Bir Küşende Öyküsü: "ÇERİBAŞI"

Başlatan ferzan, 13 Ekim, 2024, 19:35:45

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

ferzan

----------- ÇERİBAŞI -----------


    Yazan: Dorukhan Özcan


    İki sokak ötedeki hadiseyi haber verdikleri sırada Çeribaşı Rahman Çavuş, meydandaki tulumbadan yüzüne su çırpıyordu. Haberi getiren zat, yatsı namazı için hanesinin yakınındaki camiye gidecekken daha avlu kapısını adımladığında gürültü patırtıyı duymuştu. Son haftalarda vilayet içinde bazı gasp ve adam soyma kabilinden rivayetler kulağına çalındığından, bu vakitte meydanda turlamakta olduklarını düşündüğü çeribaşı ve kolcularına apansız haber uçurmayı vazife bellemişti.

    Rahman Çavuş, sular damlayan yüzünü silme gereği duymadan adamlarından birine tutturduğu sarığını başına geçirip derhal harekete geçti. O muhitte yedi sekiz kişi kadarlardı ve bir iki tanesi çeribaşının emriyle meydanda kalırken, yarım düzine kadarı koşar adımlarla Rahman Çavuş'a eşlik etti. Mütedeyyin zatın gösterdiği yönde meydanı hızla terk ettiler.

    Okkalı taban sesleri ve pusat şakırtıları arasında sokakları aşarlarken birkaç hanenin ahşap kanatlı pencerelerinde belli belirsiz kıpırtılar oldu. Akşamın bu çağında böylesi ivedilikle patırtı edilmesine alışkın olmayan ahali, doğal olarak meraklanmıştı. Sesleri çıkaranların, vilâyet subaşısının iş ehli adamları olduğunu anladıklarında içleri rahat bir şekilde tahta perdeliklerini kapatıp pencerelerinden çekildiler.

    Akşamın zifir karanlığında bakır fenerlerinin el verdiğince köşe başındaki baharatçı dükkânını seçen kolcular, daha ilerideki kör karanlıktan gelen boğuşma seslerini iyiden duymaya başlamışlardı ki çeribaşının gür sesi ortalığı inletti. Tembihlenmiş gibi aynı anda ellerini kuşaklarındaki palalarına götürdüklerinde artık olay mahâllini ayan beyan seçer olmuşlardı.

    "Heeeeeeyt! Dölek durun bre! Ne yapmaktasınız?"

    Rahman Çavuş'un sesine ve yaklaşan fenerlerin ışığına dönen iri yarı bir gövde, meşale ateşi tutulmuş yaban ürkekliği ile kenara çekildi. Yanındaki dört gölge de aynı hareketi yineledi. Ancak o zaman ortalarına aldıkları perişan hâldeki fukaranın kanlar içinde kalmış esvapları arasından darmaduman olmuş perişan yüzü seçilebildi.

    Saldırganlar, kolcuların davranmasına kalmadan ayrı yönlere kaçmaya başlamışlardı ki çeribaşının avazı bir kez daha sokağı inletti;

    "Bre, nereye kaçarsınız! Gelin ülen buraya!"

    Hemen ardından adamlarına buyurdu;

    "Hâlâ ne durursunuz bre? Tez düşün kopukların peşlerine! Biz burada bostan korkuluğu muyuz?"

    Boş bulunup duraksamış olan kolcular, çeribaşının buyruğu ile az evvel farklı yönlere dağılan kopukların peşinden karanlığa karıştılar. Her birinin giderek küçülen fener ışıkları, gece karanlığında eriyip kaybolurken Rahman Çavuş da yerdeki yaralıya meyletti. Kolunun yeniyle ağzına yüzüne bulaşan kanları silmeye uğraşan fukara, çeribaşının yeltenişi neticesinde gayri ihtiyari elini kaldırıp korunma vaziyetine geçti.

    "Sakınmayasın gardaş!" dedi Rahman Çavuş, babacan bir sesle. "Asayişten mesûl gedikli çeribaşıyım. Sana bir fenalığım dokunmaz."

    Ağzı burnu yer değiştirip kan revan içerisinde kalan yaralıyı koltukladığı gibi kaldırdı. Adam bir iki öksürüp boğazını temizledikten sonra kan tükürdü. Kurtarıcısından yana başını çevirmeye yeltendiğinde yüzü acıyla kasıldı. Nasıl dayak yediyse bedeni hâlen iki büklümdü, doğrulabilecek gibi de durmuyordu.

    Rahman Çavuş, ayaklarını yarım yamalak basan adamın ağırlığını kendi üzerine alarak sürüklercesine bir duvar dibine çekmeye çalıştı. Tek elinde fener olduğundan tam muvaffak olamıyordu. Karanlık sokakta adamın eline yüzüne su çırpacak bir çeşme yahut hayrat aranırken hâlihazırda koltuklamış olduğu yaralıyı da gayrete getirmeye çalışıyordu.

    "Bu mıntıka benim salâhiyetimdedir, müsterih olasın. Adamlarım illâ bir ikisini enseleyip getirir. O vakit dertleri neymiş kötekle söyletir, misliyle acısını çıkarırız. Ha gayret gardaş!"

    Duvar dibine henüz varmışlardı ki yaralı birden canlandı. Üzerindeki sersemlikten sürâtle sıyrılıp yumruk yaptığı sol elinin bileğini çeribaşının boğazına dayamak suretiyle koca adamın sırtını duvara yapıştırdı. Sıkılı sağ yumruğunu da olanca gücüyle çeribaşının göğsüne indirdi. Rahman Çavuş, elindeki feneri düşürürken inanamaz gözlerle önce yaralıya, sonra da tarifsiz acılarla yanan göğsüne baktı. Kabzası pirinçten eğri bir Arap cenbiyesi iman tahtasına sapına kadar gömülmüştü.

    Az önce doğrulmaktan aciz olan yaralı, ağzı burnu kan içerisinde ve dayak yemiş olduğu hâlde beklenmedik bir dinçlikle çeribaşının göğsüne hançeri indirmekten kesinkes imtina etmemişti. Birkaç adım geri çekilip sağı solu kolaçan ederken Rahman Çavuş hâlen başına geleni idrak edebilmiş değildi. Dizleri çözülüp yere yığılacağı sıra etrafın sakin olduğuna kanaat getiren yaralının davranması sonucu kapaklanmaktan kurtuldu. Ne var ki son anlarını yaşamasına rağmen çilesi henüz bitmemişti. El uzattığını biçâre kurban sanarken bizzat katili olan zatın hepten meymenetsizleşmiş sinsi suratı kulağına doğru eğilip;

    "Sana Dizdar İskender Ağa'nın tımarından selâm getirmişim." diye mırıldandı. "Der ki; 'Merak buyurmasın, bacısına sahip çıkarız evvelallah!' diye tembihler."

     Rahman Çavuş'un gözlerinde ihanete uğrayıp kalleşçe vurulmuş talihsizlere has alevler yanıp sönüyordu. Git gide sıkışan göğsünün acısı yediği hançerden ziyade duyduğu bu sözlerden ötürüydü. Dizdar eskisi İskender Ağa, erini bıldır toprağa vermiş biricik bacısı Züleyha'ya talip olduğunda esefle reddetmiş, göndermiş olduğu görücüleri kovarcasına geri çevirmişti. Dizdarın öteden beri bacısına yanık olduğunu bildiğinden, merhum eniştesi olan Halil nam yiğidi bir düzen sonucu katlettirmiş olduğuna dair kısmi malûmata sahipti ama vilâyet subaşısı nezdinde dizdarı açıktan suçlamaya yönelik kanıta sahip değildi. Çeribaşının inadını bilen dizdar eskisi, foyasının er geç ortaya çıkacağını bildiğinden bu düzene başvurmuştu. Rahman Çavuş elbette dizdardan yana bir hamle beklemekteydi ama kahpeliğin böylesini aklının ucundan geçirmiş değildi.

    Cenbiyenin sahibi, çeribaşının göğsüne gömülü hançeri kabzasından kavradığı gibi önce kanırttı, sonra kanırtmış olduğu açıklıktan aşağı yukarı çeke çeke çıkarttı. Göğsünden oluk gibi kan boşanan Rahman Çavuş hâlen dizleri üstünde doğrulma çabasındayken zemin bir tarafa, sırtını verdiği duvar ile tepesindeki yıldızlı gök ayrı tarafa kaydı. Yüzükoyun yere kapaklandığında gözleri yarı açık vaziyette sabitlendi. Göğsünden usul usul akan kanlar yattığı yeri kızıl bir göle çevirirken kâtlinin müsebbibi de eğri hançerini çeribaşının kaputuna sürtüp çeliğin üzerindeki ılık kanı özensizce temizleme derdindeydi.

    Kopukların peşinden ayrı ayrı yönlere dağılan kolcular, birkaç mahalle ötedeki açıklıkta ezkaza bir araya geldiler. Kovaladıkları avlarını ellerinden kaçırmanın hırsını sağa sola vurup tekme savurarak, öteyi beriyi yere çalarak, kaçanların analarına atalarına söverek çıkarmaya çalışsalar da beyhude hiddetlendiklerinin farkındalardı. Kopuklar tazı gibi kaçmış, yetmezmiş gibi bir de tekmil kolcu taifesini oyuna getirerek bir araya toplamışlardı. Çeribaşına ne diyeceklerini, kendilerini nasıl aklayacaklarını düşünürken içlerinden birinin kafasına dank etti.

    "Bre, davranın! Rahman Çavuş bir başınadır!"

    Kovalamacanın yorgunluğundan ziyade hırslarının pekliğinden ötürü soluk soluğa kalmış berikiler bu sözlerden bir şey anlamasa da lafını bitirir bitirmez fırlayan arkadaşlarının peşi sıra geldikleri istikamette çeribaşını bıraktıkları cihete gerisin geri seğirttiler. Fener gıcırtıları ve silah şakırdamaları arasında üç beş sokak dönmüşlerdi ki öndeki arkadaşlarının aniden duraksadığını gördüler. Aynı eylemi kendileri de tekrarladıktan sonra karşı duvarın dibinde pıhtılaşmaya yüz tutmuş kan gölü içerisinde yüzükoyun yatmakta olan çeribaşının cesedi başında toplandılar. Kısa bir an ne yapacaklarını bilemezmiş gibi afallayıp şaşkın bakıştılar. Neden sonra aralarından ikisi çeribaşının henüz soğumamış cesedini çevirmeyi akıl ederken diğerleri de yalınkılıç etrafa dağılıp bu kâtlin sorumlusunu aramaya koyuldular.

    Gecenin ilerleyen saatlerinde kolcular bir kez daha elleri boş vaziyette dönüp çeribaşının cesedi yanında ne yapacaklarını tartışırlarken, vilâyetin dışındaki tımar arazilerinden birinin orta yerinde yükselen çift katlı konakta akşam saatlerinden bu yana beklenen konuğa meşrebince hakkı verilmekteydi. Dizdar İskender Ağa sedirinden kalkmış, yanı başında bekleyen çiftlik kethüdasının ellerinden taşan muhtelif ebatlardaki dolgun keseleri birer ikişer muhatabının avuçlarına tosluyordu. Kanlı ve hırpani tüccar kılığından sıyrılan kara esvaplara bürünmüş meymenetsiz adam ise şişip moraran suratının el verdiği ölçüde saygılı görünmeye çabalıyor, ne var ki saklayamadığı çarpık sırıtışıyla sinsi mizacını ele veriyordu.

    Çiftlik kethüdasına dönüp; "Çeribaşının kırkı çıkana değin hanesini gözletmek lâzım gelir." diyen İskender Ağa, az evvel kalkmış olduğu sedirine keyifle yeniden kuruldu. Çubuğunu alıp tüttürürken;

    "Ammaaa..." diye ekledi. "...Ben görücüleri yedi mevlidinden hemen sonra göndereceğim ki adı şimdiden konsun. Hem ihtiyar ana ile dul avrat bir başına fazla barınamaz, elleri mahkûm girecekler himayeme."

    Çiftlik kethüdası başıyla ağasını onayladı. İskender Ağa'nın hâli hazırda iki karısı olmasına rağmen öteden beri genç kadına nasıl yanık olduğunu iyi bilirdi. Ağa esasen Züleyha'nın kızlığına talipti ya, çeribaşı ağabeyinin gavur inadı yüzünden nasip olmamıştı. Şimdi dul avrat olarak hanelerine girecek, evvelce almış olduğu baş kadını ile kuması da yeni geline kızken gelmediği için etmediğini bırakmayacak; gizliden gizliye erlerinden genç kumanın hıncını çıkaracaklardı.

    Kara esvaplı hiç konuşmadan dizdar ağanın avuçlarına tosladığı keseleri tek tek heybesine istiflemekle meşguldü. Adı zikredilince ister istemez ara verip başını kaldırmak mecburiyetinde kaldı.

    "Bre Efruz!" dedi İskender Ağa. "Yaman adamsın vesselâm. Dar vakitte böylesi bir cinayet düzeni tatbik etmek her babayiğidin harcı değildir ya, namının hakkını verdiğin aşikâr."

    Efruz, elini göğsüne götürüp hafifçe eğilerek dizdar eskisinin övgüsüne karşılık verdi. Beriki ise çubuğundan bir nefes çekip tütünün dumanını pare pare ağzından dışarı salarak konuşmasını sürdürdü.

    "Marifetli olduğun, ehl-i hünerden geldiğin evvelce de malûmumuzdur elbet. Çeribaşı Rahman Çavuş'un, eniştesi Halil kalfadan daha yaman çıkacağını elbet bilirdik bilmesine ya, seni bir kez daha karşımıza çıkaran talih evvelallah bizden yanadır."

    İskender Ağa oturduğu yerden kalkmaksızın başını hafifçe öne uzatıp Efruz'un yüzüne dikkatle baktı. Kara sarığın altından uzanıp boynuna değin dolanan kara türbandan ötürü evvelce fark edememiş olduğu ayrıntıyı gayri ihtiyari dile getirme gereği duydu.

    "Fena dayak yemişsindir bre Efruz. Çeribaşı çok mu direnmiştir yoksam?"

    Efruz'un keyfi kaçmıştı. Yılan tıslamasını andırır sesle geçici işvereninin merakını mümkün mertebe ayrıntıya girmeden gidermek istedi.

    "Mühim değildir. Ne çeribaşı, ne de kolcuları bana tek sille vurabilmiş değildir. Karanlığın mesûl olduğu bir yanlış anlaşılma neticesinde vaziyet-i fuzuli vuku bulmuştur. Vebâli bana ait olduğundan, ehemmiyet teşkil etmez."

    Müsaade isteyen Efruz'u çiftlik kethüdası yolcu etti. Kara esvaplının yağız atını seyislere getirtip avlu kapısına değin eşlik etti ve dörtnala uzaklaşan toz bulutunu bir müddet seyretti. Yarım saat sonra vilayet dışında bir ıssızda atının dizginlerine asılan Efruz, etrafa hızlıca göz gezdirdi. Evvelce tembihlediği üzere meşe ağacının altında bekleyen beş karaltıyı aysız geceye rağmen seçebildi. Yere inip yedeğinde çektiği atıyla birlikte ağaç altındakilere yaklaştı. Hiçbir şey demeden atının terkisindeki heybeden aldığı büyücek bir kesenin büzülü ağzındaki bağı çözerek eline gelen sikkeleri üçer beşer adamların avuçlarına sıkıştırırken bir yandan da konuşmaya başladı.

    "Kolcuları ayrı cihetlere çekmekle iyi iş gördünüz. Kurduğum tertibata harfiyen uyduğunuz müddetçe benimle gireceğiniz beher işte böyle muvaffak olursunuz."

    Payını alan kopuk, saygıyla eğilip kara esvaplıya minnetini gösteriyordu. Bu vilayetten değillerdi ama civar vilayetlerin her birini dolaşmışlardı. Üç beş akçeye adam dövmüşlükleri, beyzâde ürkütmüşlükleri, çelebi soymuşlukları az değildi. En zahmetsiz fakat kârlı işleri Efruz ile yaptıklarından, çağırdığı her seferinde kara esvaplının bir dediğini iki etmemeyi ve talimatlarına harfiyen riayet etmeyi adet bellemişlerdi. Ne var ki her zaman denk düşemiyorlar, her daim böyle tatlı kazanç sağlayamıyorlardı.

    Beş adamdan dördünün hakkını veren Efruz, en iri kıyım olanını es geçmişti. Payını almayan kopuk, eğdiği başını kaldırmaksızın elleri namazdaymışçasına bağlı vaziyette süklüm püklüm beklerken hakkını istemeyi aklının ucundan geçirmiyordu. Yine de Efruz'un siyah deri çizmeleri bir kez daha önüne gelip durdu.

    Kara esvaplının bir şey yapmaksızın öylece durmakta olduğunu gören iri kıyım kopuk, neden sonra bakışlarını velinimetinin çizmelerinden kaldırma gafletinde bulundu. Tereddüt içerisinde muhatabının gözlerine baktığı gibi suratında patlayan tokatla neye uğradığını şaşırdı. Berikiler de aniden gelen tokat karşısında gayri ihtiyari irkilmiş bulundular. Kaygıyla olacakları izlemeye koyuldular.

    İri yarı kopuk, yediği tokatla sol kaşı üzerine kayan sarığını düzeltmeksizin yeniden başını önüne eğmişti ki bu kez aşağıdan yukarı müthiş bir yumruk çenesinde patladı. Birkaç adım geriye sendelerken sarığının düşmesine de mani olmadı. Bağlama teli tıngırdamış gibi yaylanma hissi içerisindeki çenesinin uyuşukluğuna rağmen bir iki laf etme gereği duydu.

    "Ağam, af buyur. Elimin ayarı kaçmıştır!"

    Hemen ardından karnına yediği çizme burnuyla iki büklüm oldu. Ciğerlerindeki tüm havanın boşaldığını hissetti. Kesik kesik üç beş soluk almaya çalışarak lafının devamını getirdi.

    "Zinhar fena maksadım yoktu. Çeribaşıyla kolcuları sokağın başında belirince..."

    Kara esvaplının tabanı burnunda patlayınca sözü yarım kaldı. Vuruşun tok sesiyle burun kökünden gelen çatırtıyı diğerleri duymadı. Efruz'un ise umurunda değildi. Dizleri üzerine çöken adamın etrafında ağır adımlarla tavafa başladı.

    "Af buyurasın ağam!" dedi gene iri cüsseli, oluk gibi kan boşanan burnunu iki eliyle tutarken. "Mahsustan vurmam icap ederdi, lâkin telaşa kapıldım. Bir daha böyle bir vaziyet olma..."

    Bu kez bel yanı hizasından yukarıya doğru yanlamasına yediği tekmeyle lafı piç olup sağ arkaya doğru kıvrıldı. Deminden beri gık demeden dayak yiyen koca adam ilk kez acı içerisinde uğundu. Kara esvaplının tekmesi belli ki birkaç kaburgasını kırmıştı. Dayak yiyen adam artık konuşmuyordu ama Efruz hırsını alabilmiş değildi. Ardı ardına indirdiği tekmelerle yerde kıvranıp dizleri ile karnı arasına kapanmaya çalışan adamı bıkıp usanmadan dövüyor, soluklanır gibi yaptığında biçare kopuğun verdiği açıktan istifade edip sırtına, ensesine, kafasına ve yüzüne vurmaya devam ediyordu. Yıldızlı gecenin sarmaladığı ıssızda gece kuşları ile cırcır böcekleri dahi susmuş; dayak ve uğunma seslerinden başka şey duyulmaz olmuştu.

    Arkadaşlarının yediği dayağa rağmen berikilerin ne çıtı çıkıyordu, ne de eğik başlarını kaldırıp kara esvaplıya bakmaya cesaret edebiliyorlardı. Gelen seslerden ötürü vaziyeti zihinlerinde ziyadesiyle canlandırabiliyorlardı. Velinimetleri de dayak arasında diğerlerini kolaçan ediyor, tüm hiddetiyle içlerinden birinin bakışlarını yakalamayı ve bu vesileyle yerdekinden beter hale getirmeyi umuyordu ama adamlar iyiden tırstığı için, bu beklentisi neticesiz kalıyordu. Allah'tan dahi korkusu olmayan bu adamların, Efruz'un hiddeti karşısında ödleri patlıyordu.

    Neden sonra yorulup soluğu kesilen kara esvaplı, mecburen dayak faslını sonlandırdı. Üstüne başına çeki düzen verdikten sonra atının yanına dönüp terkisinden sarkıtmış olduğu heybeden bir ufak kese daha çıkardı. Dayak yediği yerde bir müddet öylece kalıp dirsekleri üzerinde doğrulmaya çabalayan iri cüsselinin önüne keseden çıkardığı birkaç akçeyi köpeğe verircesine attı. Ağzı burnu yer değiştiren kopuk, o hâline rağmen uzanıp yerdeki toza toprağa bulanmış kanlı sikkeleri kırılıp dökülmüş dişleri arasından el yordamıyla seçip toplamaya çalıştı.

    "Bir müddet bu civarda görünmeyin!" diyen Efruz, eyerine henüz yerleştiği kara yağız atının yönünü bozkıra çevirirken ayakta bekleyenlere son kez dönüp ilâve etti;

    "On beş günde bir Susuz Han'a uğrayın. Lâzım olduğunuz vakit oradan haber salar, yerimi işmar ederim. Şimdilik ortadan kaybolun."

    Gecenin kör karanlığında, belirsiz istikamette dörtnala uzaklaşırken ardından bakmakta olan ayaktakiler, yeterince uzaklaştığına kanaat getirip hemen iri yarı arkadaşlarının yanına gittiler. Yediği dayağa rağmen yerden topladığı akçelerin arkasını arayan kopuğu koltukladıkları gibi katırlarını bağladıkları yöne uzaklaştılar. Her seferinde tövbe ettikleri hâlde kara esvaplının bir sonraki çağrısına kayıtsız kalamayacaklarını iyi biliyorlardı.

                                                    ...                                 

    Adına Efruz derlerdi. Yılan gözlü, karga burunlu, kara sakallı bir serkeş idi. Babasını şarkta esir düşmüş derbend çerisi bilirdi. Oysa İranlı bir halayıktan doğma harp piçi olduğu söylenirdi. Akçe karşılığı cana kıyıp kelle hesabıyla kesesini doldurduğundan, gıyabında katil yahut adem-küş diyenlere aldırdığı görülmemişti. İlk zamanlar Anadolu vilayetlerinde kara esvaplı küşende diye bilindi. Çok sonraları namı yayılıp devletin başına bela olduğunda cümle alem ona yezid'ül şark diyecekti...


------------------------------  bu öykünün sonu  -------------------------------


Küşende: Öldüren, can alan, katil, kıyıcı kimse (farsça)
Bağnaz okur, memnuniyetsiz beşer, işkilli büzük, sıfır tolerans iksmen, taş kalpli ahkam efendi...

https://ucuztefrika.blogspot.com

ferzan

    Dört yıl önce ilk merhale olarak altı adet uzun öykü taslağını hazırladığım Küşende konseptimin ilk öyküsü "Kara Esvaplı Küşende" 'yi iki sene evvel bitirip bloğumda on iki günlük periyotta tefrika etmiştim. Kitap sayfasıyla ortalama 25-26 sayfaya tekabül eden o ilk öyküm kadar uzun beş öykü daha kenarda yazılmayı beklese de, geçtiğimiz yıl kısa kısa iki öykünün notlarını alıp kenara atmış ve bu öykülerden "Çeribaşı" adlı olanın sadece ilk sayfasını yazıp bırakmıştım. Tamamlamak bu hafta sonuna nasip oldu. Kitap sayfası hesabıyla 9-10 sayfa tutan taze bitirip düzeltmelerini yaptığım bu öykümü forumla da paylaşmak istedim.

    Küşende konseptini aslında çizgi roman serisi olarak düşünmüştüm. Ne var ki düz yazı hali daha tatlı geldi ve kırpmak istemedim. İleride Küşende öykülerini çizgi romana uyarlama fırsatım olursa metinlerin %90'ını mecburen ayıklayıp metnin yükünü görsel anlatıma yıkacağım. O gün gelene kadar şimdilik düzyazı ve uzunlu kısalı öyküler olarak paylaşmak niyetindeyim.

    Şu an için altı adet uzun ve iki adet kısa öyküsü tastamam şekillenmiş olan Küşende serimin bitmiş bir adet uzun öyküsü (ilk öykü), bir adet de kısa öyküsü (yukarıdaki öykü) bulunuyor. İlk öyküyü merak eden olursa, ucuztefrika.blogspot.com üzerinden eski kayıtlara ulaşarak ya da doğrudan "küşende" etiketine tıklayarak günlük gazete tefrikası formatında sunduğum 12 günlük silsileyi okuyabilir.
Bağnaz okur, memnuniyetsiz beşer, işkilli büzük, sıfır tolerans iksmen, taş kalpli ahkam efendi...

https://ucuztefrika.blogspot.com