet'in boyları güzel -Karadan da Karac'oğlan karadan- Sürün çirkinleri çıksın aradan -Herkesi sevdiğ'ne vere Yaradan- Sevdiğim Meryem'in benleri güzel..."  İlk kez bu dizelere denk geldiğimde "Yok artık! Pes vallahi... Nedir bu böyle?" demiştim kendi kendime...  Şimdi  Karacaoğlan'ın bu vaziyetlerini bilen benim gibi biri Yaşar Kemal'in anlattığı efsanedeki Karacaoğlan'a üzülebilir mi? Asla üzülmedim ne yapabilirim yani? Bilirsin Karacaoğlan'ın üç derdi vardır, birbirinden geçilmez... Hatırlasana Ersen ve Dadaşlar söylerdi hani... Aaa!  Ben şu şarkıyı bulayım da dinleyeyim bari... Neymiş o dertleri? "Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm."  Hey gidi Karacaoğlan... Ve sevdalandığı... Ve de sevdaya bıraktığı kızlar... Efsane mefsane... Ruhlarına rahmet.  Düşünebiliyor musun kimler yaşamış, ne sevdalar yaşanmış yeryüzünde... Bu bizim bildiklerimiz tabii... Haydi gel Karacaoğlan dizeleriyle sual eyleyelim bizden evvel gelenlere... "Kimler var idi, biz burada yoğ iken?" Aaa! Gitmeliyim. Kahve Molam... Yooo... Yazı molam bitti. Hımm... Kahvem akşam iftardan sonra tabii:)




NOT: Diyorsundur ki bu yazıda Marilyn Monroe'nun işi ne? Vaktim yoktu konuyla ilgili resim bulmaya... Yazıyı  Karacaoğlan'ın "Kimler var imiş biz burada yoğ iken?" sözü ile bitiriyorum ya..  Ne var?  Bir vakitler biz burada yoğ iken Marilyn Monroe vardı, öyle değil mi? İnkar et istersen... Yok muydu? Vardı tabii.... Hayat böyleyken böyle işte. Bir varmış... Bir yokmuş... Biri varmış... Biri yokmuş.... Efsaneler gibi.



Başlık: TARİH KADERİ İSPAT EDERSE
Gönderen: s.b - 09 Ekim, 2011, 16:20:03
(https://farm1.staticflickr.com/666/23500026579_cee2cb4834_z.jpg)

138 sayfalık bir kitap, Tarih Kaderi İspat Ederse. Gelenek yayıncılık tarafından yayınlanan bu kitabın yazarı Said Alpsoy. Adından da anlaşılabileceği gibi tarih ve kader arasındaki bağı ortaya koyan bir tarzı var. Sözü fazla uzatmadan kitaptan sadece iki sayfayı buraya aktardım. Bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum.

          BOĞAZINDAN YIRTILAN BAYRAK

Tarih 6 Ekim 1981... Mısır'ın "Reisi" Enver Sedat Krallar Vadisi'nde resmi geçit yapmakta olan birliklerini gururla selamlamaktadır. Fakat ortalık aniden ve art arda patlayan el bombalarının gürültüleri ve makineli tüfek tarakalarıyla adeta cehenneme döner. Teğmen Halid İstanbuli ile birlikte 4-5 tane er, şeref tribününü kana bulamıştır. Bu, Camp David anlaşmasını imzalamış olan Enver Sedat'a verilen ağır bir cezadır.
Osmanlı'nın Enver Paşası'nın hayranı olan babası tarafından, bu hayranlığın ifadesi bir isme sahip kılınan Enver Sedat, aynen ismini taşıdığı meşhur paşa gibi kurşunlanarak trajik bir şekilde hayata veda etmiştir. Ne var ki Orta Doğu'nun yakın tarihinde birçok örneğine şahit olduğumuz Enver Sedat suikastini "Kader ve Tarih" ilişkisi bağlamında ilginç kılan çok özel ve önemli bir    "tevafuk" vardır.
Çarpıcı tevafuk şudur: Suikast anından yaklaşık on beş dakika önce resmi geçit başlarken havaya sekiz adet füze fırlatılır. Belli bir yükseklikte, bunların dördünde Mısır bayrağı, dördünde de Enver Sedat'ın portresini taşıyan bayraklar çıkar. Ve bunlar, uçlarına kurşun bağlanmış ipler sayesinde yavaş yavaş süzülmeye başlar. Sedat'ın portresini taşıyan bayraklardan biri, alanı çevreleyen bayrak direklerinden birindeki Mısır bayrağına sarılır. "Reis"in portresiyle Mısır bayrağının sarmaş dolaş hali, izleyiciler arasında bir coşku seline yol açar. Mısır'lıların Allah'ın, "millet" ile reis"i arasındaki yakınlığı ve sevgiyi kanıtlayan ilahi bir tevafuk yarattığına inanırlar. Fakat bir süre sonra, Enver Sedat'ın portresini taşıyan bayrak, aşağıya doğru kaymaya başlar. Ve tam toprağa dokunur hale geldiğinde Enver Sedat'ın boğazına isabet eden yerde aniden ikiye ayrılır. On beş dakika sonra Teğmen İstanbuli ve askerlerinin atacağı mermiler, Enver Sedat'ın boğazını aynı yerden parçalayarak ölümüne neden olacaktır.

"Tesadüf, inançsızların Kader'e taktıkları isimdir."
A.Suarez
                   
         PADİŞAHIN YANGIN FERMANI

Zaman, Kanuni zamanı... Sürekli deprem endişesiyle yaşayan İstanbul'un yapıları büyük ölçüde ahşaptır. Bu önlem muhtemel deprem zararlarını hafifletse de, başka ve en az deprem kadar yıkıcı bir tehlikenin kapısını aralamıştır: Yangın.
Ve İstanbul, büyük yangınlar şehri olarak tarihe geçer. Hiçbir önlem para etmez. En sonunda da Kanuni Sultan Süleyman, haklılığı ve etkisi çok su götürür yeni bir önlem almaya karar verir: Yangın kimin evinde başlamışsa o, idam edilecektir. Halkı yangına karşı dikkatli olmaya motive etmek gibi bir dayanağı olsa da, fermanın adaletsizliği apaçık bellidir. Ferman, eğer uygulanırsa, bu yüzden birçok masum, haksız yere cezalandırılacaktır.
Ama İlahi Adalet hızla devreye girer ve ferman yayınlandıktan sonra, tahmin edin, ilk yangın kimin evinde çıkar?
Kanuni Sultan Süleyman'ın... Topkapı Sarayı'nda...
Tabii ki ferman uygulanmaz ve yürürlükten kaldırılır. Birçok masumun katli engellenmiş olur. İlahi Kader, mücahid padişaha bir "dikkat" çekmiştir.

"Tarih, kainatın vicdanıdır."      Ö. Hayyam.
Başlık: Melih Cevdet Anday - Raziye
Gönderen: Hayal Kahvem - 11 Kasım, 2011, 21:03:09


(http://1.bp.blogspot.com/-yuk4cS1N2lA/Tfp0Y4nbTSI/AAAAAAAALBc/nKV3pYIkNW4/s400/0wslH8p9Eo30hzhjDOaenO8Bo1_400_large.png)


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm. 



(http://3.bp.blogspot.com/-1piiW0p8LT0/TrxGW404_BI/AAAAAAAAMPU/Fz3B2I4dOZ4/s320/images.jpg)  (http://4.bp.blogspot.com/-OReelTOdYdU/TrxGakiNvSI/AAAAAAAAMPc/elfTDinBaLg/s320/Raziye-melih-Cevdet-Anday-Hur-yayin__22646697_0.jpg)


En son Filmekimi için İstanbul'a vardığımda filme geç kalacağım diye çok korkmuştum. Trafik yoğundu. Arabamı zor park edebilmiştim. Tüm telaşımla  pasaja dalacakken, bir kız dikkatimi çekti. Hava soğuktu. Kız, üzerindeki incecik entariyle Atlas Sineması'nın girişindeki afişlere bakıyordu. Çorapları bile yoktu. Durdum. "Üşümüyor musunuz?" dedim. Bana gülümseyerek baktı. "Ben mi?" dedi. Evet dercesine kafamı salladım. "Ne bileyim." dedi. Bu cevabı işittiğimde onun Melih Cevdet Anday'ın Raziye adlı romanındaki kız olduğunu farzettim.  Saçları kara, uzun, gözleri yeşille kurşuni arası, yüzü buğdaysı, etine dolgun, uzun bacaklı bir kızdı. Öyle, güzelliği sonradan, tanıdıkça, yavaş yavaş anlaşılan kızlardan değildi. Gözümü alamıyordum. Deniz gibiydi, ne yandan bakarsan bak, deniz, öncesi sonrası olmayan. "Elimde fazla bir bilet var. Arkadaşım gelmedi. Film Roma tarihiyle ilgili. Seyretmek ister misiniz?" diye sordum. Önce gene "Ben mi?" dedi. Sonra "Bilmem." diye cevap verdi. "Roma tarihini kitaplardan okudum. Okudum okudum, çingene lafı geçmedi hiç. Ben de sıkıldım okumaktan. Hepsinden sıkıldım ya... Bütün derslerden..." dedi. Durdu. Bu kez gözlerime, ama bana baktı. İki eliyle saçlarını arkaya attı.  Boynuma sarıldı. Önce ağlıyor sandım, oysa gülüyordu, sevinçten deli gibi gülüyordu. Öpücüklere boğuyordu beni.  Doğallığı hoşuma gitti. Aynı kitaptaki kız gibi yalana gerek duymayan biriydi. Her davranışı, her sözü ile, her bakışı ile bir çingene, başka bir şey değil. Bir süre sonra beni de bir neşe sardı. Bir eliyle saçını kulağının arkasına itti.  Bileti uzattım. "Geç kalıyoruz filme. Haydi girelim mi?" dedim. Dünyada onu korkutan hiçbir şey yok gibiydi. Nerde olsa, ne durumda olsa, yaşayacağını yaşardı o.  Önce hiçbir zaman unutamayacağım o tatlı kayıtsızlığı ile: "Ne bileyim," dedi. Sonra bileti elimden aldı. Koşarak sinemaya girdi.



(http://4.bp.blogspot.com/-7WA1H85q9ro/TjCJIfUvJyI/AAAAAAAALTU/Baz_A4g4GNM/s400/5816_102154806465206_100000120624179_56310_5748107_n.jpg)

Filmin başlamak üzereydi. Önüm sıra yürüdü. Kayıtsız gözlerle etrafına baktı. Biletçi yerimizi gösterdi. Yanyana oturduk. Koluna usulca dokundum. "Seni sevdim." dedim. Gözlerimin içine gözünü dikip bakakaldı. "Ben de seni," dedi. Cevabı öyle sıcak, öyle içtendi ki, düşüncelerimin, kuruntularımın, kaygılarımın tümünü sürüp  götürdü.  Elbisesinin yakasından elini göğsüne soktu. Beyaz bir mendil çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi elindeki  mendile dikkatle baktı. Sonra açıp kucağına serdi. Mendile gözucuyla baktım. Bir köşesinde "Vedia" diğer köşesinde "Raziye" yazıyordu. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Raziye" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.

   
NOT:  Melih Cevdet Anday'ın  Raziye adlı romanındaki bazı cümleleri  bu yazıya alıntıladım.

Başlık: Perg Efsaneleri, Şamanlar Diyarı - Barış Müstecaplıoğlu
Gönderen: alan ford - 25 Kasım, 2011, 22:18:29
Barış Müstecaplıoğlu'nun fantastik serisi Perg Efsaneleri birara çizgi roman dünyasına göz kırpmış, lakin Strip dergisindeki macerası ne yazık ki kısa sürmüştü. Serinin çizeri Engin Deniz Erbaş'dan bir kaç Perg karesi

Leofold

(https://farm1.staticflickr.com/961/41377409004_ac26638c9e_b.jpg)

Promlar

(https://farm1.staticflickr.com/968/27226909767_659a3bbe18_c.jpg)

Gerfler

(https://farm1.staticflickr.com/828/41377405674_d24f20979d_c.jpg)

Erkolen

(https://farm1.staticflickr.com/832/42096812031_fa8ea5eaca_o.jpg)
Başlık: Ynt: Perg Efsaneleri, Şamanlar Diyarı - Barış Müstecaplıoğlu
Gönderen: ümitkr - 25 Kasım, 2011, 22:34:53
Okuduğum en iyi yerli fantastik roman üçlemesiydi. Okumayanlara kesinlikle öneririm. Barış devamını yazdığını duyurmuştu geçenlerde ama sonrasını takip edemedim. Umarım kaçırmamışımdır... aklıma gelmişken bakayım ve ne yaptı sorayım.

Bu arada çizgi romanı romanın yanında basitten de zayıf kalmıştı. Barış "aceleyle yetişsin diye hazırlamıştık" demişti. Çizime ve okuduysanız hikayeye ısınamadıysanız tekrar söylüyorum, romanını kesinlikle edinin ve okuyun.
Başlık: Ynt: Perg Efsaneleri, Şamanlar Diyarı - Barış Müstecaplıoğlu
Gönderen: alan ford - 25 Kasım, 2011, 23:28:57
 Dört kitaptan oluşan seri gerçekten fantastik edebiyatın en güzel kitaplarındandır benim için.  Metis yayınlarından çıkan seri bu aralar indirimde. İlginizi çektiyse kaçırmayın.

Yeni seriden ise bildiğim kadarıyla haber yok daha. Beklemedeyim ben de.

(https://farm1.staticflickr.com/827/41196697825_73a987a5b0_o.jpg) (https://farm1.staticflickr.com/970/41196678155_8fe472dc0a_o.jpg)

(https://farm1.staticflickr.com/905/42052321592_2f3a3a0419_o.jpg) (https://farm1.staticflickr.com/976/40290279990_45859d576c_o.jpg)
Başlık: Ynt: Perg Efsaneleri, Şamanlar Diyarı - Barış Müstecaplıoğlu
Gönderen: ümitkr - 26 Kasım, 2011, 00:15:25
Alıntı yapılan: alan ford - 25 Kasım, 2011, 23:28:57
Dört kitaptan oluşan seri gerçekten fantastik edebiyatın en güzel kitaplarındandır benim için.  Metis yayınlarından çıkan seri bu aralar indirimde. İlginizi çektiyse kaçırmayın.
Yeni seriden ise bildiğim kadarıyla haber yok daha. Beklemedeyim ben de.

sahi, dört kitaptı :)
Başlık: Ferit Edgü - Hakkâri'de Bir Mevsim
Gönderen: Hayal Kahvem - 19 Ocak, 2012, 22:12:55



(http://1.bp.blogspot.com/-XRxLSIHGl9s/TnO1DNKIdSI/AAAAAAAALtY/nKu5qSMRrSQ/s320/hakkari_map_2.jpg)  (http://3.bp.blogspot.com/-WQaQ42r8_aw/TnRO4JZ6XLI/AAAAAAAALts/J-2lJagNd_U/s1600/edgu.jpg)

Her zaman okurların kitap seçmediğine, kimi zaman da kitapların okurunu seçtiğine inananlardanım. Bak, ne anlatacağım? Okuduğum başka yazarların deneme kitaplarında Ferit Edgü adına hep denk gelirdim. Nedense bir kere bile kimdir diye merak etmediğimi yeni fark ettim. Oysa hafızamın kıvrımları arasında Ferit Edgü'yle ilgili bazı sempatik bilgiler gizlemiştim. Sanat yapıtının aynı hayat gibi kendisinin dışında bir mesajı olmadığını düşünen biriydi. Ben de motomot mesaj veren hiç bir sanat yapıtından haz etmem. Ne bir kitap, ne bir film, ne bir resim...  Sonra duyarlık sözcüğünü önemseyen biriydi. Çağdaş sanatçılardan kimi bu sözcüğü rafa atmış olsalar da duyarlık olmadan nasıl iletişim sağlanabileceğini soruyordu. Haklı değil miydi? Gene bir başka yazar Ferit Edgü'nün bir yazısını anlatırken, sanatçıların yapıtlarıyla, okuruna, seyircisine ya da dinleyicisine keşfettirdiği yeni dünyaların, Christoph Colomb'un Amerika'yı keşfiden daha az heyecanlı olmadığını yazdığını okumuştum.  Hani Colomb Hindistan'a gideyim derken Amarika'ya ayak basar ya...  Okur için de durum böyle diyordu. Ne yalan söyleyeyim çok doğru diye düşünmüştüm. Ferit Edgü'nün düşüncelerini sevmiştim. Gene de kitapçıya gittiğimde bir gün olsun Ferit Edgü kitabını sormadım. Hangi kitapları vardı? Nasıl hikayeler yazardı? Ömrümde bir defa bile Ferid Edgü kitabını elime almadım. Peki... Hakkâri... Okuduğum ders kitaplarında, gazetelerdeki haberlerde, televizyonda seyrettiğim programlarda Hakkâri adına hep denk gelirdim. Orda memleketimin taaa ucunda bir sınır şehrimizdi. Şehrin etrafında çok yüksek, sarp yamaçlı, kolay aşılmaz dağlar vardı. Acaba Hakkâri'den Zap Suyu mu akardı? Emin değilim. Duyduğum kadarıyla dağlarında yaz kış erimeyen karlar vardı. Kışın sıcak odamda yayıldığım koltuğumda haberleri seyrederken kaç kere gördüm. Kışın kar öyle yağardı ki hiç kimse oraya kolay kolay varamazdı. Hastalar doktor bulamazdı. Orada çok çocuk ölümleri vardı. Türkçe'nin dışında değişik bir dil konuşurlardı.  Son günlerde asker şehitleriyle şehrin adı iyice özdeşleşmişti. Ben Hakkâri'ye hiç gitmedim. Ömrümde bir defa bile Hakkâri'yi görmedim.



(http://3.bp.blogspot.com/-ZE2CBartiqY/TnO8m4qhI1I/AAAAAAAALto/O5F0slmqkuA/s320/www.harikasozler.net_-_Hakkari_den_bir_grnm.jpg)

Hani bir ara  İstanbul Sahaflar Festivali'ne gitmiştim ya... Bu kez kararlıydım bir tane olsun Ferit Edgü deneme kitabı satın alacaktım. Bir sahafa sordum. Raftan bir kitap seçti. Elime verdi. Baktım. Bu bir deneme kitabı değildi. Bir romandı. Adı... Hakkâri'de Bir Mevsim... Oturdum sahafın sandalyesine... Kitaba bakakaldım. Sayfalarını araladım. Denk geldiğim sayfanın bir yerinden okumaya başladım. Kitabı ben seçmedim. Bu kitap beni seçti. Yazarın bana bir mektubu vardı çünkü. İstanbul'daydım. Hava cehennem gibi sıcaktı. Ben ise zangır zangır üşüyordum. Ben o anda İstanbul'da değildim. Bir teknenin kaptanı olmayı her zaman hayal ederdim. Ferit Edgü bilmişti beni. Hindistan'ı bulmak niyetiyle Amerika'yı keşfeden Colomb gibi hiç aklımda yokken  teknemin rotasını Hakkâri'ye çevirdi. Roman hayalle gerçeğin harmanlandığı bir şiir gibiydi. Sahaflardan sonra oturduğum kahvede  O- Hakkâri'de Bir Mevsim adlı romanı soluksuz okudum ve bitirdim. Ferit Edgü'nün bir başka kitabı var şimdi elimde...  Eylül'ün Gölgesinde Bir Yazdı. Kitabın rotasına göre teknemi ayarladım. Bakalım memleketimin hangi şehrine hangi insanlarına denk geleceğim? Bu kitabıyla da yazar; dar, kısıtlanmış ufkumu kimbilir nasıl genişletecek... Kimbilir bana neler, nereler keşfettirecek? Ne güzel! Bana yazdığı şu aşağıdaki mektubu tekrar okuyacağım. Sonra Ferit Edgü'ye cevap yazacağım. "Değerli Yazar, kendimi bir kâşif gibi hissettirdiniz. Teşekkür ederim. Sevgiler." 

(http://2.bp.blogspot.com/-qJMcL_-kNdg/TnRRYVadIPI/AAAAAAAALt0/lHVH-giWSHs/s320/hakkari-kar-altinda.jpg)

"Ey okuyucu!
eğer yaşantın boyu, bir gün olsun
bir teknenin kaptanı olmadınsa
- ya da böylesi bir duyguya kapılmadan, böyle bir düş görmedinse-
teknen bir gün ya da gece, yolunu şaşırmış,
bilmediğin sularda yol alırken
haritalarda görülmeyen kayalara çarpıp batmadıysa
ve kendini tek başına
-Tayfalar nerde? Dümencim n'oldu?-
bir kumsalda da değil, denizden kilometrelerce uzakta, üstelik bir dağ başında (Rakım: 2.100) bulmadınsa
ya da benzeri korkulu bir düşü,
gözü açık ya da kapalı görmedinse
bu kitapta yazılı olanları anlamakta güçlük çekebilirsin.
Çünkü anlamak bir ortak dil gerektirir.
Ortak dil ise,
ortak yaşam / ortak bilgi / ortak birikim / ortak düş
kimi yerde, ortak düşüş demektir.
Ortak değilse bile, yakın / benzer / gibi.
Ama diyebilirsin ki, Bana yabancı olanı arıyorum ben.
Öyleyse yolun açık olsun.
Ama gene de,
bu kitabı okurken elinin altında, büyük gezginlerin sözlükleri, andaçları bulunsun, derim."

Ferit Edgü

Başlık: Pınar Kür - Hayalet Hikayeleri
Gönderen: Hayal Kahvem - 24 Ocak, 2012, 00:10:31

(http://1.bp.blogspot.com/-yuk4cS1N2lA/Tfp0Y4nbTSI/AAAAAAAALBc/nKV3pYIkNW4/s400/0wslH8p9Eo30hzhjDOaenO8Bo1_400_large.png)


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm. 


(http://3.bp.blogspot.com/-_OUTlE3Yh-0/Txw0yhPbv5I/AAAAAAAANIE/d6-_b_QOlY4/s1600/9789752891449.jpg)(http://3.bp.blogspot.com/-WAcENvqeWOw/Txw1DOg6TvI/AAAAAAAANIU/_svqPQg2Kp8/s1600/pkur.jpg)

O gün Beyoğlu'nda  Emek Sineması'ndaydım. Filmin başlamasına yarım saat kadar vardı. Hava oldukça soğuktu. Park yerinden sinemaya gelene kadar üşümüştüm. Dışarıda oyalanmak istemedim. Hemen salona geçtim. Emek Sineması'nın o tarihi sıcaklığıyla koltuğuma gömüldüm. Uyuyup kalmışım. "23  numara bu koltuk mu?" diye soran  sesle kendime geldim. Doğruldum. Gülümsedim. "Benim koltuğum 22 olduğuna göre 23 burası olmalı." dedim. Kederli gözlerle bakan bir kadındı. Yuvalarının içine gömük, donuk bakışlı gözler... Hani feri kaçış mı derler yoksa feri gitmiş mi? Moru çoktan geride bırakmış, karaya doğru yol alan gözaltı torbaları... çökmüş, kara-sarı bir surat... ip gibi dudaklar.... Boyayla, allıkla, rujla üstü örtülemeyecek bir harabeye dönmüş yüz. Ve şahane KIZIL saçlar... Oturdu. Sürekli şu cümleleri fısıldıyordu: "Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar... Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar..."  Neydi bu? Belki bir şiir dizesiydi. Bu cümleleri duyunca, kadının Pınar Kür'ün Edebiyat Neye Yarar? (Kına) adlı öyküsündeki Engin olduğunu farzettim. Kucağında çocuğu, yanında iki bavuluyla, başı önünde, boynu bükük baba evine dönüşünü hayal ettim. Babasının yüzünden düşen bin parçaydı. Annesi sevinçliydi.  İki yıl önce, daha fakülteyi bitirmeden hamile kalıp, ana babasına bile haber vermeden evlenmesine çok kızmışlar, çok sarsılmışlardı. Babası damadı asla tasvip etmemişti. Gene de kızının doğumu köşte yapmasını istemişti. Kocası, Engin'in babasının bu teklifini, aristokrat esnekliği diye düşünmüş, kendilerini asimile etmek için yaptıklarını söyleyerek kabul etmemişti. Doğumu beklerken, Laleli'de, iki odalı, kalorifersiz, suyu bazen akan, çoğu kez akmayan, karanlık bir bodrum katına yerleşmişlerdi. Engin'in hiç bilmediği, tanımadığı bu yaşam koşullarına alışması kolay değildi. Ama en zoru, bir günden bir güne "yoldaş"lık statüsünü yitirip "ev kadınlığı"na indirgenmesi olmuştu. Sırf hamile olduğu için değil de, evlendiği için! Artık yürüyüşlere katılmak, geceleri "afişe çıkmak" yok. Ama onlar herhangi bir eylemden döndüklerinde, bodrum katının küçücük oturma odasına en az on kişi dolduklarında çay demleyip hizmet etmek var.  Daha bir kaç hafta önce sokaklarda birlikte koştukları, forumlarda birlikte coştukları eylem arkadaşlarının hizmetçi muamelesi etmesine nasıl sinirlenmesin? Kocası eylemlerine Paris'ten devam etmeye karar verince, kucağında oğluyla baba evine döndüğünde her şeyin daha kolay olacağını ummuş muydu? Öyle olmamıştı. Köşk basılmıştı. Sorguya götürülüp aylarca içeride tutulmuştu. Dışarıya çıktığında bu kez anne babası  göz hapsine almışlardı kızlarını. Olur olmaz dışarıya çıkmak yok... Nereye gittiğini söyleyeceksin, şu saatte döneceksin baskıları... Bu kez onların kurallarına uymak durumda kalmak. İkibuçuk yıl süren bu esaret hayatında, sadece akşamları kocasına mektup yazarken huzur buluyordu. Oğlunu alıp onun yanına gideceği günü iple çekiyordu. Kocası Fransa'da işleri bir yoluna koysa... İmkanları bir ayarlasa... Derken kocası imkanları ayarlamış, hayatını bir yola koymuştu. Kendisinden on yaş büyük bir Fransız kadınıyla. Ve boşanmak istiyordu. O sırada duyduğu nefret de, hınç da, bir damlacık bile azalmamıştı. Ama umudunu kestikten sonra, durup durup ağlamalar, sinir krizleri devam ederken bile, yaşamını yeniden düzene koyma cesaretini bulmuş, aftan yararlanıp yarım bıraktığı fakülteyi bitirmişti. Edebiyat öğretmeniydi şimdi. Bu kez Edebiyattan nefret eden, kalın kafalı öğrencileriyle cebelleşiyordu. Çok yalnız olmalı diye hayal ettim. Oğlu liseyi bitrene kadar yanındaydı. Babasının oğluydu ne de olsa... Ömründe bir kere bile görmediği babaya kızmak şöyle dursun, bir davette, üniversiteyi okumaya babasının yanına Fransa'ya gitmişti. Kadına göz ucuyla baktım. Üstü başı dağınıktı. Yorgun bir okul dönüşü olmalı diye düşündüm. Oysa bir zamanlar şu kızıl saçları var ya... Of, örgütün en güzel kızı olmalıydı diye aklımdan geçirdim. Kızıl saçlı, edebiyatsever, kırılgan kız... Hepsini Nâzım yakmıştı aslında. Bir zamanlar Nâzım Hikmet'in hem aşk hem devrim  şiirlerini ezberleyen örgütteki erkeklerin, böyle güzel, kızıl saçlı kıza aşık olmamaları mümkün müydü? Kızlar ise en güzel Nâzım Hikmet şiiri okuyan erkeğe aşık oluyorlardı belli. Edebiyat kimi kez hayata yol gösterirdi. Hayata hazırlardı insanı. Yıllar yılı hayatın dışında kalan Engin gibi bir kadın, yeniden hayata dalabilir miydi? Öyküdeki eski örgütünden arkadaşı Metin'le tesadüfen karşılaşmaları aklıma geldi. Kafede oturup karşılıklı eski günlere değin yaptıkları muhabbetleri... Heyecan içinde peçetelere yazılan telefon numaraları... O günden sonra Engin'in yüreğinin her an pır pır etmesi... Yalnız onu düşündüğünde değil, aynaya baktığında kendini güzel görmesi, saçlarını havalı havalı silkelemesi... Öğrencilerine kızmaması, hatta onların saçma sapan esprilerine gülmesi, en önemlisi gece yatağa korkuyla değil de keyifle girmesi... Metin ile karşılaştığından beri hep gülüyor, hatta gülmemek için kendini tutmak zorunda kalıyorken, şimdi neden bu kadar kederli görünüyordu peki?

(http://4.bp.blogspot.com/-7WA1H85q9ro/TjCJIfUvJyI/AAAAAAAALTU/Baz_A4g4GNM/s400/5816_102154806465206_100000120624179_56310_5748107_n.jpg)

Kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Uzun saçlarını arkaya doğru attı. Burnuma kına kokusu geldi. Belki kızıl saçlarına kına sürerken Milan Kundera'nın bir öyküsü aklına takılmıştı. Hani yıllar sonra gençlik aşkıyla karşılaşan, yeniden birlikte olmalarına ramak kalmışken donup kalan kadının hikayesi... Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Engin" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazımın bazı cümlelerini Pınar Kür'ün  Hayalet Hikâyeleri adlı  kitabındaki Edebiyat Neye Yarar? adlı öyküsünden  alıntıladım.






Başlık: Enis Batur Ve Hâneberduş Ve İsmail Pelit Ve Enis Batur'u Öldürmek
Gönderen: Hayal Kahvem - 24 Ocak, 2012, 20:39:54


(http://1.bp.blogspot.com/-Sj6RPnKMBlM/Tx6Uc5u6d0I/AAAAAAAANJ0/dAGkXUSVND8/s320/the_wing_collector_by_thisyearsgirl_jpg_thumb.jpg)

Puslu bir geceydi. Uykum kaçmıştı. Kalkmıştım yatağımdan... Pencerenin yanına gitmiştim. Ellerimi  mermer pervaza, burnumu cama dayamıştım.  Karanlıkta bir süre dışarıyı seyretmiştim. Gün boyu hiç durmak bilmeyen yağmur dinmişti. Bir İsmet Özel şiiri aklıma gelmişti. Hatırlarım ama hiç bir şiiri hafızama yerleştirmeyi beceremem ya... Bilgisayarı açtım. Şiiri elimle koymuş gibi buldum. "Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir... kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa... yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa...  o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir." Ne hoş, ne mucizevi bir şiirdir. Masanın üzerinde Enis Batur'u Öldürmek adlı bir kitap duruyordu. Günlerdir bilgisayarımın gölgesinde  demleniyordu. Henüz okumamıştım. Yazarı İsmail Pelit'ti. Tanımıyordum. Kitabı Enis Batur'la ilgiliydi ya ne anlattığını merak ediyordum. Ben Enis Batur'cu biriyim. Beni zorluyacağını bilsem bile Enis Batur'un  kitaplarını severim. Enis Batur'un külliyatıyla  ilgili elime geçen her kitabı okurum. Bu kitabı Enis Batur değil bir okuru İsmail Pelit  yazmıştı.  Bir okur, sevdiği yazarı neden ölürmek ister peki?  İsmail Pelit, Enis Batur'un o kendine has şiirlerini okumuştu da, "Anlam şairin karnında" diye bir söz vardır ya... Acaba şairin şiirlerini anlamak maksadıyla karnına bir bıçak saplamakta mı sakınca görmemişti? Oscar Wilde dememiş miydi? "herkes öldürebilir sevdiğini... kimi bir bakışıyla yapar bunu...  kimi dalkavukça sözlerle...  korkaklar öpücük ile öldürür... yürekliler kılıç darbeleriyle" İsmet Pelit kelimelerle öldürmeye niyetlenmişti belki.

(http://2.bp.blogspot.com/-vsxg_JRzlCc/Tx4MVOyUqRI/AAAAAAAANJc/n_WXes70yzU/s200/imagesCAUS6HX2.jpg)   (http://1.bp.blogspot.com/-1JdteBNdUZg/Tx4MY6evmSI/AAAAAAAANJk/kZCiBN9k3wA/s200/339805_2.jpg)


Masanın yanındaki kitaplığa uzandım. Enis Batur'un Hâneberduş adlı kitabını elime aldım. 55. sayfasındaki Ölümlülük Üzerine Bir Deneme adlı yazısını okumaya başladım. Enis Batur yazısına "Hayatımın geniş bölümü ölüm korkusu içinde geçti." diye başlıyordu. İlk paragrafı "Ölümü düşünmeden geçirdiğim gün neredeyse yoktur." diye bitiriyordu. Belli bir yaş eşiği aşıldığında hastalık korkusu çıkagelir ya... Enis Batur'a da aynısı mıhlanmış olabilir mi? Sonra ölüm çeşitlerini sıralıyor... "Kazada, doğal afetle ölebilirim" diyor... Sonra dikkatini çekerim, şöyle devam ediyor... "Biri(leri) tarafından öldürülebilirim." Şaşırtıcı... Okuru İsmail Pelit, Enis Batur'un bu korkusunu bilmiş miydi? Acaba Enis Batur'u Öldürmek adlı kitabında ne anlatmak istemişti? Gecenin puslu saatinde aklımdan bunları geçiriyorum. Çünkü bir kitabı okumadan önce merakımı iyice iştahlandırmak hevesi güdüyorum. Kitap kapağına bakıyorum.  "Acaba kitabının ismini yazarken Batur'un a'sının, Öldürmek'in e sinin altını neden çizmiş?" diye düşünüyorum. Enis Batur yazısının devamında "Doğduğunda öleceğini bilmez insan; "ölüm" öğrendiği kaçıncı kelime olur, "fikir"le kaç yaşında tanışır, ergeç ölüm gerçekliğine toslar." diyor. "Ölümlü Dünya" tamlamasına bayılıyor Enis Batur. "Ölümlü İnsan, hayatın kendisiyle sınırlı olduğunu fütursuzca ilân ediyor o arabesk ifadede: Ben yoksam, olmayacaksam artık Dünya'da, Kosmoz da sırra kadem basar." diyor. Enis Batur'un Hâneberduş adlı kitabındaki Ölümsüzlük Üzerine Deneme adlı yazısına geçiyorum. Fan Sendromunu yazdığı cümlelelerinde geziniyorum. Hiçbir tanışıklık  olmadığı halde bir ölümün arkasından kitlenin cinnetli yası. Sevdiği bir yazarın, şarkıcının, düşünürün öldüğünü kabullenmeyen, bir tek gün çıplak gözle görmedikleri birinin anısını yaşatmayı hayatlarının tek amacına dönüştürebilen insanlar... Enis Batur, bir insanın tek yaşama gerekçesinin bir başka insanın varolmasıyla ilinti olması ne kadar marazi bulunuyorsa, bir insanın yaşamını sürdürmeme gerekçesinin bir başkasının yok olması'na bağlanması farklı bir koşul diyor. Enis Batur'un yazdıkları, okuru İsmail Pelit'in yazdığı Enis Batur'u Öldürmek adlı kitabı okumam için beni kışkırtıyor. İlgimi öldürmüyor. Bilakis diri tutuyor. Kitabı açıyorum. Enis Batur'un "in memoriam a.t" adlı şiiriyle başlıyor... "alıştırmıştık ölümüne kendimizi... nasıl alışabilirdi ölüme... bunu henüz bilmiyorduk belki... ama bir ses "yakın" diyordu içimizde... sonra gazeteyi açıp bir sabah öğrenecektik-... olması beklenen olmuştu..." Kitabın kapağını kapattım. Yerimden usulca kalktım. Ellerimi mermer pervaza, yüzümü cama dayadım. Dışarıyı seyrettim. Gün ağarmak üzereydi. Yağmur dinmişti. Sokak lambası ışığı altındaki yol, billûr bir kadeh görünümündeydi. O an Enis Batur'u unuttum. Nasılsa hafızamda kalan, iki dizeyi okudum... "yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa...  o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir."



Başlık: Latife Tekin - Berci Kristin Çöp Masalları
Gönderen: Hayal Kahvem - 28 Ocak, 2012, 22:01:57
(http://3.bp.blogspot.com/-H2NpxtAXOfU/TyQ0I9ZCLxI/AAAAAAAANMM/aENqVI4QK6c/s400/GECEKONDU_hlarge.jpg)


Az önce eve girdim. Dondum dondum... Hava feci soğuk! Rüzgâr nasıl uğuldayarak esiyor anlatamam... Buzz! Buzz!.. Üfürüyor... Islık çalıyor... Uğulduyor...  Açıkta bulduğu teni jilet gibi kesiyor... Önüne kattığını sürükleyip götürüyor... Rüzgâr değişti... En sert, en zorlu  türkülerini söylemeye girişti... Rüzgâr bu gece bana filmin kötü adamını hatırlatıyor... Korkutuyor.  Her dafasında sanki en çılgın  kahkahalarını savuruyor... Elime bir mendil aldım. Dört ucuna ayrı ayrı düğüm attım. Sonra kendi yaptığıma kendim şaştım. Dedim "bunu ben şimdi neden yaptım?" Birden hafızamda bir çekmece açıldı. Senelerce önce okuduğum rüzgârın başrolde olduğu eski bir kitabın içindeki sözcükler kucağıma saçıldı. Ve oturduğum yerde Latife Tekin'in Berci Kristin Çöp Masalları adlı o etkili türeyiş öyküsündeki, gündüz toplanan şehir çöplerinin, merkezin dışındaki bir tepeye döküldüğü yerin az uzağında,  bir kış gecesi kurulan sekiz gecekonduyu hayal ettim. Sabah gecekonduların üstüne düşen ilk karı... İnşaatlardan toplanan tahtalarından... Pencere niyetine takılan muşambalardan... At arabalarıyla sağdan soldan taşınan kırık dökük briketlerden yapılan, eğri duvarlı, iğrelti çatıları olan sekiz gece kondu... Sonra çöp yığınlarının çevresinde, ampul ve ilaç fabrikalarının alt yanında, tabak fabrikasının karşısında, ilaç artıklarının ve çamurun kucağında bir mahallenin doğduğunu hayal ettim. O tepede yaşayacak insanlar eski püskü bir kaç yatak, yırtık pırtık üç beş kilim, kullanacak kırık dökük eşyalarını sırtlarında getirip gecekondularına  yerleştiler. Sobalarını kurdular. Bir duvarlarından soba borularını çıkardılar. Diğer duvarlarına süpürge çöpünden mavi boncuklu uğurlar, sararmış resimler astılar. Bebelerini ne yaptılar biliyor musun? Çatılara beşikler bağladılar. Çatılara bağlanan beşiklere konan bebelerini pış pış sallayıp uyuttular. Gece olmuştu. Çevredeki fabrikaların makineleri durmuştu. Kopkoyu bir karanlığa gömülmüş olan gecekonduların yoksul, yorgun insanları tam uyumuştu ki yüzlerine yağan karla  uykularından fırlayıp uyandılar. İlkin kendilerini bir rüyanın içinde sandılar. Sonra çığlık çığlığa bağırdılar. Rüzgâr herkes uykuya dalınca gecekondulara yanaşmıştı. Nefesini derin derin çekip hızlıca salmış, çatıları söküp kanatlamıştı. Ne olacak bu durumda? Çatılara bağlı beşikler tabiatıyla havalanmıştı... Bebeler de çatılarla birlikte kuş olup uçuvermişti. Şaşmışlardı. Kadın erkek, çoluk çocuk çıplak cıbıldak dışarıya dökülmüştü. Fenerler yakıldı. Hepbirlikte çatılar ve bebeler aramaya çıkıldı. Annelerin kimi üstünü başını yırttı. Kimisi ağıt yakarak kendi saçlarını yoldu. Kadınlar kara bulanmış bebelerini fabrikaların bahçelerinde buldular. Kimi bebenin incecik ağlama sesi rüzgârın uğultusuna karıştı. Kadınlar buz tutmuş bebelerine sarılıp, göğüslerinde ısıtmaya çalıştı. Erkekler sökülen çatılarını kondularının tepesine taşıdı. Bir daha uçup gitmemeleri için çatıları  kalın iplerle bağladılar. İpleri yere gömdükleri kırık tahtalara ve sedirlerin ayaklarına doladılar. Hatırladım şimdi... Rüzgârın yolunu bağlamayı ben... İşte bu öyküde öğrenmiştim. Kadınlar bebelerini aramaya gidiyorlardı ya... Bir ağıtla mendillerinin, yazmalarının ucuna düğüm atmışlardı. Dışarıya baktım. Rüzgâr uğuldayarak dolanıyordu. Sanki eğri duvarlı, naylon pencereli gecekonduları aranıyordu.Yoksa derme çatma, iğrelti çatılara asılı beşiklerdeki bebeleri kuş edip uçurmaya mı heves edivermişti? Mırıl mırıl dua ederek  mendili elime aldım. Rüzgâr bebeleri bulamaz artık. Ben rüzgârın yolunu bağladım.


(http://1.bp.blogspot.com/-iyuyPSjEO9w/TyRPed5qDuI/AAAAAAAANMU/J8Pk2-LWpSs/s200/latifetekin_berci1.jpg)  (http://3.bp.blogspot.com/-dnQSYNGw7TE/TyRP2Cckd6I/AAAAAAAANMc/roLVI6B-JWw/s200/latife_tekin4203eedd41f892e7by.jpg)

Başlık: Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Gönderen: Hayal Kahvem - 31 Ocak, 2012, 23:05:14

(http://1.bp.blogspot.com/-yuk4cS1N2lA/Tfp0Y4nbTSI/AAAAAAAALBc/nKV3pYIkNW4/s400/0wslH8p9Eo30hzhjDOaenO8Bo1_400_large.png)


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm. 


(http://1.bp.blogspot.com/-gHqkitn2c9U/TyftCIo-wuI/AAAAAAAANO8/Ft9czFWc28Y/s200/Bar%C4%B1%C5%9F-B%C4%B1%C3%A7ak%C3%A7%C4%B1-Bizim-B%C3%BCy%C3%BCk-%C3%87aresizli%C4%9Fimiz.jpg)   (http://2.bp.blogspot.com/-XKyLQr6BUDM/Tyfpaf6pcbI/AAAAAAAANO0/iqyWIcTI8RE/s200/images.jpg)

Emek Sineması'nda film seyretmek, bana  her zaman büyüleyici gelmiştir. Karlı bir cumartesi günüydü. Beyoğlu'ndaydım. O gün Emek Sineması'na  girdiğimde salon tıklım tıklım doluydu. Geç girdiğim için oturanlardan özür dileyerek yerime geçtim. Mantomu çıkardım. Kucağıma katladım. Üşümüştüm. Önce telaşla ellerimi birbirine sürttüm. Sonra ısıtmak niyetiyle, ellerimi ağzıma kapatarak, sıcak nefesimle avuçlarıma üç kere üfledim.  Rüzgârımdan mı etkilendiler bilmiyorum ön koltukta oturanlar bana dönüp baktılar. Biri göbekli diğeri saçsız iki erkeğin ortasında bir kız oturuyordu.  Birlikte gelmiş olmalıydılar. Bu iki erkek, sanki kız çocuk sahibi gergin babalar gibi görünüyorlardı. Kız gülümseyerek uzandı. Göbekli olan erkeğin traşı gelmiş çenesindeki ekmek parçasını aldı. O anda, diğer erkeğin sol gözünün altındaki seğirmeyi gizlemek için durmadan alnını kaşıdığını farkedince, bu kızın, Barış Bıçakçı'nın, çocukluktan beri çok sıkı arkadaş olan, daha sonra yolları ayrılan, yıllar sonra gene yolları kesişen, çocukluk hayallerinden birini gerçekleştirip aynı evde yaşamaya başlayan, birlikte yaşamaktan büyük keyif alan, 40'lı yaşlarına merdiven dayamış iki erkeğin çaresizliğini anlattığı Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabındaki kadın kahramanı Nihal olduğunu farzettim. Yazar, kitabında nasıl da anlatıyordu Nihal'i? Erkeklerden birine kestane, diğerine düpedüz ela bakan gözler. Şefkatle veya hayranlıkla. Ya o birine tırmanma diğerine kayıp düşme heyecanı duyuran düz kumral saçlar. O saçların iki yana açılmış perde gibi durduğu hafif tümsek bir alın. Güneşin yüksekliğini ölçmeye çalışan ilk çağın gökbilimcileri için kesikli bir ufuk çizgisi işlevi gören seyrek kaşlar. Bir burun. Evet, yalnızca bir burun; biri için ısırmalık, diğeri için sıkmalık. Havada salınarak düşen bir yaprağın belli bir anındaki biçimini taklit eden bir ağız. İki yatay çizgiyle işaretli solgun boyun. Göğüslerinin arasına dek inen hafif çilli bölge. İşte böyle bir kız hayatlarına girmişti. Yurt dışında yaşayan arkadaşları, Türkiye'de tatildeyken ailesiyle trafik kazası geçirmişti. Annesi ve babası ölmüştü. Üniversitede okuyan, 20'li yaşlardaki kızkardeşi Nihal'in, okulu bitene kadar, yani iki yıl için onlarla kalmasını istemişti. Nihal bu iki erkeğin yanına yerleşmişti. Önce ikili hayata alışmış olan erkekler rahatsız olmuşlar, kızla pek iletişim kuramamışlardı. Kız ise ailesini kaybetmişti. Zaten üzgün ve içe kapanıktı.  Ama sonra olanlar olmuş, muhabbeti ilerletmişlerdi. İki arkadaş Nihal'e aşık olmuştu. Kıza pek belli etmek istememişlerdi. Ne de olsa kız onlara arkadaşlarının bir emanetiydi. Ama iki arkadaş Nihal'e aşık olduklarını birbirlerine itiraf etmişlerdi.  Kitabın adından hareketle, iki arkadaşın aynı kıza aşık olması, onların büyük çaresizliği olduğu sanılmasın sakın.  Yooo... Onlar aynen, aynı evde oturmak gibi, çocukluk hayallerinden birini daha gerçekleştirmişlerdi. "Aynı kıza aşık olmak!"  Gene bir kadın, erkekler hikayesinin nesnesi olup çıkmıştı. Bana göre bu iki erkeğin "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" dedikleri, ömür boyu çocuk olamamak, büyümek mecburiyetinde kalmaktı.


(http://4.bp.blogspot.com/-7WA1H85q9ro/TjCJIfUvJyI/AAAAAAAALTU/Baz_A4g4GNM/s400/5816_102154806465206_100000120624179_56310_5748107_n.jpg)

Kız, pantolonunun cebinden ikiye katlanmış bir kağıt mendil çıkarıp sessizce burnunu sildi. Birkaç kez diliyle dudaklarını ıslattı. Yaşadığını gösterecek başka bir dolu şey yaptı. Onu izlediğimi mi farketmişti bilmiyorum.... Birdenbire döndü güzel gözleriyle bana baktı. Gülümsedim.  Gülümsedi. Birbirimize gülümsedik biz. Aldığım cesaretle dayanamadım... Başımı ona doğru eğdim. Fısıltıldayarak  "Ben de sizin gibi kahvaltılarda peynirin üzerine reçel koyup yerim." dedim. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Nihal" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının bazı cümlelerini Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabından alıntıladım.



 
Başlık: Ynt: Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Gönderen: kedidiro - 01 Şubat, 2012, 00:22:48
  oğuz atay'ın başına gelen barış bıçakçı'nın başına gelmesin...daha yaşarken ve yazarken tanıyın bu genç ustayı.'' bir süre yere paralel gittikten sonra''yı,''sinek ısırıklarının müellifi''ni ve tüm diğer kitaplarını okuyun ve bu ülkede , güzel türkçemizle böyle kitaplar yazan bir ustayı tanımanın keyfine varın...
Başlık: Ynt: Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Gönderen: Hayal Kahvem - 01 Şubat, 2012, 10:58:08
Selam Kedidiro,
Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ını çoook uzun yıllar önce satın aldım. Halen okumadım. O konuda yazılarım vardır. Altın Madalyon'a aktarayım.

Barış Bıçakçı ise kitaplarını silip süpürdüğüm memleketimin bir genç yazarıdır. Ve kitaplarını sahiden çok severim. Bizim Büyük Çaresizliğimiz sinemaya da uyarlanmıştır. Ve illa seyredilimelidir.

Biraz daha devam edelim o zaman Bizim Büyük Çaresizliğimize ve Barış Bıçakçı'ya ;)

(http://3.bp.blogspot.com/-bvEsN0V1eFM/TufBUpykg0I/AAAAAAAAMfA/bKylRrvW9L0/s320/imgAMELIE2.jpg)

Yalanım yok. İştahlı biriyim. Sadece yemeğe değil, şu fani dünyanın merak ettiğim her şeyine fena halde iştahlanabilirim. Hele kitaplar ve yemekler bir araya gelmişlerse... Veeee... Bir yemek kitabında değil, bir romanda, bir öyküde veya  bir şiirde yemekle ilgili cümleler geçiyorsa hele... Heyy! Değmeyin keyfime...  Sevinçten çıldırabilirim. O kitabı döne döne okuyabilirim. Bu akşam işten eve biraz erken döndüm. Yemek pişirecektim ama yemek pişirmeyi gene oyuna dönüştürmeye karar verdim. Neden biliyor musun? Bugün bir arkadaşımla ofiste  kahve içiyorduk. Bir ara söz döndü dolaştı  akşama ne pişirelim'e geldi. Arkadaşım dudağını sarkıttı. Kirpiklerini kırpıştırdı. Gözlerini devirdi... "Yemek pişirirken geçen zamanıma acıyorum." dedi. Nasıl üzüldüm anlatamam. Cemal Süreya'nın iki dizelik bir şiiri vardır ya hani... "Yemek için ne düşünürsünüz bilmem. Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı." der. Bilirsin, şair sözünü her daim hakikat bellerim ben... Hakikaten kahvaltının  mutlulukla bir ilgisi olmalı. Sadece kahvaltının değil tüm yemeklerin mutlulukla bir ilgisi olmalı, öyle değil mi? Arkadaşıma "Sen hiç Barış Bıçakçı kitabı okudun mu? diye sordum.  "Sorulur mu?" dedi. "Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i bir solukta daha yeni bitirdim yuttum."  "Ne iyi!... O halde Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in  bir yemek kitabı ayarında olduğunu farketmişsindir." dedim. Yüzüme şaşkınlıkla baktı. "Yemek kitabı mı? Şaşırdın mı sen... O kitap hüzünlü aşk öyküsüdür." dedi.  Güldüm. "Bu akşam bize gelsene." dedim. "Sana Barış Bıçakçı usulü yemek yapmayı göstereceğim." Burun büktü. "Bu akşam televizyonda benim dizilerim var. Kaçıramam." dedi. Gelmedi. Televizyonda dizi seyrederken geçirdiği zamana değil, yemek pişirirken geçirdiği zamana üzüle üzüle evine gitti.

(http://1.bp.blogspot.com/-lr4XoNjyCvo/TufAUlH58WI/AAAAAAAAMew/kumdZsYSVzQ/s200/images.jpg)

İşten dönüşte kapıdan girdiğim gibi mantomu  evin girişindeki hole attım. Sonra koşar adım kitapların yanına vardım.  Barış Bıçakçı'nın aklımdaki kitabını rafından kaptım. Bizim Büyük Çaresizliğimiz'de yemek geçen cümlelerin yanına kocaman bir Y harfi yazdığım için, gördüğüm tüm Y harfli paragrafları aceleyle taradım.  Buldum.  46. sayfa... İşte bu sayfada yazan "Barış Bıçakçı usulü fırında patates" yaptım. Şöyle: 

"Halka halka doğranmış patatesler ve soğanlar tepsiye, bir sıra patates bir sıra soğan olacak biçimde dizilir, üzerlerine tuz, kimyon, karabiber, kekik ve kırmızıbiber katılmış salçalı su dökülür, ince tereyağ dilimleri yerleştirilir ve fırına verilir. Pişirilince afiyetle yenilir."

İşte bu tarifin aynısını yaptım. Tepsiyi fırından çıkardığımda, kitabın 100. sayfasında dediği gibi "Güzel bir koku kaplamıştı mutfağı."  Hemen  beyaz porselen bir tabağa Barış Bıcakçı Usulü pişirdiğim yemekten  üç kaşık koydum. Mutfaktaki masanın başındaki sandalyeye oturdum. Çatalımı tabağa daldırdım. Tam ağzıma atacaktım ki önce iyice kokladım. Hımmm... Miss! Hemen ağzıma attım... Heyy! Nefis!.. Biliyoruz ki yaşam sonsuz değil. Ölümlüyüz hepimiz. Bir gün her şey sona erecek. Kitabın adı gibi bu durum "Bizim  Büyük Çaresizliğimiz" elbet... İşte bu çaresizlik içinde filmler ve kitaplar bir illüzyon geçirirler. Hayatı eşsiz kılmayı becerirler. Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı romanından öğrenerek pişirdiğim yemeği az önce yedim ya... Bir kez daha anlamıştım... Hayatta bütün tatlar ekşi ya da acı değildi. Hayat tekrarlanan küçük keyiflerin bileşkesiydi.  "Yemek güzel olmuş mu?" sorusunun şahaneliğiydi...  Ya da "Eline sağlık" demenin harikuladeliği... Hayatın rutuninde  farkına pek varamadığımız, masada geçirilen saatlerin o muhteşem güzelliğiydi sanki. Lezzetli bir yemek yemenin o tarifsiz hazzıydı belki...  Ve sonuncusu ama en önemlisi... Yemek üstüne ne düşünülür  bilmem ama... Sadece kahvaltının değil yemek pişirmenin ve yemenin mutlulukla  kesinlikle bir ilgisi olmalı.



Başlık: Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Hep O Şarkı
Gönderen: Hayal Kahvem - 11 Şubat, 2012, 22:54:23

(http://1.bp.blogspot.com/-yuk4cS1N2lA/Tfp0Y4nbTSI/AAAAAAAALBc/nKV3pYIkNW4/s400/0wslH8p9Eo30hzhjDOaenO8Bo1_400_large.png)


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.


(http://4.bp.blogspot.com/-2tZeI6gagYY/Tzafk9dlkLI/AAAAAAAANWI/1IjhrPC7O2c/s1600/105607.jpg)

O gün Emek Sineması'na girdiğimde nasıl hoş bir melodi ilişti kulağıma anlatamam. Acaba film başlamadan önce hep müzik yayını vardı da ben mi farketmemiştim? Koltuğuma yaslandım. Kendimi şarkının akışına bıraktım. Arka sırada yerini bulmaya çalışan kadının giysisinin hışırtısı ilgimi dağıttı. Merakla dönüp ona baktım. Üzerindeki  bol, filizî  pardüsüsünü  çok eski zamanlarda giyilen feracelere benzettim. Arka sağ çapraza oturdu. Çok acayipti. Abdulaziz zamanlarından bugüne ışınlanıvermişti sanki.  Pardüsününü çıkardı. Arkasına yaslandı. Belli etmemeye çalıştım ama, tavır ve edalarına gülmekten kendimi zor zaptettim.  Gelin gibi süslüydü. Kahküllerini büklüm büklüm kıvrıtmış, yanaklarının iki yanından gerdanına doğru iki sünbül salkımı gibi koyuvermişti. Kulaklarına zümrüt küpeler takmış ve boynundan aşağıya ta göğsünün orta yerine bir yürek madalyon sarkıtmıştı. Yay gibi gergin ve çekik duran incecik kaşları, iri elâ gözleri, ucu hafifçe yukarı kalkık narin burnu, kıvır kıvır dudakları, sedef dişli ağzı vardı. Perçemlerini tutarak yana doğru attı. Elleri çok güzeldi. Uzun kalem gibi parmaklar, toz pembe avuçlar.  Yerinde doğruldu. Kulağını dikti. Müziği dinledi. İşittim.  "Ah! O şarkı." dedi. İşte o anda bu geç kadının, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Hep O Şarkı romanındaki "Münire" olduğunu farzettim. Tam otuz beş yıl hep aynı erkek için yanıp kavrulan kadın. Çocukluk aşkıydı. Yalı komşularının oğlu.  Genç kızın babası bu ilişkiyi farkettiği an kızı ev ve göz hapsine almıştı. Kız tel kafeste kuş gibi çırpınıyor, sadece komşu yalıdan gelen sevdiği erkeğin şarkı söylerken duyulan sesiyle ferahlıyordu. Yanık bir beste, yanık bir güfte ile sesinin en yanık perdeleriyle  "o şarkıyı" söyleyerek aşkını itiraf eden bu genç adam, hayalleri ve rüyalarının tek nesnesiydi. Bir zamanlar aşklar değişikti demek ki,  diye aklımdan geçirdim. O zamanlar, tesadüfen de olsa yakından ya da uzaktan  sadece yüzünü görebilmek, sesini işitebilmek, sık sık olmasa da mektuplaşabilmek bile mutlu edebiliyordu sevenleri. Dadısı her fırsatta "her şeyin başı kısmet" derdi. Gençliğinde bu lafa fazla ehem­miyet vermez, gülüp geçerdi. Ne kadar büyük bir laf olduğunu, nice olayları yaşadıktan sonra öğrendiği aklıma geldi.  Herşeyin başı kısmetti ama insanın kendi kısmetine hizmet etmesi gerekmez mi? diye aklımdan geçirdim.  On beş yaşında, bu lafı boş ve saçma bulsa da,  gene de suratını asa asa, kaşlarını çata çata, ağzını bura çarpıta kurbanlık kuzu gibi görücü denilen insafsız, mütecessis ziyaretçilerin önüne neden  çıkardı peki? Madem bu lafa aldırmazdı, madem yüreğinde sevdiği adamın aşkı vardı, o halde  neden herşeye boyun eğdi? Neden görücülerin karşısındaki sandalyede uslu uslu otururdu?  Neden hatırı sorulunca terbiyeli terbiyeli cevap verirdi? Neden kahveyi kendi elleriyle ikram ederdi? Ve işin en tuhafı neden dişlerini göstermek kastıyla, sözde tuhaf bir laf söyleyerek, onu güldürmek isteyişlerinde zoraki bile olsa neden gülümserdi? Çehresinin yandan görünüşü hakkında bir fikir edinmek için kullandıkları bazı hileler üzerine başını sağa sola çevirmeyi neden bir nezaket borcu bilirdi? Anlamıyordum. Genç kızları içlerinden gelmeyen bütün bu hareketleri yapmak zorunda bırakan şey neydi? Bütün bu azaplara, bu işkencelere neden hiç seslerini çıkarmadan katlanırlar? Acaba baba saygısından veya korkusundan mı? Sadece bundan olmaz diye düşündüm. Anlamıyordum.  Peki nedendi? Kimse on beş yaşındaki kızın yaşının küçük olup olmamasına bakmayacak, isteyip istemediği sorulmayacak palaspandıras gelin edilecekti. Kocasıyla ilk kez zorla birlikte olduktan sonra, onu bir daha yanına yanaştırmayacaktı. Kocası aynen kayınvaldesi gibi çok yiyen, çok içen, çok uyuyan, evin içinde geniş paçalı donu, hadife hırkaları, işlemeli takkeleriyle bıngıl bıngıl dolaşan, anlayışsız, ruhsuz biriydi. Ya  hep o şarkıyı söyleyen sevdiği adam ne olmuştu?

(http://4.bp.blogspot.com/-7WA1H85q9ro/TjCJIfUvJyI/AAAAAAAALTU/Baz_A4g4GNM/s400/5816_102154806465206_100000120624179_56310_5748107_n.jpg)

Genç kadın, elini koynuna soktu. Muska gibi katlanmış bir kağıt çıkardı.  Usulca açtı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuşcasına o kağıda dikkatlice baktı. Sonra bir teselli muskası mı yoksa bir ümit tılsımı mı olduğunu bilemediğim kağıdı gene katladı. İç gömleğiyle teninin arasına yerleştirdi. Sanki yüreğine sokmak istiyormuş gibi sıkıca bastırdı. Gözlerini kapattı. O an hayalle hakikati  karıştırdım. Genç kadın'ın "Ah çocukluk ah! ne tatlı ne mesut zamanlar imiş o da kadrini bilememişim." dediğini sandım. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Münire" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının bazı cümlelerini  Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nın  Hep O Şarkı adlı kitabından alıntıladım.



Başlık: Murathan Mungan - Kibrit Çöpleri
Gönderen: Hayal Kahvem - 16 Şubat, 2012, 14:56:08

(http://4.bp.blogspot.com/-6Hxd7o6dQ30/Tzz2fk1FOyI/AAAAAAAANaI/VXOf8YX_j-w/s400/redsonja02.jpg)

Gözlerini dikmiş bana bakıyor, sanki bilmediğim bir şeyi biliyordu.
Ben de çektim vurdum.
Hâlâ bilmiyorum. Belki o biliyordu.

Murathan Mungan/ Kibrit Çöpleri
Başlık: Hüsnü Arkan - Mino'nun Siyah Gülü
Gönderen: Hayal Kahvem - 17 Şubat, 2012, 21:55:04

(http://1.bp.blogspot.com/-yuk4cS1N2lA/Tfp0Y4nbTSI/AAAAAAAALBc/nKV3pYIkNW4/s400/0wslH8p9Eo30hzhjDOaenO8Bo1_400_large.png)


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm. 



(http://4.bp.blogspot.com/-XZmJh51L6sM/Tz57wkKxDyI/AAAAAAAANdc/iLQfs4lP-b0/s200/mino.jpg)  (http://2.bp.blogspot.com/-iMEvMzE8ooY/Tz57yjL-jvI/AAAAAAAANdk/EjZXfNtuiEQ/s200/ddimg_2433_200_200.jpg)

İstanbul Film Festivali'nde aynı gün üç film seyredecektim. İlk film düşündüğümden geç bitmişti. İkinci filmi Emek Sineması'nda seyredeceğim için sevinçliydim.  Film başlamadan yerimi bulma koşuşturması içindeydim. Kendi kendime iyice abartarak hissettiğim festival havası ve Emek Sineması'nın o kadim hüzünlü atmosferi resmen sarhoş etmişti beni. Film başlamadan yerimi bulma telaşım yüreğimi bir kırlangıç kanadı gibi titretmişti. Tatlı bir başdönmesiyle koltuğuma yerleşmiş, derin bir oh çekerek gözlerimi kapatmıştım. Daha kendime gelemeden önümden geçip yanımdaki koltuğa oturan birinin varlığını hissettim. Yüzümü ona doğru çevirdim.  Hakikatle hayali ayıracak durumda değildim.  Yaprak gibi bir kızdı. Beyaz, çiçekli bir elbise giymiş, sırtına yün bir hırka almıştı. Hafif bir rüzgâr esse uçacakmış gibi duruyordu. Gençti. Evet... Gösterişli bir güzelliği yoktu ama hayata yeni başlamış gibi bakıyordu; öyle gençti...  Elinde tuttuğu kitabı göğsüne sıkıca bastırıyordu. Bir anda onun Hüsnü Arkan'ın Mino'nun Siyah Gülü adlı kitabındaki Münevver olduğunu farzettim. Münevver kız lisesini bitirmiş, İzmir'de üç yıl bir öğrenci yurdunda kalmıştı. Sonra üniversiteye gitmek istemiş ama hayalini gerçekleştirememişti. Niye? Çünkü abisi izin vermemişti. Ne kadar zeki bir kızdı kimbilir diye düşündüm. Kırılacakmış gibi duruşu, zerafetindeki parıltı başımı döndürmüştü. Babası hastalanınca, abisini işin başına geçirmişti. İzmir'de erkek arkadaşıyla el ele görüldüğünü haber alınca, abisi küplere binmişti. İnsanlar neden başkalarını kolaylıkla yargılarlar, neden tecrit ederler, nasıl bu denli yıkıcı davranırlar, sonra nasıl hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ederler hiç anlayamıyorum? Nasıl oluyor da başkalarının hayatlarına müdahale etmekten bir çeşit mutluluk duyuyorlar. Genç kız, abisine itiraz etmiş, "Benim bir hayatım var. Bunu nasıl yaşayacağıma ben karar veririm." demişti. Tüm direnmelerine rağmen abisi üniversiteye gitmesine razı gelmemiş, hasta yatağındaki babası da oğlunun her yaptığından emin olduğu için, duruma ses etmemişti. Ne kadar çirkin, değil mi? Ama memleketimde, kadınlar böyle büyürlerdi. Daha doğrusu, hiç büyüyemezler, kendi hayatlarına yön veremezler... Ya baba, ya abi, ya koca...  Her zaman bir sorumluları olmalı diye düşünülür. Bunlar aklıma gelince utanmadım. Döndüm genç kadının  gözlerinin içine baktım.  Gözlerinde ışık yoktu sanki. Biri ölümüne kırıldıysa ve bu tamir edilemeyecek bir şeyse, farkında olmasa da  aslında kıran kişi de orta yerinden kırılmış demektir.  Belki abisinin, bilinçsiz yaşadığı ölümden önceki son iki saatinde kızının ya da karısının ismini sayıklayacağına, kızkardeşinin adını sayıklaması bu sebepledi. Peki kızlarla erkeklerin arasındaki fark neydi? Galiba erkekleri sokağa salmışlardı. Biz kızları da esirgiyorlardı. Bu sözcüğün anlamı çok geç anlaşılıyordu. Esirgenmek, aslında alıkonmak demekti. Kadın gettosu da bu durumu toplantı yapmaya gerek bile görmeden kabulleniyordu. Böylece kızlar bütün yargılardan uzak tutulmuş oluyordu. Bir insan, yargılanmayı göze almadan kendisi olmayı nasıl başarabilir ki?


(http://4.bp.blogspot.com/-7WA1H85q9ro/TjCJIfUvJyI/AAAAAAAALTU/Baz_A4g4GNM/s400/5816_102154806465206_100000120624179_56310_5748107_n.jpg)

Genç kadın, oturduğu yerde kıpırdandı. Elinde sıkıca tuttuğu kitabı kucağına koydu. Baktım. Kabında Gülün Adı yazıyordu. Ortaçağ'da geçen, zamanın muktedirlerine karşı, tek başına fikirleriyle savaşan, kitaplık yanıp kül olduğunda, oradan sadece birkaç kitap kurtaran Peder William'ın hikayesi. Gözlerimizi aynı anda kitaptan kaldırdık. Birbirimize baktık. Sırtımızı dikleştirdik. Birbirimize gülümsedik. Bana doğru eğildi. Fısıldayarak "Biz kadınız, öyle değil mi; her şeyi yapabiliriz." dedi. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Münevver" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının çoğu cümlelerini  Hüsnü Arkan'nın  Mino'nun Siyah Gülü adlı kitabından alıntıladım.

Başlık: Ersin Karabulut - Sevgili Günlük
Gönderen: Hayal Kahvem - 07 Mart, 2012, 10:43:52
(http://1.bp.blogspot.com/-yuk4cS1N2lA/Tfp0Y4nbTSI/AAAAAAAALBc/nKV3pYIkNW4/s400/0wslH8p9Eo30hzhjDOaenO8Bo1_400_large.png)


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.


(http://4.bp.blogspot.com/-8ZvC-n4_IXg/T1ZwSkP1hNI/AAAAAAAAN7k/7VGHqXnNrGM/s200/sevigiligunluk.jpg)
(http://3.bp.blogspot.com/-FiwP9g6Qajs/T1ZwyYKBkRI/AAAAAAAAN7s/yqDmgfGHjio/s200/ersin_karabulut_by_framebuaz.jpg)

Geçen sene, İstanbul Film Festivali için  seçtiğim filmleri seyretmek niyetiyle sabah erkenden İstanbul'a gitmiştim. Sıcacık bir ilkbahar günüydü. Arada elimi gözlerime siper edip gökyüzüne bakıyor, bir yandan da  acele acele Beyoğlu'nda yürüyordum. O koca maviliğin içinde beyaz bulutlar resmen kovalamaca oynuyordu. Ah! Güneş... Şaşkın ya!  Hani vardır ya görücüye çıkmaktan utanan mahcup köy kızı hali... Hahh işte! Başını bulutların arasına muzipce bir sokup bir çıkararak, resmen benimle eğleniyordu. En son öyle bir dikmişim ki gözlerimi güneşe, Emek Sineması'nın kapısına geldiğimde, bir süre insanları seçemedim. Ortam tabiyatıyla çok kalabalıktı. Uzun bir bilet sırası vardı. Benim biletim cebimdeydi. Hemen sinemaya dalabilirdim. Durdum. Giremedim. İnsanlara çarpmamak için, gözlerimin kamaşmasının geçmesini beklemeye karar verdim. Duvara sırtımı dayadım. İster istemez konuşulanları duyuyordum. Gözüm seçmese bile, yanımdaki çiftin muhabbetini çok iyi işitiyordum.  Çocuk "..Yok o zaman çet kanalları ve aysiiku yaygındı. İşte bizim kanalda konuştuğum bir kızla buluşmuştuk.... Korkunç bir tecrübeydi... Kız bi geldi, yazdıklarıyla alakası yok, korkunç bir özgüven filan... Çok pis hayal kırıklığı yaşamıştım..."  gibi bir şeyler söyledi. Gözlerimi ovuşturarak baktım. Konuşan, uzun boylu, gözlüklü bir gençti. "Sen buluştun mu peki kimseyle böyle?" diye sözlerine devam etti. Şaşkınlıkla "Ben mi? Ben... Yok... Sanırım buluşmadım." diyen yanındaki kıza baktım. Net olarak görebildim. Kahküllü kızıl saçlarına beyaz bir bant takıyordu. Kocaman gözleri hüzünlü  hatta kederli bakıyordu. "Sanırım derken?" diye soran genç adama "Yani... Ben bazen eskiyi çok iyi hatırlamayabiliyorum. Öyle bir sorunum var... Boşver şimdi... Ama buluşmadım yani..." deyince, bu kızın Ersin Karabulut'un Sevgili Günlük adlı çizgi romanındaki kahramanı Figen olduğunu farzettim.  Feysbuk'tan mesajlaştığı çocukla ilk kez buluşmuştu. Haliyle insan tanımadığı biriyle ekran başındaki gibi konuşamıyordu. Bir kafeye gitmişler, çocuk anlatmış kız dinlemişti. Tatlı bir ürkeklik vardı çocukta. (ama asla çocuksu ya da nasıl söyliyim, mıymıntı bi şey değil bu...) Mesela yürürken ellerinin bir kaç kez birbirine değmesinden rahatsız olmuştu. Ama aslında belki de kız rahatsız olur diye çekiniyordu. Kızın kafası karışıktı. Geçmişinde yaşadığı bazı anılarını hatırlamıyordu. Şehirli, orta halli, çocuklarına değer veren ve özgürlüklerine hürmet eden bir ailenin kızıydı. Genç kız ise,  anne babanın her söylediğinin ters geldiği, beğenilmediği, sonra bu düşüncelerinden suçluluk hissedilen yaşın merkezindeydi. Çocuk büyütürken, ailenin her durumda çocuklarının yanlarında olmaları, sabırlı davranmaları ne mühimdi. Genç kızın  yaşadığı günlük hayatında, internette gelişen sosyalleşme ortamları ve cep telefonlarıyla mesajlaşmak artık çok doğal kabul ediliyordu. Arkadaşları arasında aracılık durumları, yalanlar kullanılıyor, kadın erkek ilişkilerinde terk edilme ya da aldatılma endişesi içinde, mutsuzluğun eşiğinde yaşanıyordu. Genç kızın ailesinde, dedesinden bu yana, günlük tutmak adet gibi bir şeydi. Acaba bu çocuk hakkında bir şeyleri günlüğüne bahsetmiş miydi? Hayatında başka biri var mıydı peki? Ya günlüğünden koparılan o tek sayfanın sırrı neydi?

(http://3.bp.blogspot.com/-4sePpx5M8AU/T0qjoT031dI/AAAAAAAANt0/89ZksxDPXzM/s400/312894_184686461600642_159991337403488_394724_688419_n.jpg)


Emek Sineması
'nın  yıllanmış koltuğuna yerleşirken, kimbilir bu koltuklarda kimler oturdu bugüne kadar diye aklımdan geçirdim. Bir şehre özellik katan mekanlar, o mekanlarda anıları olan insanların kişisel tarihleri için ne kadar mühimdi. Genç kız boynuna çaprazlama taktığı çantasını çıkardı. Pembe ceketinin düğmelerini açtı. Yalnızdı. Yanımdaki boş koltuğa oturdu. Kucağındaki çantanın içinden bir defter çıkardı. Birşeyler yazdı. Merakla gözucumla baktım. Ne başını ne sonunu... Sadece "Sana tekrar yazana kadar beni unutma olur mu sevgili günlük?.." diye yazdığı son cümlesini okudum.Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Figen" olduğunu farzettiğim genç kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının bazı cümlelerini  Ersin Karabulut'ın  Sevgili Günlük adlı çizgi romanından  alıntıladım.


Başlık: Ynt: Perg Efsaneleri, Şamanlar Diyarı - Barış Müstecaplıoğlu
Gönderen: alan ford - 09 Mart, 2012, 15:32:40
 Barış Müstecaplıoğlu yeni serisinin  ilk kitabını yayın evine teslim etmiş.
Başlık: Memduh Şevket Esendal - Bir Kucak Çiçek
Gönderen: Hayal Kahvem - 23 Mart, 2012, 00:27:59
(http://1.bp.blogspot.com/-yuk4cS1N2lA/Tfp0Y4nbTSI/AAAAAAAALBc/nKV3pYIkNW4/s400/0wslH8p9Eo30hzhjDOaenO8Bo1_400_large.png)

Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm. 


(http://4.bp.blogspot.com/-4UES4I3Jb6A/T2hYP8BMebI/AAAAAAAAOB0/2PCxjyjogL8/s200/BIR-KUCAK-CICEK-MEMDUH-SEVKET-ESENDAL__34321842_01.jpg)
(http://1.bp.blogspot.com/-1tL2Nu1LSU8/T2hYMGHxsPI/AAAAAAAAOBs/PMkULUl4hJg/s200/esendal.jpg)

Feleğin bir kıyağı sayarım. İstanbul Film Festivali'ne gitmeye her daim illa doğum günümde başlarım. Erkenden kalkarım. En güzel giysilerimi giyerim. İstanbul'a varır varmaz, arabamı park ettiğim gibi, Beyoğlu'nun girişindeki çiçekçilere yollanırım. Elimde bir kucak çiçek... Yolu usulca, Emek Sineması'na doğru adımlarım. Artık ne yazık ki, Emek Sineması'nda film seyredebilmem mümkün değil. Kapalı. Çünkü alışveriş çılgınlarına bir mekan daha eklemek için, Emek Sineması'nın  yıkılmasına hükmetmiş birileri... Oysa Emek Sineması'nda anıları olan, Emek Sineması'nı sinema anıtı olarak gören insanların kişisel tarihlerine ve hatıralarına hürmet etmelilerdi. 1924 yılından bu yana var olan sinemayı aynen alıp, yeni yapacakları alışveriş merkezinin tepesine iliştireceklerini söylüyorlarmış. Mümkün mü? Senelerden beri binlerce filmin görüntü ve seslerinin yankılandığı, bir seferde 800  sinemaseverin duygularının beyaz perdesinin, duvar ve tavan süslerinin içine saklandığı tarihi bir mekan Emek Sineması... İlla koruma altına alınmalı. Geçen seneki İstanbul Film Festivali zamanıydı. Aylardan gene Nisan'dı.  Bu düşüncelerle, doğum günümde seyredeceğim ilk festival filmi için cebimdeki biletleri çıkardım. İlk filmin biletini buldum. Salona girip yerime oturdum. Ön çaprazımda kalan  kumral güzeli genç bir kadın dikkatimi çekti. Kadın kulaklarındaki firuze küpeleri çıkardı. Pırıl pırıl elmas küpeler taktı. O anda bu genç kadının Memduh Şevket Esendal'ın Bir Kucak Çiçek adlı kitabındaki öykülerden birindeki kahramanı Hatice olduğunu farzettim. Hani, iki kardeş çocuklarıydılar da, çocuk Yüksek Öğretmen'de okuyordu. İki yıl sonra bitirince, Denizli'ye babasının yanına gidecek, babasının çifti çubuğu ile uğraşacaktı. Kız ise Lise'de okuyordu. Lise'yi bitirecek. Sonra? Sonra... Hiç, evde oturacak! Koca bekleyecek. İyi bir adam isterse, babası da verirse, varacak. Kızın babasının, dedelerden kalma konağının iç bahçesinde, yüksek ağaçların aydınlık yeşil gölgesinde, arka duvara yakın konmuş bir tahta sıra üstünde yan yana oturmuş, konuşuyorlardı. Çocuk muhabbetin bir yerinde, gelecekte İstanbul'dan bir kızla yani karşısında duran kumral güzeliyle evleneceğini şakayla karışık söylemişti. O gece Hatice'ye pireler üşüşmüştü. Sahi mi söylemişti acaba? Ne bilsin? Söylerken sanki alay ederek söylemişti. Bu lakırtı olduktan bir kaç gün sonra çocuk gitti. Aradan günler hatta aylar geçti. Hiç haber gelmedi. Çocuğun okumaya gittiğini öğrendi. Aradan bir kaç yıl geçti. Çocuk ne geldi ne haber gönderdi. Anlaşılan  eğlence olsun diye söylemişti. Kızın içindeki umut büsbütün ölmedi. Ufacık bir kıvılcımla yeniden tutuşup parlamak üzere söndü. Kızı isteyenler oldu. Varmadı. Çocuğun okulunu bitirdiğini öğrendi. Ve bir gün çocuk genç kızın evine geldi. Yıllar sonra çocuğu görünce içinde acı bir sevinç doğdu. Kıza tuhaf haller oldu. Çocukla yalnız kalmamak için özel çaba sarfetti. Çocuk, o tahta sırada kızı günlerce bekledi. Kız yanına gidip oturmadı. Çocuk evdeyken arkadaşlarına gitti. Gece eve geç döndü. Yatağa girince neden böyle yaptığını anlamıyordu. Çocuğa soğuk durduğu için üzülüyordu. Ancak ondan kaçmanın yırtıcı duygusu, yırtıcı tadı onu bırakmıyordu. Bir hafta sonra çocuk, kız evde yokken, kıza selam bırakarak aniden gidiverdi. Ertesi gün kızı görenler sararmış, yorgun buldular. Aslında genç kız, çocuğun bir gün söylediği  bir sözden bu denli umuda düşmesini gülünç buluyordu. Ama içinde bir şey vardı. Avunamıyordu. Odasına kapandı. Kimseyle konuşmak istemiyordu. Genç kız fena hastalandı. Yataktan çıkamaz oldu. Ateşi çıkmış, tir tir titriyordu. Dahası ölmek istiyordu. Doktor ne yapsa düzelmedi. Çocuk ise kendisiyle ilgilenmeyince, kızın bir sevdiği olduğuna hükmetmiş, içini açamamış, evlenmek istediğini söyleyememiş, daha fazla rahatsızlık vermemek için çekip gitmişti. Kızın hastalandığını öğrenince uçtu geldi. Çocuk gelir gelmez kız hemencecik iyileşti. Çocuğun senelerce önce ettiği lakırtı gerçekleşti. Memduh Şevket Esendal'ın otuz altı sayfalık uzun ve şahane öyküsündeki kahramanı Hatice nihayetinde bu çocukla evlendi. Sinemedaki genç kadına bir kez daha dikkatle baktım. Çok güzeldi. Bu kadın, güzelliği tez geçen kadınlardan değildi. Kocaya vardığının ikinci yılında, bir yaşında tosun gibi bir de oğlu varken, düğünlerde gören bir takım hanımlar onu kız sanıp alıcı çıktılar. Yaradan övmüş de yaratmıştı sanki. Güzelliği arttıkça artmış, evlenince kat kat gerdanlanan kadınlardan olmamıştı. Kocasının sevgisi artmış, genç kadın güzelliğinin kıvancını yaşarken, birdenbire bir kara gün geldi. Ağızlarının tadı bozuldu. Kocası... Genç kadına nasıl yapabilmişt? Gözleriyle görmemiş olsa... Duymuş olsa... İhtimal vermeyebilirdi..

(http://3.bp.blogspot.com/-4sePpx5M8AU/T0qjoT031dI/AAAAAAAANt0/89ZksxDPXzM/s400/312894_184686461600642_159991337403488_394724_688419_n.jpg)


Genç kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Kucağına koyduğu çantasını açtı. İçinden bir mendil çıkardı. Yanaklarından dökülen yaşları belli etmemeye çalışarak silmeye başladı. Baktım. Gözleri neşeyle ışıldıyordu. Döktüğü sanki keder değil sevinç göz yaşlarıydı.  Elini boynuna götürdü. Şaşırdım.  Bir kurşun parçasını altın bir yuvarlak içinde boynunda taşıyordu. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Hatice" olduğunu farzettiğim genç kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının bazı cümlelerini  Memduh Şevket Esendal'ın, Bir Kucak Çiçek adlı kitabının içindeki,   Hatice adlı öyküsünden  alıntıladım.


Başlık: Ynt: Memduh Şevket Esendal - Bir Kucak Çiçek
Gönderen: yunusmeyra - 23 Mart, 2012, 01:05:37
editörlerimiz sizden dergi için yazı istemiyorlar mı yoksa siz mi yazmıyorsunuz..
Başlık: Ynt: Memduh Şevket Esendal - Bir Kucak Çiçek
Gönderen: Hayal Kahvem - 23 Mart, 2012, 14:37:05
Selam Yunusmeyra, cezalıyım ben.  :-[
İlk sayının kapağı hakkında söylendim ya..

Yüksek komite, yazım cezası verdi bana.. Yazamam.  :'(

:) ;) :D 8)
Başlık: Ynt: Memduh Şevket Esendal - Bir Kucak Çiçek
Gönderen: V - 23 Mart, 2012, 15:03:41
Engin'isyondan size af çıktı Vildan Hanım,haber vermeyi unutmuşum. ;D

Tarkan Abi kaç kere yalvardım,yakardım,kapısında yattım günlerce,ser verdi,yazı vermedi. :'(
Başlık: Ynt: Memduh Şevket Esendal - Bir Kucak Çiçek
Gönderen: Hayal Kahvem - 23 Mart, 2012, 17:58:18
Engin'isyon öyle mi? Vay canına sayın seyirciler!  ???  :-\  :-X  :D
Başlık: Ahmet Ümit - Kavim
Gönderen: kadri kerem - 06 Mayıs, 2012, 13:34:56
[IMG]http://img2.ressim.net/out.php/i5691698_519-kavim-jpg[/img] (http://www.ressim.net/i/5691698)

Lisans eğitimim sırasında bir gün sevdiğim bir arkadaşım yanıma geldi. Kitap delisi olduğumu bilir. Sana şu kitabı vereyim de bir oku, dedi. Uzandım aldım, inceledim. Bir polisiye romanıydı. O sıralar yalnızca korku okuyan biri olarak pek de sıcak bakmadım kitaba açıkçası. Okunacak bir dolu korku romanım vardı. Ancak arkadaşımı da kırmak istemiyordum. Teşekkür ettim ve okuyunca getireceğimi söyledim.

Akşam eve geldim, kitabın kapağını açıp okumaya koyuldum. Cümleler cümleleri, sayfalar sayfaları takip etti. Bir de bakmışım ben de kahramanlarla birlikte o sokak senin bu sokak benim katil peşinde koşturuyorum. O kitap Ahmet Ümit'in "Beyoğlu Rapsodisi" idi. Böylece Ahmet Ümit hayranlığım başlamış oldu.

Geçtiğimiz günlerde de "Kavim" adlı kitabını okudum. Başkomser Nevzat ve yardımcısı Ali ile oradan oraya sürüklendim durdum. Roman, Hristiyan temalı bir cinayet ile başlıyor, ardından olaylar dallanıyor budaklanıyor... Ve sizi içine çekiveriyor. Üstelik okurken bir dolu da şey öğreniyorsunuz. Bu da Ahmet Ümit romanlarının en beğendiğim yönlerinden biri. Herkese tavsiye eder, şimdiden keyifli okumalar dilerim.
Başlık: Ynt: Ahmet Ümit - Kavim
Gönderen: dean - 06 Mayıs, 2012, 13:42:13
    Bende Ahmet Ümit'in Sis ve Gece,Şeytan Ayrıntıda Gizlidir ve Sultanı Öldürmek kitaplarını okudum.Genel olarak yabancı yazarların kitaplarını okumama rağmen oldukça beğendim ve yerli yazarlar içinde en kaliteli polisiye yazarı olduğunu düşünüyorum.
Başlık: Ynt: Ahmet Ümit - Kavim
Gönderen: kadri kerem - 06 Mayıs, 2012, 14:08:44
Ahmet  Ümit'in yaptığı en önemli şey, yabancı özentisi hikayeler kaleme almaması. Kahramanlarının içimizden biri olmaları, aramızda dolaşmaları. Yaprak sarma sevmeleri, orta şekerli kahve içmeleri, Taksim'de gezmeleri, bizim ettiğimiz küfürleri etmeleri, bizim gibi aşık olup, bizim gibi sinirlenmeleri...

Bir de "İnsan Ruhunun Haritası" adlı, dergilerde, kitap eklerinde yayımlanan inceleme yazılarının toplandığı bir kitabı vardır. Onu da tavsiye ederim. İçinde Poe'dan Dostoyevski'ye, Drakula'dan Mike Hammer'e kadar bir çok şey bulabilirsiniz.
Başlık: Ynt: Ahmet Ümit - Kavim
Gönderen: dean - 06 Mayıs, 2012, 14:25:15
Alıntı yapılan: kadri kerem - 06 Mayıs, 2012, 14:08:44
Ahmet  Ümit'in yaptığı en önemli şey, yabancı özentisi hikayeler kaleme almaması. Kahramanlarının içimizden biri olmaları, aramızda dolaşmaları. Yaprak sarma sevmeleri, orta şekerli kahve içmeleri, Taksim'de gezmeleri, bizim ettiğimiz küfürleri etmeleri, bizim gibi aşık olup, bizim gibi sinirlenmeleri...

Bir de "İnsan Ruhunun Haritası" adlı, dergilerde, kitap eklerinde yayımlanan inceleme yazılarının toplandığı bir kitabı vardır. Onu da tavsiye ederim. İçinde Poe'dan Dostoyevski'ye, Drakula'dan Mike Hammer'e kadar bir çok şey bulabilirsiniz.
Aynen katılıyorum taklit yapmıyor özgün olmayı biliyor.Zaten yerli kitap,dizi veya filmlere vs. baktığımız zaman özgün olan,kendi değerlerimizi ortaya çıkartan yani sizinde dediğiniz içimizden olan hikayelerin daha fazla ilgi görmesi tesadüf olamaz.Ama asıl önemli olanda bu değerlerle birlikte evrensel değerleride ön plana çıkararak bu eserlerimizi dünyaya duyurmak bu da çok önemli tabi ki.
   
   Bu arada söylediğiniz kitabada baktım  ilgi çekici duruyor göz atmaya değer bu da merak eden diğer arkadaşlara kitabın ufak bir tanıtımı http://www.dogankitap.com.tr/kitap/%C4%B0nsan+Ruhunun+Haritas%C4%B1-945
Başlık: Ynt: Ahmet Ümit - Kavim
Gönderen: Vega - 06 Mayıs, 2012, 17:48:45
Alıntı yapılan: dean - 06 Mayıs, 2012, 14:25:15
   Aynen katılıyorum taklit yapmıyor özgün olmayı biliyor.

Alıntı yapılan: kadri kerem - 06 Mayıs, 2012, 14:08:44
Ahmet  Ümit'in yaptığı en önemli şey, yabancı özentisi hikayeler kaleme almaması.

Arkadaşlar yapmayın etmeyin kurbanınız olayım. Beyoğlu Rapsodisi ile  Agatha Christie'nin Roger Ackroyd Cinayeti arasındaki benzerlik bile bu tezinizi çöpe atmaya yeter.

Eşim hayranıdır ve evimizde tüm kitapları mevcuttur. Patasana, Beyoğlu Rapsodisi, Sis ve Gece ve İstanbul Hatırası isimli kitaplarını okudum. Hele hele İstanbul Hatırası'nda maktüllerin arasındaki bağlantı yerine ellerinde bulunan sikkeleri araştıran Başkomser Nevzat'ı gördükten sonra bu adamın polisiye anlayışından ciddi şekilde soğudum. Bence kendisi oldukça iyi bir İstanbul güzellemesi yazarı, çilingir sofralarında baş tacı edilecek bir adamdır. Ama asla sağlam bir olay kurgulayabilen bir yazar değildir. Bir kitabını okuduktan sonra diğer kitaplarında katili yarıya gelmeden bulabilirsiniz. Zira formül gayet basittir. Kitaptaki tüm karakterleri ortaya koy, katil olmaya en uzak aday kesinlikle katildir. Öte yandan Grange, Brown, Cook gibi yazarların kitabından bir sayfa bile yırtılsa konunun özünden koparken, Ahmet Ümit in 600 küsur sayfalık bir kitabının başından ve sonundan 100 sayfa okumanız bile ana hikayeyi özetlemenize yetecektir.
Anlatım dili her ne kadar akıcı ise de, cinayetlerin arasına serpiştiği muhabbetler (aslında muhabbetlerin arasında cinayet serpiştirir ya) bir o kadar uzun ve ana hikaye açısından gereksizdir.

Not: Bunlar benim okur olarak görüşüm olup, hiç bir resmi dayanağı yoktur :)
Başlık: Ynt: Ahmet Ümit - Kavim
Gönderen: dean - 06 Mayıs, 2012, 18:32:02
Alıntı yapılan: vega - 06 Mayıs, 2012, 17:48:45
Alıntı yapılan: dean - 06 Mayıs, 2012, 14:25:15
   Aynen katılıyorum taklit yapmıyor özgün olmayı biliyor.

Alıntı yapılan: kadri kerem - 06 Mayıs, 2012, 14:08:44
Ahmet  Ümit'in yaptığı en önemli şey, yabancı özentisi hikayeler kaleme almaması.

Arkadaşlar yapmayın etmeyin kurbanınız olayım. Beyoğlu Rapsodisi ile  Agatha Christie'nin Roger Ackroyd Cinayeti arasındaki benzerlik bile bu tezinizi çöpe atmaya yeter.


  Benzerlikler elbetteki var ama Ahmet Ümit'in yerli yazarlar arasında ki benzerlerinden sıyrıldığıda bir gerçek.
Başlık: Kerime Nadir’den Dehşet Dolu Bir Gece
Gönderen: kadri kerem - 27 Mayıs, 2012, 01:06:59
[IMG]http://img6.ressim.net/out.php/i5745484_sans-titre-4-jpg[/img] (http://www.ressim.net/i/5745484)

Kitaplar hayali dünyalara açılan pencerelerdir benim için. Kuşkusuz ekranın karşısına geçmiş bu yazıyı okuyorsan sen de benimle aynı fikirdesin. Sevdiğin bir yazarın kitabını eline alıp yatağına uzandığında ve o büyülü nesnenin ilk sayfasını açtığında boyut değiştirenlerdensin. Kâh sisli sokaklarda vampirleri kovalayan bir avcıya, kâh bilinmeyen gezegenlere yolculuk yapan bir uzay kâşifine, kâh ölüleri canlandırmaya çabalayan bir bilim adamına dönüşüp maceralara yelken açan bir kitapseversin.

Yatağında uzanıyor olduğun halde, maceradan maceraya koşmanı sağlayan tek büyülü nesne kitaptır herhalde. Son sayfasına kadar heyecan içinde okuduğun kitabı kapattığında kendini güvenli yatağında buluverirsin tekrar. Tüm tehlikeler, felaketler, vampirler, hayaletler sayfalarda kalmıştır.

Ama ya böyle olmazsa? Ya dehşet, sayfalarda kalmayıp gerçek hayata da sızarsa? Ya sandığın kadar güvende değilsen?

Dehşet Gecesi (1958) adlı romanın kahramanı Altınışık gazetesinin sahibi Mümtaz Evren, 1953 yılının Temmuz ayında trenle Hakkâri'ye doğru yola çıkar. Cilo Dağı'na yeni inşa edilmiş büyük bir turistik otelin açılış törenine davet edilmiştir. Mümtaz yataklı vagonda yalnızdır. File üzerinde valizleri duran diğer yolcu ortalarda yoktur. Kahramanımız, adamın ya treni kaçırdığını ya da trene başka bir istasyondan bineceğini düşünür. Üstelik yolcunun bileti de üzerlerinde "P.R." harfleri olan valizlerden birinin sapından sarkmaktadır.

İki günün sonunda kahramanımız, meçhul yolcuyla tanışma fırsatı bulur. Yolcu sandığının aksine bir kadındır. Büyüleyici bir güzelliğe sahip olan bu esrarengiz kadın otelin sahibinin yakın bir akrabasıdır. Valizlerini aldıktan sonra otele kendi arabasıyla gideceğini söyler ve trenden iner. O sırada Mümtaz'ın yanına aldığı kitaplardan biri masanın üzerinden düşer. Eğilip kitabı alınca şaşkınlık içinde kalır. Çünkü "Kızıl Puhu" adlı bu romanın kapağını süsleyen kadınla az önce karşılaştığı kadın tıpatıp birbirine benzemektedir. Kitap birkaç gün evvel Cengiz adındaki meçhul bir yazar tarafından kısa bir mektupla birlikte gönderilmiştir. İşin ilginç yanı Cengiz'in, romandaki doğaüstü tuhaflıklarla dolu olayları bizzat yaşadığını iddia etmesidir.

Ve Mümtaz sayfalardaki maceraya ortak olmak için kitabı aralayıp okumaya başlar. Her sayfasında heyecanı ve dehşeti artar. Sonunda romanı bitirip kapağını kapatır. Ancak romandaki maceralar henüz bitmek istememektedir. Böylece Mümtaz'ı da içlerine alıp sürmeye devam ederler. Romandaki hortlaklar, mekânlar, olaylar sayfalardan fırlayıp Mümtaz'ın etrafını kuşatır. Kahramanımız artık gerçekte mi, yoksa hayal dünyasında mı olduğunun farkında değildir.

Cengiz'in akıl almaz hikâyesi gerçek midir? Mümtaz, kendini gerçekten de okuduğu maceraların ortasında mı bulmuştur? Valizlerinin üzerinde "P.R." harfleri olan kadın olayların neresinde yer almaktadır?

Bu soruların yanıtı, aşk romanlarıyla tanıdığımız Kerime Nadir'in yarım asır önce kaleme aldığı Dehşet Gecesi'nin içinde. Bir an evvel romanı alıp maceraya ortak olmanızı tavsiye ederim. Hele hele de gotik romanlara ilgi duyuyorsanız.

Ve unutmayın ki bu sefer o kadar da güvende değilsiniz. Dehşet tıpkı Mümtaz'ın olduğu gibi sizin de hayatınıza sızabilir
Başlık: Ynt: Perg Efsaneleri, Şamanlar Diyarı - Barış Müstecaplıoğlu
Gönderen: alan ford - 05 Haziran, 2012, 20:46:17
 Sonunda yeni serinin ilk kitabı Şaman Diyarı çıkmış. Barış Müstecaplıoğlu benim için fantastik edebiyatın yaşayan en iyi yazarlarından biri. Türün popüler isimleri Weis- Salvatore, Brooks gibi yazarlardan çok daha iyi bir kurgusu ve daha sağlam bir kalemi var. ( Buradaki karşılaştırmaları çevirilerden yaptığım için biraz taraf tutmuş olabilirim. :P)  Alınacaklar listesinin en başında.
Başlık: Ynt: Ahmet Ümit - Kavim
Gönderen: Vega - 24 Haziran, 2012, 22:03:48
Bu akşam Melekler ve Şeytanlar'ı izlerken farkettim. İstanbul Hatırası'na ne kadar da benziyor.
Başlık: Ynt: Perg Efsaneleri, Şamanlar Diyarı - Barış Müstecaplıoğlu
Gönderen: alan ford - 29 Haziran, 2012, 08:21:58
  Şamanlar Diyarı

(https://farm1.staticflickr.com/908/28224263978_538a8ef1f6_o.jpg)

Barış Müstecaplıoğlu farklı bir diyardan bize ayna ayna tutmaya devam ediyor. Bir yandan ruhumuzu kemiren hastalıklardan, önyargılardan , ırkçılıktan bahsederken , bir yandan da insanlığa olan umudunu, insan ruhunun görkemini anlatıyor. Bunu yaparken alegorinin dikenli tuzaklarından da uzak durmayı ustalıkla beceriyor.
Başlık: Ynt: Ahmet Ümit - Kavim
Gönderen: hennessy - 19 Ekim, 2012, 08:28:41
Arkadaşlar Ahmet Ümit kitaplarını imzalayacakmış 23/10/2012 de bende hiç okumamıştım bu vesile ile kitap siparişi verdim ilgilenenlere duyrulur

http://www.arkadas.com.tr/Default.aspx?screen_width=1024
Başlık: Ynt: Ahmet Ümit - Kavim
Gönderen: kadri kerem - 14 Kasım, 2012, 10:46:56
Alıntı yapılan: hennessy - 19 Ekim, 2012, 08:28:41
Arkadaşlar Ahmet Ümit kitaplarını imzalayacakmış 23/10/2012 de bende hiç okumamıştım bu vesile ile kitap siparişi verdim ilgilenenlere duyrulur

http://www.arkadas.com.tr/Default.aspx?screen_width=1024

Arzu ederseniz Ahmet Ümit'i eşinizden dostunuzdan bile fazla görebilirsiniz. Kafanızı nereye çevirseniz bir imza günü afişiyle karşılaşabilirsiniz. İmza günlerine roman yazmak kadar vakit ayırıyordur herhalde. :) Ayrıca geçenlerde James Bond için de böyle ajan olmaz demiştir ve Bond'un gerçekte hayatta kalma ihtimalinin olmadığını savunmuştur. Ümit'e göre ajan görünmez olmalıdır. :)

İmza günü demişken: Ahmet Ümit imza günü: Tüyap Kitap Fuarı, 18 Kasım Pazar, saat 13:30-15:30.
Başlık: Ynt: Ahmet Ümit - Kavim
Gönderen: Vega - 14 Kasım, 2012, 18:12:17
Öte yandan kendisinin "Arka Sokaklar"ı zeki bir polisiye, Behzat Ç. yi ise sıradan olarak nitelendirmesi ayrı bir tartışma konusudur. :D
Başlık: Ynt: Ahmet Ümit - Kavim
Gönderen: kadri kerem - 14 Kasım, 2012, 20:02:44
Konuk olduğu programları izlemek büyük keyiftir benim için. Tarihe dalar, heyecanlı heyecanlı anlatır, beni benden alır. ;D
Başlık: Cinbaz - Ege Görgün
Gönderen: Büyülü Rüzgar - 18 Ocak, 2013, 13:16:36
Ege GÖRGÜN'ün öykü kitabı CİNBAZ da raflarımız'daki yerini aldı.
"Korku, uyandığında yanı başındaydı. Yüreğine sığmayacak kadar büyük bir korku. Bunda şaşıracak bir şey yoktu. Hayatında en çok korktuğu yerde uyanmıştı. İpte asılı çamaşırlara bakılırsa zamanı da tutturmuştu. Ama ipin üstünde olması gereken şey orada değildi. Kesin bir sessizlik hüküm sürüyordu bahçede. Nefes alabiliyordu ama sanki hava yoktu çevresinde. En ince yapraklar bile kımıldamıyordu. Bir resmin içine kaybolmuştu sanki. Sonra aşina olduğu bir his yeşerdi içinde. Bu sayede bir yarı-rüya gördüğünün farkına vardı. Sabahları uyanmasına yakın, REM uykusunda gördüklerinden... Uyur-uyanık ... Bilinçli-bilinçsiz... Gerçek-uydurma... Tek fark, bu kez kontrol hiçbir şekilde kendisinde değildi. Zaman zaman duyduğu nereden geldiğini bilmediği o sesler gibi...

Şeytan neticede düşmüş bir melektir. İnsana kötülü yapmaya gücü yetmez aslında. Peki öyleyse "saf kötülük"ün sorumlusu kimdir? Ege GÖRGÜN, Cinbaz'da çarpıcı bir biçimle, çarpıcı bir dille yanıt veriyor bu soruya.

Elbette biz. İnsan!"

CİNBAZ

(http://sphotos-g.ak.fbcdn.net/hphotos-ak-ash4/312387_250942695037219_8894449_n.jpg)
Başlık: GAZİ VE LATİFE
Gönderen: s.b - 27 Ocak, 2013, 21:06:08
                  GAZİ VE LATİFE
İsmet Bozdağ tarafından yazılan kitap 250 sayfa.

(http://img46.imageshack.us/img46/7509/gezivelatifekapak408x59.jpg)

(http://img255.imageshack.us/img255/2727/gezivelatife410x590.jpg)

Kitabın arka kapağında da belirtildiği gibi özel gayretler neticesinde hazırlanabilmiş bir eser.
Benim gibi bu kitabı okumakta geç kalmış olanlara tavsiye ediyorum.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü yakınlarının hatıralarından tanıma fırsatı sunuyor bu kitap.
Başlık: Ynt: Cinbaz - Ege Görgün
Gönderen: Hayal Kahvem - 04 Şubat, 2013, 22:22:35
(http://1.bp.blogspot.com/-tXmQGXKlo9k/UQ7OtKbLchI/AAAAAAAAXuA/oXPdurYA2zE/s400/cinbaz1.png)

İstanbul'daydım. Beyoğlu'na her yolum düştüğünde uğradığım kitapçıdaydım. Zamanım dardı. Satın almayı düşündüğüm kitap ve dergiyi pürtelaş halde arandım. İkisini de bulduğum gibi, aceleyle ödeme yapıp, çıkış kapısına koşturdum. Tam sokağa adımımı atıyordum ki ani bir refleksle ayağımı geri çekip durdum. Niye durmuştum? Anlam veremedim.  Alışverişim bitmemiş miydi? Bitmişti. Hatta biraz daha oyalanırsam Taksim'deki yeni müşterimle olan ilk randevuma gecikecektim. Görüşmeye gecikmek elbette hoş değildi. Eee... Niye durmuştum peki? Şaşırmıştım. Haydi, diyelim kitapları ararken çok koşturmuştum ya, belki bir an  nefeslenmek için durmuştum... Tamam... İyi...  Şimdi yoluma devam etmeli, artık kitapçıdan dışarıya atmalıydım kendimi, öyle değil mi? Yooo... Yapamadım. Durum iyice tuhaflaşmaya yüz tutuyordu harbiden. Bir resmin içine hapsolmuştum sanki. Sonra aşina olduğum bir his yeşerdi içimde. Gerisingeri döndüm. Uyur-uyanık... Bilinçli-bilinçsiz... Gerçek-uydurma...  Kontrol hiçbir şekilde bende değildi. Bir güç kumandayı eline almıştı. Bedenimi benden bağımsız çalıştırmaktaydı sanki. Ne oluyordu böyle? Bir anormallik vardı var olmasına ama neydi? Sırtımda soğuk bir esinti gezindi. Ürperdim. Vaziyetim bu minval üzerine biraz daha  uzayacak olursa, kararlıydım avazım çıktığı kadar "Kurtaran yok mu!" diye seslenecektim. İyi ama olan biten bir şey yoktu ki ortalıkta. Ben anlayamazken; bu vaziyeti kime, nasıl izah edecektim? Yalpalayan ayaklarım, daha önce hiç görmediğim bir dizi kitapların önüne götürdü beni... En baştaki kitapla gözgöze geldim. Garip bir kabı vardı. Kitabın adı Cinbaz'dı.  Yazarı ise Ege Görgün. Hey, Ege Görgün'ün Tersninja'daki tekinsiz öykülerini çok iyi bilirim. Öykü kitabı çıkmış öyle mi, diye düşündüm. Çok sevindim. Nerden geldiğini bilmediğim korkularım, gene nedensizce uçup gitti. Otomatiğe bağlanmış gibi kitabı elime aldığım anda ışık hızıyla kasanın önündeydim. Kitapçıdan çıkarken Cinbaz'ı çantama attım. Kafamı bu olaya fazla takmadım. Çünkü hemen işe yollanmalıydım. Tuhaf şey! Yeni müşterimle görüşmem hayal edemeyeceğim kadar mükemmel geçti. Hiç uğraşıp, dil dökmedim. Gittiğimde mevcut poliçelerini zaten  hazır etmişti. Tüm sigorta işlerini sorgusuz sualsiz bana verdi. Böyle inançlara meyyal bir bünyem olduğu için, bu kolaylığı Cinbaz'a  yordum. O günden beri  kitabı çantamdan çıkarmamıştım. Az önce Cinbaz'ı elime aldım. Rastgele bir sayfayı usulca araladım:  "Bir resmin içine hapsolmuştu sanki. Sonra aşina olduğu bir his yeşerdi içinde. Bu sayede bir yarı-rüya gördüğünün farkına vardı. Sabahları uyanmasına yakın, REM uykusunda gördüklerinden... Uyur-uyanık... Bilinçli-bilinçsiz... Gerçek-uydurma... Tek fark, bu kez kontrol hiçbir şekilde kendisinin değildi. Zaman zaman duyduğu, nereden geldiğini bilmediği o sesler gibi..." Kitabı kapattım. Kapaktaki resme iyice baktım. Gözbebeklerimdeki kırmızı parıltıyı hissedince muzurca gülümsedim. İlk öyküyü tüm merakımla okumaya başladım.


Başlık: Tirajların Efendisi
Gönderen: haysat - 14 Şubat, 2013, 23:31:08
Togan Yayıncılık / Tirajların Efendisi
Türk basının duayen ismi Rahmi Turan'ın hayatı kitap oldu

Türk basının duayen ismi Rahmi Turan'ın hayatını anlatan "Tirajların Efendisi" kitabı Toğan yayınlarından piyasaya çıktı.

Altısı günlük, dokuz gazete çıkartan, yayınlandığı dönemlerde büyük ses getiren  çizgi roman kahramanı Kara murat'ın yaratıcısı Rahmi Turan'ın hayatının anlatıldığı ve Faruk Mangırcı'nın kaleme aldığı "Tirajların Efendisi" Toğan Yayınları tarafındandan piyasaya çıktı.

(http://www.gazeteciler.com//data/news/1/1360655461-kitapkapak2.jpg)

İşte kitaptan bazı konu başları:
-Merhum Turgut Özal, Rahmi Turan'ı susturmak için Mesut Yılmaz vasıtasıyla Turan'a ne önerdi?
-Gökkafesin müteahhidi Mustafa Süzer'in Gökkafes'ten daire önerisine Rahmi Turan ne cevap verdi?
-Asil Nadir, Bedrettin Dalan'ı nasıl harcatmak istedi?
-Turgut Özal, Çanakkale'de Rahmi Turan'ı mitingde halka şikayet etti.
-Hürriyet'in Genel Yayın Müdürlüğü'nden istifa ederken Erol Simavi'nin gazeteki habercisi Doğan Hızlan'ı nasıl yerin dibine soktu?
-Zafer Mutlu'ya kiralık ev vermeyen ev sahibini nasıl ikna etti, Zafer Mutlu'nun nasıl kefili oldu?
-Demirel, siyasi yasakların kalkmasını Rahmi Turan'ın sağladığını anlatarak "Yasaklarımız sayenizde kalktı" dedi.
-Zor durumdaki Nazlı Ilıcak'a Meydan'da nasıl köşe verdi? Aydın Doğan'ı nasıl ikna etti?
-45 yaşından sonra nasıl siyah kuşak karateci oldu?
-Haldun Simavi'ye kızıp Sabah'ı nasıl kurdu?
-Milyon milyon tirajların sırrı neydi?
-Demirel'le girilen savaşın sonunda düşülen cezaevinde yaşananlar, eli silahlı katillerle yaşanan kovalamacalar, polis tarafından aranılan günlerde kaçak yaşamalar, eşi Emel Hanım'la gizli buluşmalar, Türk basınının dev ismi Haldun Simavi, Erol Simavi, Dinç Bilgin ve Aydın Doğan ile ilişkileri...
Başlık: Ynt: Tirajların Efendisi
Gönderen: haysat - 14 Şubat, 2013, 23:38:30
Arkadaşlar Toğan Yayınlarının sahibi İsmail beyle Rahmi Turan'ın hayatını anlatan "Tirajların Efendisi" kitabı hakkından konuştuk biraz.

Rahmi Turan'la aralarının iyi olduğunu ve bir aksilik olmazsa Kara Murat'ı çizgiroman olarak yayınlamayı düşündüğünü söyledi.

En kötü ihtimalle roman olarak çıkaracağını söyledi.Ama önce çizgiroman olarak ne yapabiliriz diye ona bakacağız dedi.
Başlık: Ruhi Mücerret
Gönderen: tommikser - 11 Mart, 2013, 14:03:53
(http://galeri2.uludagsozluk.com/398/ruhi-mucerret_403386.jpg)

Dublörün Dilemması ve Korkma Ben Varımın yazarı Murat Menteşten doludizgin bir roman daha!

Sıkı tutunun!

İstiklal Harbinin son gazisi, 100 yaşındaki millî kahraman RUHİ MÜCERRET; bir dünya starına nasıl dönüşüyor?
Zaten ecelin menzilindeyken, esrarengiz psikopat MASUM CİCİyi haklayabilecek mi?
Mabet filozofu AVNİ VAVdan daha neler öğrenecek?
NAZLI HİLALe, 70 yaş farka rağmen nasıl açılacak?
Ve son nefesinde kelime-i şahadet getirebilecek mi?
Bir gözü mavi, diğeri kahverengi avare CİVAN KAZANOVA; elden düşme ruhunu, şeytana neden satıyor?
Depremde yitirdiği SERPİL SİLAHLIPERİyi unutmayıp da ne yapacak?
Marifetli afet FUJER FUJİden kaçarken neye yakalanacak?
Kan kanseri yeğeni OZANı hangi parayla tedavi ettirecek?
Alınyazısındaki boşlukları neyle dolduracak?
İntiharın eşiğinde tetikte beklerken, kimvurduya mı gidecek?
Ziyadesiyle kahkaha ve bir nebze gözyaşı içeren bu serüvende
trenler gemilere çarpıyor.
İstiklal Savaşı, 85 yıl sonra devam ediyor.
Şakaklar matkapla deliniyor.
Uçaklar düşüyor.
Kaybedenler şampiyon oluyor.
Ölüler diriliyor.
Serseri kurşunlar uçuşuyor.
Ve reklamlar, müşterileri ele geçiriyor!

"100 yaşından küçükseniz, bu romanı mutlaka okuyun!"
Emrah Serbes

En sevdiğim hatta son dönem edebiyatımızın en başarılı yazarı haftaya yeni bir kitap ile karşımızda.Diğer kitaplarını okumadıysanız çok ama çok şey kaçırdığınızı söyleyebilirim.
Başlık: Ynt: Ruhi Mücerret
Gönderen: kalidor - 11 Mart, 2013, 14:25:42
Sabırsızlıkla bekliyorum, bu hafta içinde çıkacak galiba. Kişi adları tüm Murat Menteş romanlarında olduğu gibi yine enteresan  :D Son romanı Korkma Ben Varım içinde 10-15 sayfalık Ersin Karabulut'un çizdiği 2. Abdülhamit ve papağanının yer aldığı çizgiroman bölümü ve romanda adı geçen şarkılardan oluşan gayri resmi soundtrack albümüyle Türk edebiyatında bir ilkti.  Ruhi Mücerret'le çıtayı yükseltip arşa değer başımız inşallah  ;)


(http://img521.imageshack.us/img521/7498/kbv.jpg)
Başlık: Ynt: Ruhi Mücerret
Gönderen: hanac - 11 Mart, 2013, 15:25:27
Dublörün Dilemması'nı bir arkadaş tavsiye etti.

Önce Dublörün Dilemması ile mi başlayalım ?

Bu konuda ne yazarsınız Sayın Semerci ?
Başlık: Ynt: Ruhi Mücerret
Gönderen: tommikser - 11 Mart, 2013, 15:29:46
İlk önce dublorun dilleması sonrada korkma ben varım.Bak okuyunca vay canına yandığım,kutsal inek ,crom çarpsın gibi şaşkınlık ifadeleri kullanabilirsin ona göre ;D
Başlık: Ynt: Ruhi Mücerret
Gönderen: alan ford - 11 Mart, 2013, 16:05:48
   Aslında tüm bu tayfanın afili filintilar diye de bir sitesi var. Alper Canıgüz, Murat Menteş , Emrah Serbest falan oradalar. Ben Alper Canıgüz'ü daha çok sevdim mesela. Oğullar ve Rencide Ruhlar harikaydı. Bana sanki tüm bu tayfa Can Kozanoğlu'nun Acemi Eğitimi'nden fırlamış gibi geliyor.

  (http://static.idefix.com/cache/0/270/179553)

  bulabilirseniz kaçırmayın.

  Buyurun burada da afili filintalar http://www.afilifilintalar.com/ (http://www.afilifilintalar.com/)
Başlık: Hilmi Tezgör - Şarkıdaki Şiir
Gönderen: Hayal Kahvem - 12 Mayıs, 2013, 22:54:46

(http://4.bp.blogspot.com/-B8_vN9f3Wd0/UWGNVsS9iLI/AAAAAAAAZ_M/qZlHsmqVtCY/s400/20146743.jpg-r_640_600-b_1_D6D6D6-f_jpg-q_x-xxyxx.jpg)

"herkes biliyor, iyi adamların kaybettiğini
herkes biliyor, dövüşün hileli oldugunu
fakirler fakir kalır, zenginler zenginleşir
hep böyle gider
herkes biliyor"
Leonard Cohen




(http://4.bp.blogspot.com/-762dIg85etY/UWGOzaUIjYI/AAAAAAAAZ_c/Blhyb3eLWk4/s400/20146741.jpg-r_640_600-b_1_D6D6D6-f_jpg-q_x-xxyxx.jpg)

"Haydi yol önümüzde!
Korkacak, çekinecek bir şey yok-ben daha önce geçtim bu yoldan-
ayaklarım bilir bu yolu-
durmayın, geride kalmayın!
Bırak yazılmamış kağıtları masanın üstünde, kitap açılmasın, kalsın öylece!
Bırak aletleri çalıştığın yerde! Bırak, para kazanılmasın!"
Bob Dylan



(http://4.bp.blogspot.com/-inPd98AtE0I/UWGf52IQ4pI/AAAAAAAAZ_0/oZMehxm1k8Q/s400/untitled.bmp)

"Küflü küflü bir adamım ben
İçim küf, küf dışımKüflü küflü bir adamım ben
İnanmazsın arkadaşım.
Küflendim göz kürelerime dek
Küflendim ayak parmaklarıma kadar
Dans etmem utanırım pek
Böyle alçakgönüllü olanlar da var."

John Lennon

32. İstanbul Film Festivali için seçtiğim, ilk haftanın 10. ve de sonuncu filmi Bir Şarkının Peşinde idi. Çalıştığım için, öncelikle filmleri değil festivale gidebileceğim günleri seçiyorum. Sonrasında, o günlere denk gelen, ilgimi çeken filmleri... Bir Şarkının Peşinde, kendi dalında Oscar dahil pek çok ödül almış bir belgesel filimdi. 6 Nisan doğum günümdü. Bu film, doğum günüme denk gelen gecenin 21.30 seansında gösterilecekti. Yalanım yok. Maksadım, haftanın son filmini ve de doğum günümün gecesini Latin müzikleri dinleyeceğim bir filmle nihayetlendirmekti. Şöyle bir göz ucuyla filmin konusuna bakmıştım. Film, Sixto Rodriguez adlı Meksikalı bir şarkıcıyla ilgiliydi. Yooo! Müzikten anladığımdan filan değil... Nerdeee? Bu filmden önce Sixto Rodriguez adını ömrümde duymamıştım. Tamam... Müzik bilgimin feci kıt olduğunu tüm samimiyetimle  itiraf edebilirim. Fakat... Latin müziğine var ya... Resmen... Tek kelimeyle biterim! Üstelik gene feleğin şahane bir kıyağı gerçekleşmişti. Epeydir takibini sürdüğüm, o gün kitapçıda  tesadüfen gözüme ilişip, doğum günümde kendime armağan olarak aldığım, gün içinde ara ara elime alıp okuduğum kitabın adı neydi biliyor musun?  Şarkıdaki Şiir. Şimdi farkettim. Üstelik kitabın kabıyla, filmin bir afişi birbirini andırmıyor mu? Ne hoş değil mi? Felek doğum günümde oynamıştı gene bana bir oyun besbelli.

(http://1.bp.blogspot.com/-5H9ukDbVNLA/UWGNPAPzbdI/AAAAAAAAZ_I/6YSEUCy5zj8/s320/255553_10151126305168241_1196567302_n.jpg)(http://3.bp.blogspot.com/-ec_ssagc0a8/UWGeerEthwI/AAAAAAAAZ_s/SOE3M6Yl3MA/s320/searching-for-sugar-man-film-poster.jpeg)

Bak şimdi... Yukarıdaki şarkı sözlerini Şarkıdaki Şiir adlı kitaptan aşırdım. Fotoğraflar ise Sixto Rodriquez adlı şarkıcının. Niye böyle bir şey yaptım biliyor musun? 1960'lı yılların sonlarına doğru taaa Amerika'nın sanayi şehirlerinden Detroit'in bir barında keşfedilmiş Meksika göçmeni Sixto Rodriquez. Gündüzleri inşaatlarda ya da fabrikalarda çalışırmış. Geceleri de barlarda kendi yazdığı şarkıları çalar söylermiş. Şarkılarının sözleri o denli güçlüymüş ki, düşünebiliyor musun Bob Dylan'ın şarkı sözleriyle mukayese edilir olmuş. 1970'te folk-rock tarzında ilk albümü çıkmış. Daha sonra ikincisi. Sonuç hüsran olmuş. Çünkü Amerika'da bu şarkılar sevilmemiş.  Ve Rodriquez ortadan yok olmuş. Öldüğüne dair muhtelif söylentiler yayılmış. Unutulmuş gitmiş.

Bundan sonrası çok enteresan... Meksika göçmeni Sixto Rodriquez'in şarkılarının Amerika'da esamesi okunmazken, bir şekilde Güney Afrika'ya ulaşan albümler, sokaktaki insanın ve emekçilerin dillerine destan olmuş. Ve inanılacak gibi değil... Amerika'da Bob Dylan, Rolling Stones ya da Jimmy Hendrix ne ise, Güney Afrika'da Sixto Rodriquez'in şöhreti benzer endamda zirve yapmış.  İyi de, Rodriquez'in şarkıları var ama, kendisi hakkında hiç bir şey bilinmiyormuş ki... İyice efsaneleşmiş. Kimileri başına tabanca sıktı diyor, kimileri moral bozucu bir konser sonrasında sahnede kendini yaktı diyormuş. Peki gerçekte kimdir bu adam? Bir müzik yazarı bu esrarengiz şarkıcının peşine düşüyor. İşte Bir Şarkının Peşinde adlı belgesel film, bu arayışın hikayesinden doğuyor. Sonu çok çarpıcı. Öldü diye bilinen, kasetleri, albümleri Güney Afrika'da kapış kapış satılan ve Güney Afrika halkının direnişinin  sembolü olan Sixto Rodriquez ise, bütün bu olan bitenden hebersiz, ailesiyle Amerika'nın bir  şehrinde yaşayan ve  inşaatlarda restore işleri yapan biri olarak karşımıza çıkıyor. Hem peşinde olan müzik yazarı, hem Rodriquez ve ailesi, ve elbette  şahsen ben şaşırdım kaldım bu duruma... Düşünsene... İletişimin bu denli geliştiğini düşündüğümüz bir zamanda, olur mu sahiden böyle bir şey? Olmuş. Sixto Rodriquez, neredeyse  kırk yıl sonra Güney Afrika'da nasıl efsane bir şarkıcı olduğunu öğrenmiş.  Fazla uzatmayayım. İlla izlenmesi gereken, kurgusuyla, hikayesiyle, şarkılarıyla şahane bir belgesel filmdi. Hayret ve mutluluk hisleriyle dolu sinema salonundan çıktım.

(http://3.bp.blogspot.com/-5JjrXJkJVNo/UWGyjkKUbcI/AAAAAAAAaAE/E6dcMEyclZk/s320/fft64_mf1155639.Jpeg)

Yooo... İnana bana, gün içinde Hilmi Tezgör'ün yazdığı Şarkıdaki Şiir adlı kitabı okumamış olsaydım, filmi bu denli manalandıramazdım. Çünkü Hilmi Tezgör,  şarkı sözlerindeki şiiri anlatırken, kitabın pek çok yerinde örnekler vererek "içerikli şarkı" kavramını anlatıyordu. Mesela "Siyahi insan, blues, soul ve funk'ın yanı sıra regae ile de sesini duyuruyordu... Blues bir haykırıştı. Irkçılığa karşı bir haykırıştı." diyordu. Bazı şarkıların, özgürlüğü, aşkı, savaşı, ölümü, yoksulluğu, eşitsizliği, yıkımları, sömürüyü anlatan sözlerinin, insanlık tarihi içindeki kölelikten kulluğa geçişin canlı bir kaydı olduğunu söylüyordu. Politik şarkı sözü geleneğinin, edebiyatla dirsek temasını koruyarak nasıl günümüze kadar geldiğini misaller vererek anlatıyordu. 32. İstanbul Film Festivali'nde seyrettiğim, Bir Şarkının Peşinde adlı film, şarkı sözlerini kendi yazan bir şarkıcının inanılmaz yaşam sevüvenini gözümün önüne getirmişti getirmesine ama... Şarkıdaki Şiir'de öğrenmiştim ya artık... Asıl güzel olan neydi biliyor musun? Yüreğimize dokunduğu halde, çoğunlukla sözlerine dikkat etmeden  dinlediğimiz şarkıların içindeki şiirleri işitebilmek çok önemliydi. Şarkılar içindeki şiirlerle güçleniyorlardı. Böylelikle insanlık tarihinde yaşanılan, "unutulmaması ve bağışlanmaması gereken" trajik olayların hafızamızda canlı kalmalarını sağlıyorlardı. Sixto Rodriquez'ın şarkılarının içindeki şiiri Amerika insanı okumayı becerememişti besbelli. Oysa "Her devrim bir şarkıya ihtiyaç duyar." diyen Rodriquez'in şarkıları, siyahilere uygulanan ayırımcılıkları protesto eden Güney Afrikalılar tarafından okunabilip, benimsenmişti.

Kitapta yazdığı gibi, "müziğin empati uyandırma, dayanışma duyguları yaratma, insani bağlar kurma, kurulmuş bağları kuvvetlendirme gücü ve kapasitesi"nin sahiden müthiş olduğuna bir kez daha şahidim. Neden biliyor musun? Hakkında hiç bir şey bilmedikleri halde, şarkılarındaki şiirleriyle duygularına tercüman olan Sixto Rodriquez'u, çılgıca bir sevgi seliyle kucaklamıştı Güney Afrikalılar...  Ve bu belgesel film sayesinde, hiç tanımamış olsam bile, bir insanın yüzündeki o mutluluğu görmek, yüreğime nasıl iyi geldi anlatamam. Müthişti!

Ve... Çok ballıydım. Doğum günüme denk gelen gün içinde, hem İstanbul Film Festivali vardı. Hem bir şarkıcının gerçek hayatını ve  seneler sonra verdiği konserde yaşadığı mutluluğu seyretmiştim. Hem de aynı gün, dinlemeyi okumaya dönüştüren bir kitap edinmiştim. O anda biri bana "Şu dünyanın en güzel, en mutlu, en zengin insanı kimdir?" diye sorsa... "Buyrun, benim!" derdim. Tanrım, çok teşekkür ederim.

Rodriguez - Sugar Man (http://www.youtube.com/watch?v=qyE9vFGKogs#ws)

Başlık: Ynt: Hilmi Tezgör - Şarkıdaki Şiir
Gönderen: hanac - 12 Mayıs, 2013, 23:16:45
Vildan Hanım, bende bu belgesel film ile ilgili bir haber üzerine Sixto Rodriquez'in hayatı ile ilgilenmiştim.

Belgeseli de muhakkak izlemeyi düşünüyorum.

Tanıtım için teşekkürler.
Başlık: Ynt: Hilmi Tezgör - Şarkıdaki Şiir
Gönderen: Hayal Kahvem - 12 Mayıs, 2013, 23:30:54
Sahiden seyredilesi bir film Hanac.

Üstelik benim bu belgesel hakkında hiç bilgim yoktu.
Öldü zannedilen şarkıcının yaşadığını öğrenince nasıl hayret ettim anlatamam.
Sadece ben değil tabi, yazarın izini süren gazeteci ve de elbette şarkıcının bizatihi kendisi ve ailesi...
Şu fani dünyada halen şaşıracak bir vaziyete denk geldim ya...
Ve Rodriquez'in o şaşkın sevinci...
Anlatılmaz... İlla seyretmelidir.  :D

Düşünsene, adam nedeyse kırk yıl Güney Afrika'da ilah...
Şarkılarını ezbere söylüyor herkes... Kimbilir kimler onun şarkılarıyla zengin oldu.
Hiç haberi yok. Hiç duymamış. Ve hayatına inşaatlarda çalışarak devam etmiş.
Fakat bir tarzı varmış... Mesela hep siyah kıyafetler, uzun paltolar giyermiş.
Hoş filmdi.

Karamba karambita! Ben aslında filmi değil kitabı anlatmak istemiştim.
Çünkü Hilmi Tezgör'ün  Şarkıdaki Şiir adlı kitabı sahiden zihin silkeleyen bir kitap.
Tavsiye ederim.  ;)





Başlık: Ynt: Hilmi Tezgör - Şarkıdaki Şiir
Gönderen: alan ford - 12 Mayıs, 2013, 23:33:19
  Filmden hemen önce plak muhabbetlerinde öğrendim bende Sixto Rodrigez'i. Filmi de seyrederiz artık. Bir de haddim olmayarak Bülent Somay'ın Şarkı Okuma Kitabı'nı tavsiye edeyim. pek bi şahanedir.
Başlık: Ynt: Hilmi Tezgör - Şarkıdaki Şiir
Gönderen: Hayal Kahvem - 12 Mayıs, 2013, 23:37:51
Karamba Alan Ford.
Du bi... Bi bakayım Şarkı Okuma Kitabı'na. Teşekkürler.  :)
Başlık: Valiz çıktı!
Gönderen: alper_kaya - 09 Ekim, 2014, 12:28:16
(http://www.alperkaya.org/wp-content/uploads/2014/07/Valiz-Kapak-Ozan-copy2-1024x714.png)

Merhaba dostlar,

İkinci romanım Valiz bu hafta itibarıyla çıktı. İnternetten önsiparişe açıldı ve önümüzdeki hafta da kitapçı raflarında boy gösterecek. Bu sevincimi sizlerle de paylaşmak istedim.

Ola ki, "Neymiş bu Valiz" diyenler için

Önokuması: http://www.alperkaya.org/valiz-onokuma
Sipariş linki: http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=705913
Başlık: Ynt: Valiz çıktı!
Gönderen: hanac - 10 Ekim, 2014, 00:06:41
Tebrikler Alper.

İyi satışlar dilerim.
Başlık: Ynt: Valiz çıktı!
Gönderen: kalidor - 10 Ekim, 2014, 08:46:09
Tebrik ederim. İnşallah geniş kitlelere ulaşma imkanınız olur.
Başlık: Ynt: Valiz çıktı!
Gönderen: alper_kaya - 14 Kasım, 2014, 15:10:12
Yarın kitap fuarına gidecek olanlar için, 16:00-18:00 saatleri arasında 3. Salon 510 C standında imza günüm var, beklerim.(https://scontent-a-cdg.xx.fbcdn.net/hphotos-xfp1/v/t1.0-9/10408502_10152804812007768_221515458840785947_n.jpg?oh=dde6ce69affe213733252a91c0091c7f&oe=54E11FC7)
Başlık: Ynt: Valiz çıktı!
Gönderen: HacıGeraltEmmi - 14 Kasım, 2014, 15:43:28
Tebrikler. Yarın gelme ihtimalim var, gelebilirsem tanışıp imzanızı almaktan mutlu olurum.
Başlık: "AŞKIN GÜNGÖR İFTİHARLA TAKDİM EDER"
Gönderen: Hayal Kahvem - 27 Kasım, 2014, 23:13:56
(http://2.bp.blogspot.com/-o11e1s4IKy8/VHZHPUKAbAI/AAAAAAAAc7g/fju0d13a_uM/s1600/ecad523b-6d7d-4677-96cf-5fe1ecf0c30a.jpg)

Kırmızı renkte bir kitap kabı... Kitap kabının tam ortasında Sadri Alışık'ın fotoğrafı...  Hemen üstünde  şu yazı:
"Aşkın Güngör İftiharla Takdim Eder"

Hay canına sayın seyirciler!


Aşkın Güngör'ün külliyatı vardır bende. İyi de abicim, bu kitabını ne gördüm ne işittim. Şaştım kaldım yeminle... 

Durur muyum? Kitaplardan birini derhal rafından çektim. Heyyy!..  Ne güzel kitap ismi...
"Her Daim Bu Sevdada Ben Bir Sadri Alışık ve Türk Şiirinin Mümtaz Kafiyeleri"

Şöyle bir sayfalarını dalgalandırdım. Gözlerime inanamadım. Hastası olduğum Kakafona Silsilesi de vardı içerisinde...
"Yok artık!" dedim... Yooo...
Gerçek miydi sahiden?
Evet!...
Allahım!.. Bu yaşadığım feleğin şahane bir kıyağı değil de ne?"

Durur muyum? Derhal Sadri Alışık  tavrına girdim.
"Yani ya Allahıma kitabıma, bu kitap karşısında annadınız mı bittabi, boynum kıldan incedir bilakis." dedim. Hemencik  kitabı oracıkta satın alıverdim.

Nasıl almadan durabilirim ki?  Bunlar tastamam Aşkın Güngör'ün şiirleri...

Dikkatinizi çekerim abilerim ablalarım... 
Bu şiirler işkembe-i kübradan atmasyon değildir.  Yeminle harbi şiirlerdir. Yürekten gelirler, ahaa, taaa şuracıktan...
Gözlerimi kapadım. Bir sayfasını araladım. Şiirlerden fal tuttum şakacıktan...

Şiirin adı.... "İmdat Hanım, İhmal Sokağı, On Altı Numara" 

"Ha?
Tamam."
Kendime geleyim...
"Anlatırım bi'ara..."


Başlık: Mehmed'e gönderilmeyen Mektuplar
Gönderen: Vega - 03 Ağustos, 2015, 15:38:53
Tasavvuf edebiyatının kaliteli yazarlarından Şebnem Pişkin'in son kitabı. Eylül'de çıkacak. Ancak başta Aşkın Güngör olmak üzere benim de içinde olduğum şanslı bi kaç kişi baskıdan önce okuduk ve yorumlarımızı paylaştık. İlgilenirseniz adres burası (http://mehmedemektuplar.blogspot.com.tr/)

(http://3.bp.blogspot.com/-H-ZRAv9VOKs/Vb0Uu45Wu1I/AAAAAAAACVI/wTdSvV7rb-g/s320/received_10153462173097170.jpeg)
Başlık: Ynt: Oktay Akbal - Önce Ekmekler Bozuldu ve Şenol Bezci - Karikatürleri
Gönderen: tunaorhun - 28 Ağustos, 2015, 19:00:48
Büyük yazar Oktay Akbal'ı bugün kaybettik.Allah rahmet eylesin.
Başlık: Ynt: Oktay Akbal - Önce Ekmekler Bozuldu ve Şenol Bezci - Karikatürleri
Gönderen: yunusmeyra - 28 Ağustos, 2015, 20:10:38
yazarın ürettiği işlerin,yazdığı kitapların listesine baktım az önce..sizde bir bakın..uzun bir liste..uzun bir ömür..
Başlık: Orhan Gökdemir - Fena Çocuklar Zamanı
Gönderen: hanac - 07 Aralık, 2015, 16:44:31
Bu kitabın özelliği şu; Kapağı ve içindeki resimleri forumumuzun üyesi Designer73 çizmiş.  :)

(http://static.idefix.com/cache/0/270/830650)

Yıl 1981. Darbe birinci yılını ya doldurmuş ya doldurmamış. İstanbul'un kıyısındaki yatılı okulda akşam olup gün geceye dönünce Nazım okuyoruz tenhaya sığınarak. Sokakta diz boyu faşizm, çocuk gözlerimizde diz boyu dostluk...

Yıl 2003. Faşizm pılısını pırtısını toplayıp gitti söylentilere bakılacak olursa. Ama yerine yeşile meyilli beyaz takkeli adamlar bıraktı şiire düşman. O günden sonra Kurtuluş'ta, son durakta bir tramvay ölüsü. Hepimiz kalakaldık tetiği çekilmeyen, namlusu yönsüz bir tabanca gibi. Dönüp bakıyoruz cephaneliğimize, sanki okuyacak şiirlerimiz bile azalmış.

Yıl 2013. O şairler çekip gitmiş bir bir ama sokakları şiir gibi çocuklar doldurmuş. Göz gözü görmüyor faşizmin hiddetinden; öyle bir gaz çıkarmış ki hepimiz boğuluyoruz ve hâlâ Taksim'in salaş meyhanelerine sığınıyoruz yorgun düşünce. İçeride dışarıda diz boyu dostluk...

O gün anlıyoruz ki bu toprakların mucizesidir şiir. Ve o çocuklar hâlâ direnebiliyorsa o şairlerin yüzü suyu hürmetinedir.

Her şair cüzdanında fırtınalı bir deniz taşır. Çünkü yalnızdır şair, denize kıyısı olmadan yaşaması mümkün değildir. Ve o fırtınalı denizin kıyısında hep asi ve fena çocuklar oturur.

Bu kitap şairin cüzdanındaki fırtınalı deniz ve o denizin kıyısında oturan fena çocuklar üzerinedir.
Başlık: Ynt: Orhan Gökdemir - Fena Çocuklar Zamanı
Gönderen: pizagor - 07 Aralık, 2015, 17:37:15
Arka kapaktan:

Tez toplatın ve yakın! Hemen hemen hemen!
TÜBİTAK başkanı

:)
Başlık: Orhan Berent - Trenler Çıldırırsa
Gönderen: köstebek - 20 Ocak, 2016, 09:07:36
Çizgi Düşler'in Teks albümleri içinde her ay size birkaç sayfa Teks ve western filmleri hakkında yazılar yazan Orhan Berent'in İletişim Yayınlarından bir romanı basıldı. Orhan Ağabey'in başarısını kutluyor, devamını da bekliyoruz... Nice romanlara ...

http://www.iletisim.com.tr/kisi/orhan-berent/9447#.Vp8xBfmLTIW

Verdiği link üzerinden ilerleyerek, kitaptan bir bölüm okumayı ihmal etmeyin... :)
Başlık: Ynt: Orhan Berent - Trenler Çıldırırsa
Gönderen: köstebek - 20 Ocak, 2016, 23:20:38
Alıntı yapılan: seferkaraca - 20 Ocak, 2016, 21:58:47
verdiğiniz sayfada bu arkadaşın hayat hikayesinde hep levent cantekin rolü varmış benim gördüğüm o.sizin yayınevinede omu taysiye etti yazı yazsın diye???

Hayır
Başlık: Ynt: Ve Levent Cantek Ve Levent Gönenç Ve Şenol Bezci
Gönderen: Hayal Kahvem - 18 Temmuz, 2017, 23:45:37
(https://3.bp.blogspot.com/-fkzk-bJ0_r8/WWc8w3Q3X-I/AAAAAAAAj_E/xRPZx4M-pV4llM8FeaYtXmJMZqfB074XACLcBGAs/s1600/2017ergilerinin-hali_262682438.jpg)

Madem zamanında "Ve Levent Cantek Ve Levent Gönenç Ve Şenol Bezci" diye bir başlık açmışım, şu yukarıdaki sevdiğim fotoğrafı şuraya bırakayım. 
Levent Cantek ve Levent Gönenç'in sanal dünyada denk geldiğim son fotoğrafları.... Ve birlikte hazırladıkları Muhalefet Defteri adlı yeni kitapları var.  Henüz almadım. Alıp okuyunca yazacağım. :)
Başlık: Ynt: Ve Levent Cantek Ve Levent Gönenç Ve Şenol Bezci
Gönderen: Hayal Kahvem - 24 Ağustos, 2017, 00:07:15
(https://1.bp.blogspot.com/-ho7qwVFHl4U/WZ24NPvzkWI/AAAAAAAAkQA/BlEKE_okh8g2HIcAqAvKS6FkDg_OUFDywCLcBGAs/s400/20170823_172349.jpg)

http://derinhakikatler.blogspot.com.tr/2017/08/zagor.html (http://derinhakikatler.blogspot.com.tr/2017/08/zagor.html)

Levent Cantek'in Derin Hakikatleri'nden.. Anadolu ağızlarından Zagor... :D
Başlık: Ynt: Ve Levent Cantek Ve Levent Gönenç Ve Şenol Bezci
Gönderen: yunusmeyra - 24 Ağustos, 2017, 00:35:08
Yekta Kopan`dan, Levent Gönenç ile ilgili güzel bir anı (http://filucusu.blogspot.com.tr/2013/02/yazarn-masas-edebiyat-alanndaki.html (http://filucusu.blogspot.com.tr/2013/02/yazarn-masas-edebiyat-alanndaki.html)

".....................
Metin Celal: Ortaokulu nerede okudun?
Yekta Kopan: Ortaokulu Ankara Namık Kemal Ortaokulu'nda okudum. Namık Kemal Ortaokulu'nda geçirdiğim zamanları çok önemserim. İyi bir eğitim aldığımıza inanıyorum. Madem her şeyi anlatıyorum şunu da söyleyeyim. İyi arkadaşların, insanı hep iyiye doğru götürdüğüne inanmışımdır. Teğmen Kalmaz İlkokulu'nda boyum kısa olduğu için okula girer girmez en ön sıraya oturttular beni. Yanıma da sınıfın tek gözlüklüsünü oturttular; benden biraz uzunca ama ne yapsın gözlüklü. Levent Gönenç arkadaşım oldu böylece. Bugün hala görüştüğüm, Ankara Hukuk Fakültesinde akademisyen olan bir arkadaşımdır. Dostumdur. Levent Gönenç, ODTÜ Matematik Bölümü Profesörlerinden Yaşar Gönenç'in oğlu, Şair Turgay Gönenç'in de yeğenidir. Bizim arkadaşlığımız sebebiyle birbirine giden gelen iki aile oluştu. Levent de karikatür çizerdi. İlkokulda hem de. Ortaokula geldiğimizde, benim şiir göndermem gibi o da karikatür gönderiyor bir yerlere ve Turgut Çeviker keşfediyor. Levent daha on dört yaşındayken Yarın Dergisi'nde bir röportaj yaptılar. Ankara'da Tunus Caddesi'nde otururdu. Tunus Caddesi'nin de öbür başında Daily News'in binası, merkezi vardı. O yaşındayken dosyalarını alıyor, Daily News'a gidiyor ve "Ben karikatür çizmek istiyorum buraya" diyor. O da Daily News'a gitmek istediği için değil, evine en yakın, gidebildiği tek yer orası olduğu için. İlnur Çevik bayılıyor bu duruma ve Levent Daily News'ın kapak karikatüristi oluyor. Siyasi karikatür çiziyordu. Ana sayfadan giriyordu çizgileri. Bu şu anlamda önemli; ortaokuldaki arkadaşınız böyle biri olduğu zaman, siz de bu yolda olduğunuz zaman, birbirinizi çok besliyorsunuz. Namık Kemal'deki ortaokul yıllarım bu anlamda benim için çok önemlidir. Çünkü biz o yaşlarda deli gibi Can Yücel okuyoruz, Edip Cansever, Turgut Uyar okuyoruz. Kısacası müthiş bir şiir dönemi başlamış durumda bizde.
.............................."

Başlık: Ynt: Ve Levent Cantek Ve Levent Gönenç Ve Şenol Bezci
Gönderen: Hayal Kahvem - 24 Ağustos, 2017, 11:12:58
Karamba Yunusmeyra... Okumamıştım bu yazıyı.

Du bi... Ben de bir kaç link ekleyeyim... Levent Gönenç ve Levent Cantek'le ilgili...

http://derinhakikatler.blogspot.com.tr/2017/08/mizah-dergileri-her-zaman-cok-konusulan.html (http://derinhakikatler.blogspot.com.tr/2017/08/mizah-dergileri-her-zaman-cok-konusulan.html)

http://derinhakikatler.blogspot.com.tr/2017/08/iktidarlar-neden-sevmez-mizah.html


(http://derinhakikatler.blogspot.com.tr/2017/08/iktidarlar-neden-sevmez-mizah.html)
Başlık: Ynt: Ve Levent Cantek Ve Levent Gönenç Ve Şenol Bezci
Gönderen: Hayal Kahvem - 24 Ağustos, 2017, 11:21:15
Değerli  Hukukçu, Doçent Doktor Levent Gönenç'in uzun zamandır takipçisiyim. Bir hukukçunun mizahla, edebiyatla ilgilenmesinden tarifsiz kıvanç duyuyorum. Çok önemsiyorum Levent Gönenç'in düşüncelerini ve çok seviyorum yazıp çizdiklerini. Yazdığı Zamanın Çizgili Tarihi adlı kitabını maalesef halen edinemedim. Bloğu ve kişisel web sitesi, benim için tam bir okul niteliğindedir. 35 ülkeden 356 eserin katıldığı, 2. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali kapsamında gerçekleştirilen karikatür yarışmasında, Levent Gönenç'in Portre Karikatürleri kategorisinde, Yılmaz Güney Onur ödülleri'nden birini almış olduğunu öğrenince nasıl sevindim  anlatamam. Sonra ömrümde bir defa bile görüp tanışmadığım biri için niye bu denli sevindiğimi düşündüm. Murathan Mungan'ın dediği gibi, edebiyat akrabalıkları, hiçbir zaman buluşup bir kahve içemeyeceğimiz insanların yeryüzüne dağılmış varlıklarını hatırlatmaz mı bize? Hatırlatır elbette. Kendisi bilmiyor ama... Anladım ki, Levent Gönenç, edebiyat akrabam olarak çoktan yerleşmiş yüreğime. Ödül kazandığı için çok sevinçliyim. (2012 de yazmışım bu yazıyı... 2014'de profesör oldu:)

(http://2.bp.blogspot.com/-sKIYAjv0WNE/T3M3Ffx5WnI/AAAAAAAAOIk/22cmecLx1mE/s320/levent_g%C3%B6nen%C3%A7.jpg)
Başlık: Ynt: Perg Efsaneleri, Şamanlar Diyarı - Barış Müstecaplıoğlu
Gönderen: hanac - 14 Mayıs, 2018, 08:43:01
Perg Efsaneleri'nden sonra Şamanlar Diyarı isimli yeni bir fantastik seriye başlayan ve bu seriyi Perg ile birleştiren Müstecaplıoğlu, "Şamanlar Diyarı" ve "Keşifler Zamanı" isimli romanlardan sonra, üçüncü ve son kitap "Özgürlük Uğruna" ile her iki seriye de ortak bir son kaleme aldı. Bu kitaplarla 14.yüzyılda yaşamış Şamanist ressam Mehmet Siyah Kalem'in yılan kuyruklu yaratıkları da ilk defa bir romanda karakter olarak yer aldılar. Perg Efsaneleri ve Şamanlar Diyarı iç içe geçmiş yedi romanlık bir seri olarak da Türkçe edebiyatta nadir bir yere sahip.

(https://farm1.staticflickr.com/908/28224263978_0168eca497.jpg) (https://farm1.staticflickr.com/955/42097286411_31b96244b2.jpg)

(https://farm1.staticflickr.com/959/28224619928_44478215d4.jpg)
Başlık: Orhan Berent'in yeni romanı - Clarke’ın Doru Tayları
Gönderen: seferkaraca - 10 Kasım, 2018, 23:17:12
Teks ve Zagor gevezesi Orhan kardeşimiz yeni bir roman yazmış.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/clarkein-doru-taylari/479955.html (https://www.kitapyurdu.com/kitap/clarkein-doru-taylari/479955.html)

(https://farm5.staticflickr.com/4846/31956844688_8a76f9d410_o.jpg)
Başlık: Ynt: Orhan Berent'in yeni romanı - Clarke’ın Doru Tayları
Gönderen: hanac - 11 Kasım, 2018, 17:25:22
Hepimiz siyah-beyaz bir fotoğrafın içindeydik ve ellerimiz arkadan kenetlenmişti.

Orhan Berent'in, ismini Altay'ın efsane futbolcuları Clarke kardeşlerden alan yeni romanı Clarke'ın Doru Tayları, 1970'ler İzmir'inin kozmopolit yapısını sağlam bir kurgu içinde aktaran çok renkli bir kitap.

Başından sonuna, farklı dinler ve etnik kökenlere mensup insanların birbirleriyle olan ilişkilerine odaklanan bu etkileyici dönem kitabı, Alsancak Garı'ndan Şirinyer Hipodromu'na ve at yarışlarına uzanan dinamik arka fonunun önünde, dokunaklı bir aşk hikâyesi anlatıyor.

Tek bir günü betimleyen sarmal öyküsünün satır aralarında, 1960'lar ve 1970'ler Türkiye'si ile ilgili önemli göndermelerde bulunan Clarke'ın Doru Tayları, mübadele yılları, dünya savaşları, 6-7 Eylül olayları gibi toplumsal belleklerimize iz bırakan önemli tarihi vakaların halkın üzerindeki etkilerini eleştirel bir süzgeçten geçiriyor.
Türkler, Levantenler, Yahudiler ve diğerleri, bir yarış öncesi Şirinyer Hipodromu'nda toplanmış, gözleri pistte, koşacak tayları heyecanla bekliyorlar. Dikkat kesilmiş gözbebeklerinin ardında ise onyıllara yayılmış ve kesişmekten helak düşmüş hayatlar, anılar var. Ve bankolar, plaseler, sürprizler...

Orhan Berent, Demokrat Parti iktidarının son yıllarında filizlenen; ancak âşıklarının, tutkularını sadece birbirlerine değil, kendilerine bile itiraf edebilmek için on üç yıl beklediği, tuhaf bir ilişkiyi anlatıyor. Bunu yaparken, Jolanda ve Şefik'in yanı sıra, yardımcı karakterlerin öykülerine de kayıtsız kalmıyor; yetmişli yılların başındaki İzmir'i tüm canlılığıyla resmederek, geri dönüşlerle de Birinci Dünya Savaşı'ndan Milli Mücadele'ye, 1915'ten Mübadele'ye kadar uzanan bir süreçte, okurun şehrin ruhuna nüfuz edebilmesini sağlıyor.

"Hipodromu dolduran yarışseverleri koşudan birkaç dakika önce güdüleyen en kuvvetli duygu, risklerin ve sürprizlerin olmadığı sıradan anların, birazdan yerini heyecana bırakacak olmasıydı. Bahis için bilet almak, at yarışı oynayanlara kolaylıkla başka bir dünyanın kapılarını açıyor, kısa bir süre de olsa kaderlerine hükmedebileceklerinin illüzyonunu yaratıyordu. Kazanma ve sahip olmanın hayali bile başlarını döndürüyordu..."
Başlık: Masumiyet Müzesi - Orhan Pamuk
Gönderen: hercai - 28 Aralık, 2018, 01:32:54
     MASUMİYET MÜZESİ ( Orhan Pamuk, İstanbul Eylül 2008)
    '' Hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim,asla kaçırmazdım o mutluluğu''.
( Sayfa 11, par.1 )
      Hayatımızda bir kere olsun söylememiş olabilir miyiz bu cümleyi? Hele yaşamın bir
nevi sarmalı, çepeçevre sarmışken bedenimizi. Aşk mesela, anlamını katmerleyerek ihtirasa, tutkuya, melankoliye ya da ızdıraba dönüşebilir mi? '' Kadın erkeğin elinin kiridir' ; davul bile dengi dengine, kirletilmiş o kız "vs vs yakıştırmalarından sayabiliriz yüzlerce..
 
    Kitabımıza gelelim;

Zengin, yurtdışında eğitim almış ve cemiyet hayatının elit ailelerine mensup Kemal'in uzak akrabası, güzeller güzeli, avam bir ailenin kızı olan Füsun'a aşkıdır bu. Heyecanları, ihtirasları, tutkuları karşılıklıdır iki gencin.Fakat, saf ve temiz duyguları kurtarabilecek mi aşklarını?
   
      Yazarın kaleme aldığı ilk aşk romanı.
Orhan Pamuk bu kitabında cemiyet ve avam arasindaki geçişleri kahramanların gözünden çok başarılı bir şekilde veriyor.

      " MASUMİYET MÜZESİ "

      Henüz göremediğim ama, her objenin şeklini ve içinde bulundukları atmosferi hayal edebildiğim, kitapla aynı adı taşıyan müze de, kendi alanında bir ilk. Kemal'in
içine düştüğü ihtiras ve melankoli ile bir kleptoman gibi ele geçirdiği objelerden oluşturulmuştur. Sevgiliye ait anların cansız görünen canlı tanıklarıdır onlar.
      Kemal onlarca müze gezer, okur da onun gezdiği müzelerdeki eserlere ve sevmediği halde Füsun'la izliyor olmaktan keyf aldığı onlarca filme tanıklık eder.Cemiyet ve avam arasındaki bocalamalarında yakalamaya çalışır mutluluğu..
       1950,60,70..'li yıllarının İstanbul'unu 1956 model Chevrolet'le gezmeye ne dersiniz? Belki uğrayıp müzeyi de gezersiniz.
      Hayatınızın en mutlu anını kaçırmamanız temennisiyle..


(https://i.hizliresim.com/mM7V9Y.png)
Başlık: Ynt: Masumiyet Müzesi - Orhan Pamuk
Gönderen: hanac - 28 Ocak, 2019, 13:35:42
Hercai merhaba, yazınızı buraya taşıdım.
Başlık: Ynt: Masumiyet Müzesi - Orhan Pamuk
Gönderen: hercai - 28 Ocak, 2019, 14:56:39
Çok teşekkür ederim, sevgiler sizinle olsun..