Edebiyat Muhabbetleri

Başlatan V, 15 Temmuz, 2010, 22:08:56

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Hayal Kahvem


Akşam işten eve dönerken, yol çalışması sebebiyle trafik oldukça yoğundu. Gıdım gıdım ilerliyordum. Bir ara hiç hareket edemez olunca, kontağı kapattım. Motoru tamamen durdurdum. Huysuzlanmadım. Canımı hiiçç  sıkmadım. Hemen kendime bir oyun uydurdum. Gözlerimi kapadım. Torpido gözündeki müzik cd'lerinden "Kısmetime ne çıkarsa" diyerekten birini tutum, çıkardım. Lale devri zamanı çocuğuyum ben. Şarkılardan fal tutmayı severim. Neyi çektiğime hiç bakmadım. Hemen müzik çalara ittim, merakla dinlemeye başladım. Off!.. Bu şarkıyı var ya... Yıllardır dinlerim. Bu şarkı her defasında yine yeni yeniden beni perişan eder.  Kısmetime çıkan şarkı Tamirci Çırağı'ydı... Ve o eşsiz sesiyle Cem Karaca söylemeye başladı... "Gönlüme bir ateş düştü, Yanar ha yanar yanar, Ümit gönlümün ekmeği, Umar ha umar umar..." Ne müthiş şarkıdır!. Cem Karaca'nın hastasıyım. O, sadece şarkı söylemez, müthiş bir öykü anlatıcısıdır. Kararımı verdim. Hemen oyunuma başladım. İpince, kara kuru  bir tamirci çırağını hayalimde canlandırdım. Üstündeki tulumları kirli, eski püskü... Olsun varsın... Bu şarkıdaki tamirci çırağının hayranıyım. Ekmeğini elleriyle kazanan bir emekçidir.  Sonra O!.. O genç kız gelir...  Bilirsin ya hani... Ak, yumuk yumuk elleri, ojeli tırnakları olan bir genç kızdır.  Ayağında uzun etek... Heyyy... Dalga dalga saçlarıııı...  Of! Aşk beklenmedik zamanlarda çarpmaz mı insanı?  Bizim tamirci çırağı da görür görmez vurularak sevmeye başlar bu kızı... İyi ama tamirci çırağının elleri... Nerelere saklasın ellerini?  Of... Kimbilir nasıl utanır gurur duyması  gereken emekçi ellerinden... Nerelere gizleyeceğini bilemez, avucun nasırlarını... Genç kız otomobilini tamire gelmiştir dün tamirhaneye... Ustası kaçın kurasıdır. Çocuğun vaziyetini anlar. Seslenir uzaktan... "Oğlum al takımları!"...


Bu şarkıdaki tamirci çırağını sevmemin bir nedeni de roman okuyor olmasıdır.  Bu genç kızı görür görmez hissettiklerini daha önce hiç kimseye hissetmemiş olduğunu biliyor...  İlk  kez aşık oluyor. Diğer yandan bu duygular kendisine hiç yabancı değil.  Çünkü  hatırlıyor. Cildi parlak, pahalı bir kitapta buna benzer bir şeyi okumuş. Okuduğu romanda ne olmuş, nasıl olmuşsa, yine böyle bir durumda tamirci çırağına  aşık olmuştur bir genç kız. O gün... Çocuk nasıl heyecanlı anlatamam... Ustasına "Bugün giymeyim tulumları." der. Giymez. Arkası puslu aynasında tarar saçlarını... Kız arabasını geri almaya tamirhane gelecek... Ve o romandaki hayali belki gerçek edecek...


Öykünün en dramatik bölümüne geliyorum. Kız kapıdan içeriye girer. Sanki dünya durur... Sanki zaman durur... Tamirci çırağı gözünü ayırmadan, kıza öylece bakakalır. Sonra arabasının kapısını açar. Açar girsin içeri. Kız hilal kaşlarını kaldırarak, şöyle bir çocuğa bakar. En zalim soruyu sorar...  Der ki... "Kim bu serseri?" Düşünebiliyor musun...  Egzoz doldurarak basar gaza çeker gider. Of!.. Şarkının tam burasına geldiğimde... Cem Karaca şarkının tam bu bölümünü söylerken... Sadece tamirci çırağının değil, benim gözüme de her defasında tomurcuk yaşlar dolduğunu hissederim.  Ustası gelir sırtına vurur. "Unut" der "romanları... İşçisin sen işçi kal... Giy!" der... "tulumları"...  Öykü biter. Şarkı biter. Ömür biter. Yol bitmez...  Yol açıldı nihayet.... Arabamı hareket ettirdim. Tamirci çırağının okuduğu, cildi parlak, pahalı kitabı gene fena halde merak ettim.



Hayal Kahvem


Hani İstanbul Modern'deki 15 Mayıs'a kadar devam edecek olan  Van Gogh sergisi var ya? İşte, o sergiye ben tam üç defa gittim. Zaten müzeleri, resim, fotoğraf sergilerini, sinemayı oldum bittim seven biriyim. Bu sergi adeta benim için biçilmiş kaftandı. Sinema atmosferini andıran loş bir ortamda, klasik müzik ve aryalar eşliğinde, Van Gogh'un muhteşem tabloları film gibi duvarlardan duvarlara akıyordu. Yüreğime dokunmuştu. Resmen büyülenmiştim. Başkalarının ne düşündüğü umrumda değildi. Bu sergi  benim başımı döndürmeyi becermişti. Gene de dört hafta gibi kısa bir sürede, üç defa aynı sergiye gidilir mi? Gitmiştim işte. Denk gelmişti. Yolum o tarafa düşmüştü. Kaçırır mıyım? Eteklerim zil çala çala, salonun karanlık koridorundan girip, renk ve melodi deryasına dalıvermiştim. Her defasında yine yeni yeniden etkilenmiştim. Biliyorsun Van Gogh Hollandalı bir ressam. Kısacık, hüzünlü bir yaşamı var. 37 yıllık hayatının hastalıklarla boğuştuğu son on yılında 900 ün üstünde eserler vermiş. Şu iki tablosu var ya... Hani Van Gogh'un  odasını, sandalyesini, piposu resmettiği tabloları... Of!... Bu tabloları, ne zaman görsem fena etkiler beni.

Şimdi yeni bir müze heyecanım var. Bu kez Masumiyet Müzesi'nin açılmasını bekliyorum. Tekrar hatırlamak niyetiyle, son günlerde, Masumiyet Müzesi romanını elimden düşürmüyorum. Romanın kahramanı Kemal, acı içinde, kendisini terk eden sevgilisi Füsun'un eşyalarını biriktiriyor. Ve o eşyalara dokunmak, seyretmek, Kemal'e gerçekten teselli veriyor. Romanı okurken bir ara kitabı bıraktım. Hayalimde Vang Gogh'u canlandırdım.  Acaba Van Gogh neden kendi eşyalarını resmetmişti?  Van Gogh, kendi  eşyalarını, en acılı, en buhranlı olduğu zamanlarında çizmiş olabilir mi? Masumiyet Müzesi'nin bir bölümünde, Kemal  şöyle der... "Ama en mutlu anı işaret ettiğimizde, onun çoktan geçmişte kaldığını, bir daha gelmeyeceğini, bu yüzden bize acı verdiğini de biliriz. Bu acıyı dayanabilir kılan tek şey, o altın andan kalma bir eşyaya sahip olmaktır. Mutlu anlardan geriye kalan eşyalar, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini bize o  mutluluğu yaşatan kişilerden çok daha sadakatle saklarlar." Van Gogh'un, kullandığı eşyalara bakması, dokunup, eşyalarının resmini çizmesi, acaba eşyanın verdiği teselliye ihtiyaç hissetmesi sebebiyle miydi?  Masumiyet Müzesi'nde eşyaların tesellisine sığınan Kemal'in dediği gibi, sevginin büyük bir dikkat ve büyük bir şefkat olduğunu, acaba Van Gogh kendi eşyalarının resmini yapmakla mı  hissettirmek  niyetindeydi? Sevmek, acaba Van Gogh'un eşyalarına dikkatle bakıp, şefkatle resmetmesi gibi bir şey mi?  Van Gogh'un eşyalarını çizmesi... Masumiyet Müzesi'nde bir aşığın biriktirdiği eşyaların sergilenmesi...  Bana düşen ise... Hayata durup bakmak.... Eşyaların tesellisini hissedebilmek besbelli.






Hayal Kahvem



Bak ne diyorum!  Eğer dinlemek istersen, azıcık dertleşmek istiyorum. Yok... Bak... Açık açık itiraf edeceğim. Ben ilkin anlatacığım yazıyı  resmen Rüya Tabirleri diye okumuştum biliyor musun? Gerçekten... Eğer Riya Tabirleri diye okusaydım. İlgilenir miydim? İnan bilmiyorum.  Gene konuya tersinden başladığım değil mi? Heyecanlıyım da biraz... Ne olur kusuruma bakma benim. Bildiğim aylardan Nisan, günlerden Pazartesi...  Haftanın ilk iş günü ya... Bu sabah nasıl  işim başımdan aşkındı anlatamam.  Sanal alemde bir ara,  Riya Tabirleri'ne denk geldim.  Ayakta bile rüya görmeye meyilli bünyem dürttü beni.  Merak ettim.  Riyayı rüya diye anlayınca ne yazıyor diye okumak amacıyla işe az biraz ara verdim.  Okumaya başladım.  "Riya Tabirleri sitesi, yeryüzünde adalet diye bir derdi olanlar için kuruldu. Olmayanın başına da bu derdi sarmak için." Hoppala! Ne diyordu Allah aşkına... Rüya tabiriyle  adaletin ne ilgisi vardı? Okumaya kaldığım yerden merakla devam ettim. "İnsanlığın dörtte birinin gözden çıkarıldığı, öbür dörtte birinin  ağır, pis ya da sıkıcı işleri yaptırmak üzere kenarda bulundurulduğu, yüzde beşin, aklına esen her şeyi alsa, yese içse tüketemeyeceği servetini daha da çoğaltmak için türlü dalavera çevirdiği, çoğunluğun, başkaldırmak yerine zalimin zorbanın artığından pay almaya çabaladığı, feci bir dünyada yaşıyoruz. Bazılarımız farkında bile değil; onun gezip dolaştığı yerlerden "ötekiler" görünmüyor. Çoğumuz farkındayız; "ben"liğimize öylesine sarılmışız ki, başkalarına sarılmaya elimiz kolumuz halimiz kalmamış. Bugünün hayatı, riya üzerine kurulu. Tabirlerini burada bulacaksınız." Bu cümleler sarstı beni. Vicdanımı kışkırtı anlatabiliyor muyum? Şaşırmış kalmıştım. Sanırım gene ayakta rüya görüyordum. Bu bir uyarı olmalıydı bana... Bu uyarıyı yapan beni çok iyi tanıyordu. Çünkü yazısına şöyle devam ediyordu. "Siftahı, içerik bakımından da, teknik olarak da biraz tuhaf bir filmle yapalım." Demek bu uyarıyı yapan kişi sinemayı sevdiğimi biliyordu. Sanıyorum bana şöyle bir şey söylemek istiyordu... "Yiyiyorsun... İçiyorsun... Tüketiyorsun... Tüketiyorsun... Sen bu hayatı yaşarken, dünyayı sadece kendi çevrenden ibaret zannediyorsun.  Hayatın anlamını azıcık düşünmek istesen, kurulu düzen rahat vermiyor zaten. Sen mışıl mışıl uyumana devam ediyorsun. Bak, önüne kadar geldi film. Haydi, biraz gayret et... Hayatının nelere rağmen inşa edildiğini bu filmde seyrediver bari bi zahmet." Nasıl utandım anlatamam. Hemen önümdeki poliçeleri yana ittim. Bilgisayarımı önüme çektim.  Tasarım, hammaliye ve  metinin Ümit Kıvanç'a ait olduğunu öğrendiğim 16 Ton Vicdan ve Serbest Piyasaya Dair Bir Film'i ibretle seyrettim. Sonra işe döndüm. Sözümü fazla uzatmak niyetinde değilim. Ama bu yazımı şöyle bitirmeliyim. Tüm haksızlıklara, vicdansızlıklara rağmen bu dünya halen dönmeye devam ediyorsa Ümit Kıvanç gibi insanların sayesindedir. Eminim.


Filmi buraya tıklayarak izleyebilirsin. http://www.riyatabirleri.net/pencereler/pi_tamFilm.html

NOT:Fotoğraf Lewis W. Hine'a aittir.



Hayal Kahvem


"Uzun zamandır dalgın bakıyordun dünyaya.
Anlat, dediler.
Anlatamam, uzun hikâye, dedin."

Murat Özyaşar / Ayna Çarpması






tommikser

Arkadaşlar yeni haberim oldu bu yarışmadan ve bir kaç gündür deli gibi yazıp silip yazıp silip duruyorum.Ben bu yarışmaya katılacam.Altın Madalyon olarak katılmak isteyen arkadaşlar olursa acaip sevinirim.Sadece okumak değil yazmakta lazım değil mi?

İşte şartlar çok az kaldı.Hep beraber saldıralım. ;D


2012 TBD Bilimkurgu Öykü Yarışması: "10 Tvit'lik Bilimkurgu Öyküleri"

Günümüzde iletişimin en önemli araçlarından biri sosyal medya. Bu ortamda edebiyat yapıtları da zaman, kişi ve yer sınırlaması olmadan kolayca paylaşılabiliyor ve üretilebiliyor. Öyküler de sosyal medyada paylaşılması en kolay edebiyat ürünlerinden biri.

Bu yıl Bilimkurgu Öykü Yarışması'nın yola çıkış sloganı "10 tvit'lik bilimkurgu öyküleri". Sosyal medyanın etkili araçlarından biri olan Twitter'da bilindiği gibi bir defada en fazla 140 karakterlik bir metin, tvit (tweet, İng. cıvıldama) paylaşılabiliyor. En fazla karakter kullanılarak yazılmış 10 "tweet"te toplam 1400 karakter bulunuyor. Biz de Türkiye Bilişim Derneği olarak, klavyesine güvenen yazarlarımızı en fazla 1400 karakterden oluşan kısa ya da çok kısa bilimkurgu öyküleriyle yarışmamıza katılmaya davet ediyoruz.

YARIŞMA KOŞULLARI
1. SONUÇ VE ÖDÜLLER

Yarışmayı kazanan öyküler 9 Kasım 2012 tarihinde açıklanacaktır. Ödül olarak birinci gelen yarışmacıya 3000 TL, ikinci gelen yarışmacıya 2000 TL ve üçüncü gelen yarışmacıya da 1000 TL verilecektir.

2. KATILIM KOŞULLARI

Yarışmaya TBD Yönetim Kurulu üyeleri ile TBD Bilişim Dergisi Yayın Kurulu Üyeleri dışında herkes katılabilir.
Öykü Türkçe yazılmalıdır.
Konu serbesttir, her yazar öyküsünü istediği konuda yazabilir...
Öykülerde bilimkurgusal ögeler aranacağı kuşkusuzdur.
Öykü, daha önce herhangi bir yarışmada ödül almamış olmalıdır.
2012 yılından önce ya da yarışmaya yollandıktan sonra yayımlanmış öyküler yarışmaya kabul edilmeyecektir.
Her yazar yalnızca bir öyküsüyle yarışmaya katılabilir.
Dereceye girecek öyküler TBD'nin İnternet sitesinde ya da Bilişim Dergisi'nde yayımlanacaktır. TBD isterse, yarışmayı kazanan öykülerle, seçici kurulun yayımlanmaya değer bulduğu öyküleri kitap olarak yayımlayabilir.
Ödül alan öykülerin başka yazarların yapıtlarından alınması durumunda ödül geri alınacak ve katılımcı hakkında yasal işlem başlatılacaktır.
Öykülerin İnternet sitesinde, Bilişim Dergisi'nde ya da kitaplaştırılarak yayımlanması için http://www.tbd.org.tr/onayliyorum adresinde bulunan "Onaylıyorum" adlı belgenin yazar tarafından doldurulması ve doldurulan bu belgenin mektupla, faksla ya da taranmış bir dosya olarak e-posta yoluyla TBD'ye gönderilmesi gerekmektedir. Onaylıyorum, adlı belgeyi TBD'ye göndermeyen yarışmacılar yarışmaya kabul edilmeyeceklerdir.
3. SEÇİCİ KURUL

Nazlı Eray, Özcan Karabulut, Sibel K. Türker, Sadık Yemni, Meltem Vural, Nezih Kulleyin, Ali Özenci, Koray Özer
4. BİÇİM

Öykü, yaygın olarak kullanılan bir kelime işlemciyle, "12" büyüklükte "Arial" karakter" seçilerek, yazılmalı ve e-postaya ekli bir dosya olarak gönderilmelidir.
Gönderilen dosyanın adına öykünün adı verilmelidir. Öykü dosyasının içinde yazarla ilgili hiçbir bilgi olmamalıdır.
e-postaya ekli diğer bir dosyanın içinde yazarın açık adı, kısa özgeçmişi, açık adresi ve telefon numarası ayrıca varsa web sitesi, sosyal medya adresi bulunmalıdır. Yarışmada rumuz kullanmaya gerek yoktur.
Yazarın kimlik bilgilerinin bulunduğu dosyanın adına yazarın adı verilmelidir.
Öykü en fazla 1400 karakterden oluşmalıdır.
5. YAPITIN TESLİMİ

Yapıt, 31 Temmuz 2012 tarihine dek bilimkurgu@tbd.org.tr adresine gönderilmelidir. Postayla gönderilen öyküler yarışmaya kabul edilmeyecektir.
Bilgi ve iletişim için: Ceyhun Atuf Kansu Caddesi 1246. Sokak No:4/17 Balgat/ANKARA Tel: +90 (312) 473 8215 web: www.tbd.org.tr, eposta: tbd-merkez@tbd.org.tr

İyi şanslar!


Hayal Kahvem


"silifke'nin yoğurdu, ah seni kimler doğurdu.
seni doğuran ana, bal ilen mi yoğurdu."
Silifke Türküsü

İşte memleketimin güzeller güzeli bir beldesi.  Silifke!.. Coğrafya bilgim kıt olduğu için, önce haritayı açtım. Akdeniz kıyısında olduğunu biliyorum ya, elimle koymuş gibi buldum. Bak, işte!.. Hey, coğrafya bilgim kıt dediysem, o kadar da cahil değilim elbette. Az buçuk mektep tedrisatından geçmişliğim, mürekkep yalamışlığım vardır benim de. Ama sana bir şey söyleyeyim mi, coğrafya dersini keşke türkülerimizle işleseydik.  O zaman coğrafya dert olmaktan çıkar, gerçekten ders olurdu. Coğrafya kitabını satır satır yudumlardım yeminle. Neyse... Şimdi diyeceksin ki, "Silifke durup dudurken nerden aklına geldi?" Yooo. Öyle durup dururken aklıma gelmedi. Pazar günü evde, kendi kendime Türk Filmleri Festivali düzenledim. Ve büyük bir hevesle Seyfi Teoman'ın filimlerini seçtim.


Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i daha önce seyretmiştim. Barış Bıcakçı'nın, aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmıştı. Barış Bıçakçı'nın şiirlerine, roman ve öykülerine tek kelimeyle biterim. Ayrıca okuduğum kitapları beyaz perdede seyretmeyi çok severim. Erkekler dünyasını anlatan bir hikayesi vardı. Ne yalan söyleyeyim kitabı kadar filmini de çok sevmiştim. Yönetmeni Seyfi Teoman'ın diğer filmlerini çok merak etmiştim. Gencecik biriydi. Ve... Ne yazık ki, geçen sene, henüz 35 yaşındayken, bu dünyadaki işlerini bıraktı, öbür dünyaya gitti. İki uzun filmi olduğunu, ikincisi Bizim Büyük Çaresizliğimiz'ken, ilk filminin Tatil Kitabı olduğunu ölümünden sonra öğrenmiştim. Kısmet şimdiyeymiş. Dün seyredebildim. Gene erkekler dünyası... Erkek çocuk, abi, baba, amca ve diğer erkek çocuklar, diğer abiler ve amcalar... Kadın var ama aynen Bizim Büyük Çaresizliğimiz'deki gibi... Maksat erkeklerin zaaflarını, sorunlarını, çaresizliklerini, sade, sessiz,  hayatta olduğu gibi aktarmakken, kadınlar dünyasına aralanan küçük bir iki pencere var belki... Tüm yüreğimle inanıyorum, yaşasaydı, şahane filmler yönetecekti Seyfi Teoman. Filmlerinin sonradan sonradan insanın yüreğini burkan acımtrak bir tesiri var. Demek, felek ağlarını onun için buraya kadar örmüş...  Hissediyorum, bunları düşününce yüreğimi puslu bir hüzün kaplıyor. Ölüm, bizim en büyük çaresizliğimiz. Elden bir şey gelmiyor. İyi ama... Ne biliyoruz? Seyfi Teoman gittiği yerden memnundur, ışıklar içinde filmler çeviyordur belki. Nur içinde yatsın. Kısacık ömründe çektiği iki filmle hayatımızı eşsiz hissettiren sevgili yönetmen, kesinlikle mutludur orada. Eminim. İşte dün seyrettiğim Tatil Kitabı adlı filmini Silifke'de çekmiş.  Acaba  Seyfi Teoman bu filmi için neden Silifke'yi seçmiş? Rastgele bir seçim mi? Yoksa özellikle bildiği bir sebeple mi seçti? Kimbilir? Sana bir şey söyleyeyim mi, ömrümde bir kere bile Silifke'ye gitmedim. Silifke'yle ilgili sadece, uzun zamandır dinlemedim ama, işte yukarıda iki dizesini yazdığım türküsünü bilirim. O kadar.  Tatil Kitabı'nı seyretmeseydim, Silifke'nın haritadaki tam yerine bakar mıydım, Silifke hakkındaki yazıları okur muydum inan bilmiyorum. Ben var ya, memleketimin bildiğim büyük şehirleri dışındaki coğrafyalarda film çeken yönetmenleri çok seviyorum. Silifke'nin  kendine has yoğurdu var mı acaba?   Hayat ne tuhaf!.. İnsan duyguları ne  acayip!..  Sahiden merak ediyorum.

 


kalidor

Silifke'nin denize kıyısı yoktur ne yazıkki. Ortasından Göksu nehri geçer, cennet cehennem mağaraları görülesidir. Bir de kalesi vardır. Bunun dışında başka bişeyde yoktur. Silifke'nin Taşucu beldesinde geçen Reşat Nuri'nin Eski Hastalık romanı vardır bi de.
Crom! Ölüleri Say...

Hayal Kahvem

İnşallah yolum düşer giderim Silifke'ye Kalidor. Silifke yöresinden bir yorumcu yazmış, Silifke'nin o meşhur, o türkülere konu olan yoğurdu yokmuş artık.
Bu haber en fecisi işte. Gene  yöresel bir yiyeceğimiz markaların, endüstri denilen canavarın  dişleri arasında yok olmuş gitmiş demek ki. Ne fena bir haber. Çok feci.

Hayal Kahvem


Yalanım yok. İştahlı biriyim. Sadece yemeğe değil, şu fani dünyanın merak ettiğim her şeyine fena halde iştahlanabilirim. Hele kitaplar ve yemekler bir araya gelmişlerse... Veeee... Bir yemek kitabında değil, bir romanda, bir öyküde veya  bir şiirde yemekle ilgili cümleler geçiyorsa hele... Heyy! Değmeyin keyfime...  Sevinçten çıldırabilirim. O kitabı döne döne okuyabilirim. Bu akşam işten eve biraz erken döndüm. Yemek pişirecektim ama yemek pişirmeyi gene oyuna dönüştürmeye karar verdim. Neden biliyor musun? Bugün bir arkadaşımla ofiste  kahve içiyorduk. Bir ara söz döndü dolaştı  akşama ne pişirelim'e geldi. Arkadaşım dudağını sarkıttı. Kirpiklerini kırpıştırdı. Gözlerini devirdi... "Yemek pişirirken geçen zamanıma acıyorum." dedi. Nasıl üzüldüm anlatamam. Cemal Süreya'nın iki dizelik bir şiiri vardır ya hani... "Yemek için ne düşünürsünüz bilmem. Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı." der. Bilirsin, şair sözünü her daim hakikat bellerim ben... Hakikaten kahvaltının  mutlulukla bir ilgisi olmalı. Sadece kahvaltının değil tüm yemeklerin mutlulukla bir ilgisi olmalı, öyle değil mi? Arkadaşıma "Sen hiç Barış Bıçakçı kitabı okudun mu? diye sordum.  "Sorulur mu?" dedi. "Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i bir solukta daha yeni bitirdim yuttum."  "Ne iyi!... O halde Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in  bir yemek kitabı ayarında olduğunu farketmişsindir." dedim. Yüzüme şaşkınlıkla baktı. "Yemek kitabı mı? Şaşırdın mı sen... O kitap hüzünlü aşk öyküsüdür." dedi.  Güldüm. "Bu akşam gel benimle." dedim. "Sana Barış Bıçakçı usulü yemek yapmayı göstereceğim." Burun büktü. "Bu akşam televizyonda benim dizilerim var. Kaçıramam." dedi. Gelmedi. Televizyonda dizi seyrederken geçirdiği zamana değil, yemek pişirirken geçirdiği zamana üzüle üzüle evine gitti.


İşten dönüşte kapıdan girdiğim gibi ceketimi  evin girişindeki hole attım. Sonra koşar adım kitapların yanına vardım.  Barış Bıçakçı'nın aklımdaki kitabını rafından kaptım. Bizim Büyük Çaresizliğimiz'de yemek geçen cümlelerin yanına kocaman bir Y harfi yazdığım için, gördüğüm tüm Y harfli paragrafları aceleyle taradım.  Buldum.  46. sayfa... İşte bu sayfada yazan "Barış Bıçakçı usulü fırında patates" yaptım. Şöyle: 


"Halka halka doğranmış patatesler ve soğanlar tepsiye, bir sıra patates bir sıra soğan olacak biçimde dizilir, üzerlerine tuz, kimyon, karabiber, kekik ve kırmızıbiber katılmış salçalı su dökülür, ince tereyağ dilimleri yerleştirilir ve fırına verilir. Pişirilince afiyetle yenilir."


İşte bu tarifin aynısını yaptım. Tepsiyi fırından çıkardığımda, kitabın 100. sayfasında dediği gibi "Güzel bir koku kaplamıştı mutfağı."  Hemen  beyaz porselen bir tabağa Barış Bıcakçı Usulü pişirdiğim yemekten  üç kaşık koydum. Mutfaktaki masanın başındaki sandalyeye oturdum. Çatalımı tabağa daldırdım. Tam ağzıma atacaktım ki önce iyice kokladım. Hımmm... Miss! Hemen ağzıma attım... Heyy! Nefis!.. Biliyoruz ki yaşam sonsuz değil. Ölümlüyüz hepimiz. Bir gün her şey sona erecek. Kitabın adı gibi bu durum bizim en büyük çaresizliğimiz elbet... İşte bu çaresizlik içinde filmler ve kitaplar bir illüzyon geçirirler. Hayatı eşsiz kılmayı becerirler. Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı romanından öğrenerek pişirdiğim yemeği az önce yedim ya... Bir kez daha anlamıştım... Hayatta bütün tatlar ekşi ya da acı değildi. Hayat tekrarlanan küçük keyiflerin bileşkesiydi.  Hayat "Yemek güzel olmuş mu?" sorusunun şahaneliğiydi...  Ya da "Eline sağlık" demenin harikuladeliği... Hayatın rutuninde  farkına pek varamadığımız, masada geçirilen saatlerin o muhteşem güzelliğiydi sanki. Lezzetli bir yemek yemenin o tarifsiz hazzıydı belki...  Ve sonuncusu ama en önemlisi... Yemek üstüne ne düşünülür  bilmem ama... Sadece kahvaltının değil yemek pişirmenin ve yemenin mutlulukla  kesinlikle bir ilgisi olmalı.




Hayal Kahvem


Mesele Esir Düşmekte Değil, Teslim Olmamakta Bütün Mesele.



Attila İlhan'ın hayatına dair yazılar okuyorum. 1925'te bürokrat bir babanın oğlu olarak Menemen'de doğan şair, ilk ve orta eğitiminin büyük bir bölümünü İzmir ile Anadolu'nun çeşitli yerlerinde tamamlamamış. Bak şimdi, şurası çok ilginç... Attila İlhan, İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıftayken mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirlerinin yakalanması üzerine  tutuklanmış ve iki ay hapiste yatmış. 1941 yılında, 16 yaşındayken, kız arkadaşına yazdığı bir mektupta, Nazım Hikmet şiiri yazdığı için, Attila İlhan'ı sadece hapise atmaları yetmemiş, ayrıca eline Türkiye'nin hiç bir yerinde okula gidemeyeceğine dair bir belge vermişler. Ne vicdansızlık!.. Bu sebeple üç yıl eğitimine ara vermek zorunda kalmış düşünebiliyor musun? Ancak 1944 yılında Danıştay kararıyla okuma hakkını tekrar kazanmış. Eğitimine izin çıkınca, İstanbul Işık Lisesi'ne kaydolmuş. Sonra İstanbul Üniversitesi  Hukuk Fakültesi'ni bitirmiş.


Bu kez, 16 yaşında hapis yatıp, eğitimden men edilen Attila İlhan'ın kız arkadaşına şiirlerini yazdığı yasaklı şair Nazım Hikmet, 1940'lı yıllarda acaba neredeydi diye merak ettim. Yazdığı şiirler ve kitaplar sebebiyle, çeşitli davalardan 34 yıl hapis cezasına çarptırılan, 13 yılı aralıksız toplam 16 yılını Türkiye'nin dört bir yanındaki ceza evinde geçiren Nazım Hikmet, Attila İlhan'ın hapis yatıp, eğitimden men edildiği yıllarda Bursa Cezaevi'ndeymiş.  Ve  oda arkadaşı  kimmiş biliyor musun? Niğde'de askerliğini yaparken, "Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okumak", "yabancı rejimler lehine propaganda ve isyana muharrik" suçundan 5 yıl hapis cezasına çarptırılan Orhan Kemal'miş. Hayat ne acayip!  Bir insanın hayatında yeniden üretilmesi, parayla satın alınması, yerine konulması mümkün olmayan en kıymetli  şey, zaman değil midir? Feci hallere misaller silsilesi! Orhan Kemal  önceleri şiirler yazarmış. Hapishanede Nazım Hikmet'in yönlendirmesiyle ve eğitimiyle öykü yazmaya başlamış. Meğer memleketimin en büyük iki usta edebiyatçısının, Attila İlhan ile Orhan Kemal'in hayatında, Nazım Hikmet'in ne mühim bir yeri varmış.  Onları gereksiz mahkûm edenleri, zamanlarını zalimce çalanları şiddetle kınamamız gerektiğine inanıyorum. Attila İlhan, Orhan Kemal... Ve elbette Nazım Hikmet... Unutulmadılar.  Ve asla unutulmayacaklarını çok iyi biliyorum.

Of, şimdi yazacaklarımdan inan utanıyorum. "Bu kadar zalimliğin arkasından bu yazdığın iş mi?" diyebilirsin belki... Bak şimdi... Acaba Attila İlhan  mektubunda,  Nazım Hikmet'in hangi şiirlerini o kıza yazmıştı? Ve  Attila İlhan'ın mektubunda  Nazım Hikmet şiirlerini  yazdığı kız kimdi? O kız... Şeey...  Acaba... Attila İlhan'ın başına gelenleri öğrendi mi? Çok merak ediyorum. Ne yapayım yani? İnsan aklına üşüşen düşüncelere yasak koyamıyor ki! Hem  yukarıdaki hayatlarda öğrendik ya... Yasak çok feci bir şey öyle değil mi?


NOT: Başlık Nazım Hikmet'in bir dizesidir.



alan ford

  Hem Burhaniye Atatürk İlkokulu'ndan hem de İzmir Atatürk Lisesi'nden okuldaşım oluyor büyük usta (gerçi ikisinde de kısa süre kalmış) , ve pek tabii ki bundan ,neden olduğunu bilmesem de , gurur duyuyorum. Ama işin okulla pek alakası yok , şiirlerini çok sevmeme rağmen, ömrü hayatımda hiç şiir yazmadığımı gururla söyleyebilirim.  Zor durumlarda Attila İlhan'a Mecburum :D
kaçmayı denemek bir tutsağın görevidir

Hayal Kahvem

Nereye yazacağımı bilemedim. Buradan sormaya karar verdim.

Bir vakitler  Filibeli Ahmet Hilmi'nin A'mak -ı Hayal'ini okumuştum.
Sonra kimbilir kaç kere sayfalarında dolandım.
O kitabı sahiden çok severim. Hayal Kahvem'e bir yazı hazırlarken, A'mak ı Hayal'in
çizgi romanla anlatılacağını ve  Cem Uygun'un  çizmeye başladığını öğrenmiştim. 
Bazı çizimlerine sanal ortamda denk gelmiştim. Büyüleyiciydi. İşte aşağıdakiler gibi...
Bence bazı dizeler, bazı cümleleri gibi, bazı çizimler de  SWAACK  eder insanın yüreğine değer.
İşte bu çizimler, aynı öykünün kahramanı Raci gibi sarhoş edici  gelmişti.

Son günlerde, neden bilmiyorum, durup dururken  Cem Uygun'un bu  çizimleri aklıma geliyor.
Çizimler aklıma gelince, Amak ı Hayal'in, hayalle  sahici arasında gidip gelen ve  usulca yüreğe tesir eden öyküsünü düşünüyorum.
Tamam... Karar verdim, kitabı tekrar okuyacağım. Raci ile Aynalı Baba muhabbetlerini özlemişim.
Ve fakat ya Cem Uygun çizimleri... Cem Uygun kimdir bilmem? Ama bir bilen varsa söyler mi,
Cem Uygun A'mak - Hayal'i çizerek anlatmayı bitirdi mi?



hanac

Alıntı yapılan: Hayal Kahvem - 08 Ocak, 2013, 23:58:48
Cem Uygun A'mak - Hayal'i çizerek anlatmayı bitirdi mi?

Çizimler ve renklendirme çok güzelmiş.

Hayal Kahvem


Tam iş günümün bitimindeydim. Bütün gün, harala gürele  hakiki dünyayla o denli haşır neşirdim ki,  hayal çarklarımı biraz daha çalıştırmazsam, eni konu pas tutacağına emindim.  Aklımdan geçince bu düşünce... Hey! Korktum ben!.. Hemen, bir hayal içine ruhumu firar etmeliydim hemen! Derhal iki elimle yanaklarımı avuçladım. Dirseklerimi masaya dayadım. Gözlerimi kapadım. Nanananooom... Bil bakalım ruhumu nereye yolladım? Gözlerimi açtım ki o ne? Aman Allahım... Zaman 1800'lü yıllarmış. Mekan ise neresi biliyor musun? O devirlerin Siyam Kralının sarayı! Yuf olsun bana! Ne işim olur benim o devirlerin Siyam Sarayında? Üstelik Kralın yanında! Nasıl şık giyinmişim anlatamam. Tam o anda... "Ya kral benimle dans etmek isterse?" tadında düşünceler fink atmasın mı aklımda? Aman diyeyim... Aman ha!


Aptala malum olur haybeye dememişler. Sanırım benim gibileri düşünerek bu lakırtıyı etmişler.  Birden kral ayağa kalktı. Eee... Köyde yaşıyorum diye o kadar leydilik bilmiyorum zannetme... Kral ayağa kalkınca, tabiatıyla ben de ayağa kalktım. İnanmayacaksın ama hatta dizlerimi kırarak, kibarca reverans bile yaptım. Yooo... Öyle gülümsediğime bakma.  "Ayvayı yedim şimdi," diyordum kendi kendime.  Söyler misin ne yapacaktım şimdi ben? Korkudan titriyordum yeminle...


Ben var ya... Hayatta dans mans bilmem. Haydi üç ayak oynayabilirim. Ya da deli horon belki. İyi de, Siyam Kralı'na nasıl söyleyebilirdim böyle bir şeyi? Haydi becerdim söyledim diyelim. Taaa 1800'lerin Siyam'ında nereden buldurabilirdim ki  kemençeyi? Korktuğum başıma geldi.  Kral belime doğru uzattı elini. En hükümdar sesiyle "Dans edeceğiz!" dedi. Önce ellerimi arkama gizledim. "Yooo! Yapamam!" diye aklımdan geçirdim.


Du bi... Zagor'dan öğrenmiştim ya hani... Cuyagularla Abenakilerin savaş dansı... Ya da Mohawkların işkence dansı... Ne bileyim... Senecanların yağmur dansını yapabilirdim belki... Yoo... Ben sahiden deliyim. Bunları krala nasıl söyleyebilirim? Ben bu dansların figürlerini aklımdan geçirirken... Kral bir elini belime doladı. Diğer eliyle sol elimi tuttu.  Ben ayaklarıma dolanmasın diye, boş elimle eteklerimi toparladım. O ne? Ben... Ben... Siam Kralıyla dans etmeye başladım.


Fonda bir tango çalıyordu. Canım fena halde dans etmek, kimseciklere tangoyu bilmediğimi  belli etmemek istiyordu. O anda... Hafızamın bir çekmecesini araladım. "Bazı danslar bazı yaşları bekler" diye okuduğum bir yazıyı hatırladım. "Erkek kadına tuzaklar kurar. Kadın da o tuzaktan kurtulmaya çalışır. Tango budur!" diye hafızamın tozlu köşelerinde bişiler  kalmış. Nasıldı peki devamı diye zihnimi zorladım. "Birine, hiç yüzüne bakmadan bir şey diyebilmek için biraz ihtiyarlamalıdır insan. Tuzaklar oyununu sürdürebilme sabrı için biraz yaş almalıdır. Ayaklar, birbirine dolanmadan bir sabır oyununu devam ettirmek için kimi yollardan geçmiş olmalıdır. Bu kadar efendice kederlenmek, bir keder dansı yapmak için çalçene acılardan geçmiş olmalıdır. Bir şeyi çok isteyip de yapmamayı bilmek gerekir tangonun "olması" için.  Tango, istemek ve istediğini belli etmemek dansıdır biraz. Tango kalıcı olanların değil, hep gidecek olanların dansıdır.  Ele geçirilemeyenler arasında bir sessiz kavga...  Çok korkan belli etmeyen iki kişinin birbirine meydan okuyuşu... "Sevdim de vermediler" ağlaşması değil, "ben seni hiç sevmedim." yalanı. Kim önce dökülecek, kim önce teslim olacak sınanması."


Bu dans bu yaşımı beklemiş olmalı. Kendimi dansın akışına bıraktım. Ayaklarımı birbirine dolandırmadan, dans etmek istediğimi ve de  gidici olduğumu belli etmeden,  eteklerimi savurmaya başladım. Vesaire... Vesaire... Vesaire...

Gözlerimi açtım ki o ne? Ofisteki odamdayım. Ya saray... Ya kral... Ya dans...  Kimse işitmesin diye usulca kıkırdadım. Dedim kendi kendime... Of ya, ben ne şaşkınım!


Bir tango... http://www.youtube.com/watch?v=KygJo-VS55U


NOT: İtalik cümleler Ece Temelkuran'ın yazısından alıntıdır.

Hayal Kahvem

Binlerce kasırga aşkına! Kimse okumuyor benim yazdıklarımı değil mi?

Şu yukarıdaki yazımda, koyulaştırarak yazdığım kızılderili kabilelerinin adında özellikle hata yapmıştım.
Bugüne kadar bekledim. Kimse düzeltmedi beni.

Sülalemin bütün bıyıklıları adına!
Bi daha  Altın Madalyon'a Edebiyat filan paralamam.  Olur mu böyle?  Karamba karambita! Pes ama! >:(   :-X  :(