Edebiyat Muhabbetleri

Başlatan V, 15 Temmuz, 2010, 22:08:56

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Animvader

Latince dersinde ezberlediğim, meslek üstadımız Hipokrata ait aforizmlerden biridir:

"Ars longa, vita brevis, occasio praeceps, experimentum periculosum, ludicium difficile."

Mealen; Sanat uzun, hayat kısa, fırsat kaçmakta, tecrübe aldatıcı, karar vermek zor.


Hayal Kahvem

Alıntı YapLatince dersinde ezberlediğim, meslek üstadımız Hipokrata ait aforizmlerden biridir:
"Ars longa, vita brevis, occasio praeceps, experimentum periculosum, ludicium difficile."
Mealen; Sanat uzun, hayat kısa, fırsat kaçmakta, tecrübe aldatıcı, karar vermek zor.

Karamba Animvader,
Doğrusunu ve tamamını öğrendik böylelikle... Demek Hipokrat'ın sözüydü.
Bilgi için çok teşekkür ederim. :)

Animvader

Alıntı yapılan: Hayal Kahvem - 16 Mart, 2015, 23:58:37
Karamba Animvader,
Doğrusunu ve tamamını öğrendik böylelikle... Demek Hipokrat'ın sözüydü.
Bilgi için çok teşekkür ederim. :)

Rica ederim  :)

Hayal Kahvem


akif1

Evet yine ben  ;D Bu sefer de bir hikaye yazdım. Mustafa Kemal Paşamız ile ilgili. Hikaye biraz uzun olabilir ama lütfen okuyup önerilerini söyleyin. Yarın teslim etmem lazım o yüzden biraz aceleye geldi


Edit: Word den kopyaladığım için metinlerde kaymalar oluyor yani paragraflar böyle değil daha düzenli. Eğer ki word'dan daha kolay okumak siterseniz. Yandex'e upload ettim. Hemencecik okursunuz
https://yadi.sk/i/8Wh9_SYJjm9kN

         Tarih 11 Temmuz 1919'u gösterdiğinde Mustafa Kemal askerlikten çekilmesiyle birlikte iç sesini dinliyordu. İçinde acı, burukluk vardı. Şüphesiz ki bu vatan sevgisinden kaynaklanıyordu. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bu burukluğun çaresini en sonunda doğa ile iç içe bulunmakla çözüleceğini anladı. Kafasına koymuştu. Ertesi günün ilk sabahı bir köye gitmeye karar verdi. O köyde belki biraz kafasını dinler ve düşüncelerine bir anlam verebilirdi. Bu düşünceyle uykuya daldı ve kalktığı gibi toparlanmaya başladı. Gideceği köy Giresun'un Espiye ilçesiydi. Burası onun eski harp okulundaki arkadaşının köyüydü. Ne zaman telgraflaşsalar ona bu yeri methediyordu. Mustafa Kemal ise bu köye gitmek için sabırsızlanıyordu. Yola koyulduktan bir süre sonra Giresun'a gelmişti. Adeta büyülenmiş gibi olurcasına çevresine bakıyordu sağ tarafında uçsuz bucaksız yeşil ormanlıklar, sol tarafında ise deniz vardı. Yine düşüncelere dalmıştı Mustafa Kemal. Acaba dedi kendisine. Böyle bir yerde yaşasam neler yapardım? Bu soruyu kendisine sorduktan sonra türlü cevaplar geliyordu aklına. Fakat öndeki adamın sesiyle irkildi. 'Paşam burası dediğiniz yer' dedi. Mustafa Kemal ise alçakgönüllülükle teşekkür etti ve ardından arabasından indi.
    Onu karşılayan eski harp okulundan Ahmet idi. Adeta büyülenircesine birbirlerine bakmışlardı. Zaman onları çok değiştirmişti. Yaklaşık beş saniye bakıştıktan sonra sarıldılar. Birbirlerini uzun süre görmemenin etkisiyle hemen konuşmaya başlamışlardı bile. Aradan pek vakit geçmeden onu karşılamaya küçük bir oğlan geldi. Bu kişi Ahmet'in oğluydu. Kemal tebessüm ederek 'ismin ne küçük' dedi. Ahmet'in oğlu ise 'Sinan' diyerek babasına baktı. Babası ise 'evet oğlum bahsettiğim kişi bu' dedi. Ardından ise eve geçtiler.
      Kemal'in karnı çok acıkmıştı eve geçer geçmez Ahmet'in hanımıyla selamlaştılar ve yemek masasına oturdular. Yemekte yoksulluğun verdiği cömertlikle çorba, ıspanak ve tiken ucu vardı. Bu halleri bile onların cömertliğini adeta açıklıyordu nitekim savaşın verdiği yoksulluk adeta Kemal'in gözlerinde canlandı ve bunlara şükretti. Ardından ise yemeğe koyuldular. Yemek bittiğinde eski arkadaşıyla laflamak istiyordu fakat yol yorgunluğu üzerindeydi. Bu yüzden arkadaşından müsaade isteyerek odasına çekildi.
       Ertesi gün sabah erkenden kalkarak bir sigara yaktı ardından biraz yürüyüşe çıktı. Yürüyüşte birçok bahçe gördü fakat ekin yoktu. Bu yıl çok zor geçmiş olmalıydı. Biraz daha yürüdükten sonra sahil kenarına vardı. Taşın üzerine oturarak düşüncelere daldı. Türlü düşünceler aklından geçiyor, bunlarla da sınırlı kalmazmış gibi içi acıyordu. Orada bir saat kadar düşündükten sonra kahvaltı yapmaya eve gitti. Kahvaltıda yine pek fazla bir şey yoktu zaten Kemal de bunu önemsemiyordu. Kahvaltısını hemen yapıp arkadaşı Ahmet ile konuşmaya başladı
-Eee Ahmet köyde işler nasıl gidiyor?
-Sormayın paşam bu yıl hiç ekinimiz yok. Bu da yetmezmiş gibi hastalık birçok köye yayıldı.
  Bu sırada Sinan ağır bir öksürüğe kapılmıştı. Bunu gören Kemal oğlanı yanına çağırdı.
-Ben pek bir şey bilmem ama buraların doktoru yok mu Ahmet?
-Var da paşam birkaç aylığına başka yere gitti. Bu salgında o zaman başladı işte. Şimdiden 3 Aileden can verdik.
    Kemal'in normalde içi burkulurdu fakat girdiği savaşlar onu değiştirmişti. Adeta şimşek gibi ayağa kalkarak 'bu böyle olmaz Ahmet. Buna bir çözüm üretmemiz gerek' dedi ve ardından ekledi 'Şimdilik elimizden bir şey gelmeyeceği aşikâr ama hiç yoktan aileleri ziyaret edelim.' bunu gören Ahmet 'siz nasıl isterseniz.' dedi.
       Aradan bir saat kadar geçtikten sonra Kemal ve Ahmet hazırlanmışlardı. Tam çıkarken Sinan 'bende geleceğim.' dedi. Bunu duyan Kemal 'düş peşimize' diyerek yola devam etti. Çok geçmeden ilk aileye varmışlardı. Kapıya vurmadan önce Ahmet'e doğru yönelerek 'Ne zaman vefat etti?' diye bir sual sordu. Ahmet ise 'yaklaşık iki hafta önce.' Acıları taze diye düşündü Kemal ve kapıyı açtı.
   Karşısında altmışlı yaşlarda çehresi yaşlanmış bir amca çıktı. Kemal ona dönerek selam verdi. Amca ise adeta şaşkına dönerek 'sen o sun' dedi. Kemal ise alçakgönüllülükle kendini tanıttı. Ardından ölen kişinin aile bireylerinin yanına gitti. Gördüğü manzara karşısında yüz çehresinde değişiklikler olmuştu.                 İfadesi buruklaşmıştı. En çok acıyı ana yüreği çeker diyerekten ilk ona selam vermişti ardından diğerlerine. Pek fazla konuşacak şey bulamıyordu Kemal zaten bulamazdı da. Hiçbir söz o yürekteki acıyı dindiremezdi bilakis onu tekrar hatırlatırdı. Bunun farkında olan Kemal 'size söz veriyorum bu salgına bir çözüm bulacağım.' Dedi. Ardından ise burada çok fazla kalmak pek bir şeyi etkilemez diye evden çıkarak diğer ailelere yöneldi.   
     İkinci aileye geldiğin de Ahmet'e yine aynı soruyu sordu Ahmet ise bu sefer 'bir ay önce fakat evdeki kişiler oğullarını çok seviyorlardı' dedi. Mustafa Kemal ise evin kapısına vurarak kapıyı açtı. Karşısındaki manzara hiç de güzel değildi. Aradan bir ay geçmesine rağmen tüm aile ağlıyordu. Başsağlığı dileyerek bir divan'a oturdu Kemal. Ardından ise aileler utanırcasına gözyaşlarını silmeye çalıştı fakat Kemal onlara dur demek için elini kaldırarak gerek yok ifadesini verdi. Aile ise bunun üzerine gözyaşları dökmeye devam etti. Yalnızca karşıdaki bir adam ağlamıyordu ona doğru yönelerek 'nesi var?' diye sordu. Evin hanımı ise 'Torunu öldükten sonra dayanamadı ağladı. Yaşlı olmasının sebebiyle de yataklara düştü' dedi. Bunu gören Kemal iki adım uzaklıktaki adam'a doğru yürüyerek 'her şey doğar, büyür, ölür aynı bir çiçek gibi' dedi ve ardından ekledi 'ecelden kaçış yok' adam ise bu sözleri anlamış gibi başını salladı. Kemal o mekânda beş dakika kadar kaldıktan sonra ayrıldı. O noktada bir süre kadar durduktan sonra 'bir sonraki eve gitmeyelim Ahmet, eve gidip düşünmem lazım' dedi. Bunu duyan Ahmet 'nasıl isterseniz paşam.' Diyerek eve koyuldu.
    Eve vardıktan sonra Kemal bir sigara yaktı. Bir tane daha yakmak istiyordu ama 'hayır' dedi. 'Ben bu salgını durdurmalıyım. Türk halkı zaten yeterince acılar çekti. Her şeye çözüm bulamıyorsam bile bu küçük olaya çözüm bulmalıyım.' Diyerek yola koyuldu. Gittiği yer bir telgraf merkeziydi. Askerliği bırakmasına rağmen hala tanıdıkları varda oradaki bir arkadaşına telgraf çekerek doktor ve ilaç istedi. Savaştığı savaşlar nedeniyle tıptan biraz anlıyordu. O yüzden oradaki arkadaşına hastalığı kısa bir şekilde özetledi.
   Ertesi gün telgrafına cevap gelmişti oraya bir doktor ve birazda ilaç malzemesi göndereceklerdi. Buna müteşekkir olan Kemal bir teşekkür telgrafı çekti. Ardından ise eve doğru yol aldı. Eve varmasına beş dakika kala yolun kenarında küçük bir kız ağlıyordu. Kemal ise kıza doğru yürümeye başladı. Vardığında ise tebessüm ederek 'neyin var küçük' diye sordu. Kız ise 'benim adım küçük değil ben kocamanım, ailemi ve arkadaşlarımı koruyabilirim.' Buna duyan Kemal'in aklına hemen eski günlerden anı girmişti. Bir gün amcasının bahçesinde oynarken bir grup çocuk bir kişiyi dövüyorlardı. Olay yerine vardığında ise çocuğa yardım etmeye çalışan Kemal bir anda çocuk tarafından hakarete uğradı. Çocuk 'benim senin gibi birisinin yardımına ihtiyacım yok, ben güçlüyüm diye sayıklıyordu.' Aniden şimdiki zamana geri dönen Kemal kıza tebessüm ederek 'o zaman niye ağlıyorsun' dedi. Kız ise 'hiçbir arkadaşım yok çok yalnızım, ailem ve arkadaşlarım benimle oynamak istemiyorlar' dedi. Bunu duyan Kemal kıza masallar anlatarak eğlendirmeye çalıştı. Ardından eve gitti.
     Ertesi günün şafağında doktor bey gelmişti. Mustafa Kemal ile görüşen doktor kısa zamanda Sinan'ın vücudunu incelemeye başlamıştı. Ardından konuşmaya başladı 'teşhisimi koydum kronik bir hastalık çok büyük bir şey değil fakat ilaçla tedavi edilmezse büyür ve en sonunda öldürür' dedi. Kemal ise 'Yanınıza bir takım ilaçlar almış olmalısınız ne kadar sürede iyileşir vakit elzemdir.' Dedi. Ardından doktor 'üç ila beş gün sürebilir paşam fakat ondan sonra turp gibi olur maşallah.' Bunu duyan Mustafa Kemal'in keyfi yerine gelmişti. Hemen Ahmet'e 'hasta olan herkesi çağır doktor tedavi yapsın' dedi. Ahmet ise vakit kaybetmeden yola koyuldu.

     Akşama kadar tedavi yapan doktorun nihayet işleri bitmeye başlamıştı. Fırsatı bilen Doktor 'Paşam İstanbul çok karışık durum da, bu duruma bir çare bulmalısınız' dedi. Bunu bilen Mustafa Kemal ise 'Biliyorum. Buradaki işlerim bitsin tekrardan yapacaklarım var.' Diyerek konuyu kapattı. Ardından dışarıya yürüyüşe çıktı. Kafasında tonla düşünce olmasına rağmen o bu olaylardan ders çıkarmıştı. Ders çıkardığı konu ise şudur sevgili okuyucu: Kemal'e göre her insanın canı değerlidir. Elbette savaşlar olarak insanların canı yanıyor ve ölüyorlar fakat bunun durdurmanın bir yolu var. O yol ise birlik olmaktan geçiyor. Eğer ki Türk halkı birlik olarak tüm olaylara göğüs gererse bu ülke bu durumdan kurtulur ve refaha ulaşır.

   Ertesi haftalarda ise Kemal çeşitli kongreler düzenleyerek milleti bir olmaya çağırmıştır. Sonucunda ise Türk halkı zafere kavuşmuştur.
                    MEHMET AKİF GÜLER      10M-1364

Başlık olarak ne koymamı istersiniz bundada kararsız kaldım. Atatürk ve Salgın Hastalık ilgi çekici gibi...


Hayal Kahvem




Yalan söyleyecek değilim.
Bu adamı çok seviyorum.
Az önce son filmini yeniden seyrettim.
Yine yeni yeniden sevdiğimi kendi kendime itiraf ettim.
Pekiii...
O kimi seviyor acaba?

Neee?
Nası yani?
Beni mi?
Yooo...
Yok artık!
Aaa!
Sahi mi?
Kalp kalbe karşı derler ya,
doğruymuş demek ki:)

Hayal Kahvem



Dünya, güneş ve ay'ın aslında üç kız kardeş olduğunu öğrendiğimde çenemin yere düştüğünü, gözlerimin tabak kadar  açıldığını hatırlıyorum.
-Nasıl yani? demiştim babanneme... Dünya, güneş ve ay  kız kardeşler  miiii?
Mırıl mırıl bir sesle, "Evet" demişti. "Bir zamanlar... Dünya, güneş ve ay, şimdiki gibi birbirlerini kovalamıyorlardı. Evrende tatlı tatlı dolanıp, huzur içinde oynuyorlardı."

Dünya, güneş ve ay... Hem kızlar... Hem kardeşler... Hem birlikte oynuyorlar. Allahım yarabbim! Bu nasıl hoş bi vaziyetti! Tuhafa meyyal ruhum, durumu hemencecik kabullenmiş, dünya, güneş ve ay'a elbise dahi giydirmişti.

Babannem şöyle devam etmişti:
- Sonraaa... Bir gün üçü de  anne olmak istediler.
Kaşlarımın yay gibi gerildiğini, gözlerimin tepsi kadar irileştiğini hayal edebilirsiniz.
Hahah! Bayılmıştım bu masala. Dünya, güneş ve ay... Kızlar... Kardeşler... Birlikte oynuyorlar. Ve anne olmak istiyorlar. Binlerce kasırga aşkına! Müthişti!

Hiç itiraz etmedim. Hayal çarklarım tıkır tıkır işlemesine kolaylıkla izin verdim.

-Peki sonra noldu babanne? diye heyecanla soruverdim.
Babannem sustu. Hemen cevap vermedi. Ne söyleyecek diye merak ediyor, gözümü kırpmadan iki dudağının arasına tüm iştahımla  bakıyordum.  O merak anları ne tatlıdır. İnsanının kalbi  nasıl da pıt pıt eder.  İşte tam o anda babannemin kalbimin pıtpıtlarını işitmek ne kelime, gördüğüne emindim. Babannem masal anlatmanın keyfini sürüyor, dinleyicisinin iştahını iyice kıvamına getiriyordu.  Daha fazla uzatmadı. Omuzlarını titrete titrete kıkırdayarak konuşmaya başladı.

-Güneş  sıcacık, mincik güneşcikler, ay  parlak, güzel yıldızlar, dünya ise çeşit çeşit insanlar doğurdu, dedi babannem. 

Dünya, güneş ve ay...  Şimdi anne ve teyze olmuşlardı. Ne diyebilirdim ki? Harikuladeydi. Kendimi masalın kollarına iyice bırakıvermiştim. Babannem şöyle devam etti.

- Zaman geçtikçe çoğalmaya başladılar. İnsanlar yeryüzüne, yıldızlarla güneşcikler gökyüzüne hızla yayıldılar. Özellikle güneşcikler o kadar çoğalmışlar ki, insanlar yanmaya ve ölmeye başladılar. Ay, güneşle konuştu. Eğer güneşçikler bu hızla doğmaya devam ederse, dünyanın çocukları yaşayamayacaklar. İyisi mi sen güneşçiklerini toplayıp yut, ben de yıldızlarımı yutayım. Bizim çocuklarımız içimizde gezinsin. Dünyanın insanları huzura ersin, dedi.

Güneş, ay'ın bu teklifine itiraz etmek istediyse de ay diretti. Ve güneş güneşçiklerini teker teker toplayıp  yutuverdi. Ay ne yaptı bil bakalım?" dedi babannem. Cevabımı beklemeden devam etti. "Ay, yıldızlarını eteğine sakladı. Güneş en son güneşçiğini yuttuğunda, eteğindeki yıldızları gökyüzüne fırlattı. İşte o gün bugündür, dünyanın insanları çoğalmaya devam ediyor, yıldızlar semada  sereserpe dolaşıyor... Gökyüzünde bir güneş var bir ay var... Neden dersin? Çünkü güneş tüm kızgınlığıyla  ay'ı kovalıyor."

Elbette Fen Bilgisi derslerinde öğretmenler gece ve gündüzün oluşunu bilimsel olarak anlattılar. Hiç inanmadım. Babannemin masalı en güzeldi!

Hayal Kahvem


Yeminle niyetim bambaşkaydı. İşte uzun zamandır yolunu gözlediğim çizgi roman elimin altındaydı. Sert bir kahve eşliğinde tüm duyularımı canlandırma gayretindeydim. Usta bir film yönetmeninin kamera  hareketlerini takip eder gibi Christophe Chaboute'nin çizgilerinin peşine düşme hayalindeydim. Eksiğim var abartım yok. Tıpkı böyleyken böyleydim.
Lakinnn....


İlgim dağınık... Merakım çok... Hafızam zayıf... Sadakatim yok.

Çizgi romanı olduğu yerde bıraktım. Cep telefonumdan Chaboute'nin hayatını gugıllamaya başladım. Yukarıdaki fotoğrafını görünce şaştım kaldım. Çizer tüm sevimliliğiyle gülümsüyordu. Arkasındaki duvarda bir müzik aleti asılı duruyordu. Bayıldığım çizer Chaboute yoksa ukulele mi çalıyordu!! Heyyy! Binlerce zıplayan pire aşkına! Sırf bu sebeple başım leyla gibi dönüyordu.........

Hayal Kahvem

"Yok Olacak Olması Ne Kötü, Ama Hangimiz Ölümlü Değiliz Ki?" Blade Runner  (1982)







Hayal Kahvem


Gazi Üniversitesi Türk Halk Edebiyatı bölümünden yardımcı doçent  Evrim Ölçer Özünel'in uzun zamandır takibindeydim. Kendisi  aynı zamanda Ankara'daki Somut Olmayan Kültürel Miras Müzesi'nin koordinatörüymüş. Ne hoş! Ankara'ya gidip o müzeyi gezmek, Anadolu masalları dinlemek, bilmecelere kafa yormak, eskiden kullanılan eşyaların etrafında dönen  geleneksel yaşamı hatırlamak  kim bilir ne heyecan vericidir.

Ayrıca Evrim hocanın yüksek lisans tezi olan, Masal Mekanında Kadın Olmak adlı kitabını epeydir arıyordum. Arayan bulur derler ya... Sahiden buldum ve tüm merakımla okudum. Okumakla kalmadım,  masal kadınlarını anlatırken seçtiği bazı metinlerin içinde bulunduğu Prof. Dr. Saim Sakaoğlu tarafından olağanüstü emek verilerek hazırlanmış, Gümüşhane ve Bayburt Masalları adlı derleme kitabını da aradım, taradım, buldum, aldım. Evrim Ölçer Özünel'in  kitabını ilk kez okurken, örnek gösterilen masal cümlelerinin altını çizmiştim. Şimdi o masalların orijinallerini, Saim hocanın kitabından okuyacağım.

Tolkien, masal diyarının "tehlikeli bir ülke"  olduğunu; "bu diyarda ihtiyatsızlar için tuzaklar ve fazla cesur olanlar için de zindanlar" bulunduğunu söylüyor. Son günlerde masalların menzilinde  ihtiyatsızca ve cahil cesaretiyle hoplaya zıplaya gezinmekteyim. Nanananoom! Misal, az sonra Gümüşhane ve Bayburt yöresi masal diyarına  bodoslama gireceğim. 

Masal diyarı sahiden tehlikeli bir ülke mi? Koskoca Tokien söylemiş... Tuzaklar ve zindanlar varmış öyle mi? Heyy!  Üstelik masal mekanında kadın başıma kaldım di mi?

Haydi ordan! Kimden korkacakmışım ki?  Başlıyorum işteee:  "Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içindeeeee.........."


Hayal Kahvem


Ankara'daki  Somut Olmayan Kültürel Miras Müzesi'nin varlığından haberdar olunca, somut olmayan kültürel miraslarımız nelermiş diye merak ettim. Masallar, efsaneler, bilmeceler, atasözleri, fıkralar, halk hikayeleri, karagöz, meddah, kukla, geleneksel yemeklerimiz, halk hekimliği, halk takvimi, dokumacılık, telkâri, nazar boncuğu, bakırcılık, ebru,  halk mimarisi, doğum, düğün, nevruz kutlamaları, ölüm ritüelleri diye kısaca özetleyebilirim.

Konuyla ilgili haber ve yazıları okurken, "kuş dili, lavaş ve çinicilik" in de UNESCO'nun somut olmayan kültürel miras listesine yer alması için girişimde bulunduğumuzu öğrendim. Lavaş ve çiniciliği anladım. Kuş dili ne oluyor ki diye merak ettim. Araştırınca şaşırdım kaldım. Giresun'un Çanakçı ilçesinde, coğrafyanın engebeli olması sebebiyle yöre halkı yaklaşık 500 yıl önceden beri  birbirleriyle iletişim kurmak amacıyla  kuşdili kullanıyorlarmış.  Halk eğitim merkezlerinde kurslar açılıyormuş ki, memleket olarak teknolojiye hemencecik alıştık ya, kuşdili unutulmasın, nesilden nesile aktarılsın isteniyormuş.


Nasıl heyecanlandım anlatamam. Lakin tam anlayamadım. Kuş dili ne demekti? Kuş dili nasıl konuşulurdu? Durur muyum? Hemen sanal aleme göz attım. Meğer kuşdili, ıslıkla haberleşmeymiş. Türkçe'nin ıslıkla çalınan şekliymiş.  Uzak mesafelerde iletişim kurmak için kullanıyorlarmış. Allahım yarabbim... Müthiş! Ben bunu neden daha önce duymadım? Bencileyin tamtam ve dumanla iletişim yollarını sular seller gibi bilen Zagorsever biri, memleketimin somut olmayan kültürel değeri olduğu söylenen,  ıslıkla iletişim yolunu nasıl bilmez? İtiraf etmeliyim, önce kendimi berbat hissettim. Lakin "bilmemek değil öğrenmemek ayıp" denir bizim köyde... Valla icabında Kuşköy'e atlayıp  gidebilirim:)

Ayrıca Türkiye'de Giresun'un Çanakçı ilçesine bağlı Kuşköy'de kullanılan kuşdili olan ıslık dili var ya, sadece bizim memlekette değil, İspanya, Fransa, Çin, Meksika'nın bazı bölgelerinde de kullanılıyormuş.

Bakınız şurada hem açıklamalı anlatıyor hem ıslıkla haberleşme uygulamasını gösteren video var. Bayıldım:) https://onedio.com/haber/beynin-iki-tarafini-da-kullanan-tek-dil-olan-turklere-ozgu-islik-dili--673635

Hayal Kahvem


Psikanaliz dersindeyiz. Salvador Dali'nin tablolarına bakıyoruz.  Hoca, Dali'nin Narsisin Başkalaşması tablosu üzerine konuşuyor. Diyor ki:

- Önde yerden çıkan bir el görüyoruz. Yerden çıkan bu el, yumurtaya benzer bir şekli tutuyor. Yumurta çatlamış. İçinden bir nergis dalı yükseliyor. Bakın, bu elin hemen arkasında  su birikintisinden çıkan başka bir el var. Bu elin rengi  farklı. İlk el gibi bu el de parmaklarının arasında yumurta şeklinde bir şey tutuyor. İyice baktığımızda görüyoruz ki, bu yumurta değil. Daha çok cevize benziyor. Cevizin çatlağından saça benzer püskülümsü bir şeyler çıkıyor. 

İkinci ele daha dikkatli bakabilir misiniz? Bu gördüğünüz bir el mi sizce? Yoksa suyun içine  çömelmiş bir insan mı? Ne dersiniz?  Ceviz sandığımız form adamın başı olabilir mi? Başın arkasında saçlar...  İki forma iyice bakın lütfen...  İki formun  aynı ölçülerde olduğunu farkedeceksiniz.

Çok doğru.  Ve şaşırtıcı. Öndekiyle arkadaki form, renkleri hariç tüm ölçüleriyle tıpatıp aynı. Hoca konuşmasına şöyle devam etti:

- Freud'a göre, insan beyninde bilinç ve bilinçaltını ayıran filtreler var. Dali psikolojik hastalığı sebebiyle paranoya esnasında, bilinçli olanla bilinçdışı olanı aynı anda algılayabiliyor. Böylece müthiş bir zeka eseri olduğunu söyleyebileceğimiz bu tabloda görüleceği gibi,  Dali bilincin her iki düzeyini birleştirmiş, ölçüleri tıpa tıp aynı olan iki formun birini taştan bir el, diğerini ise toprak bir vücut olarak resmedebilmiş.


Hoca, Dali'nin hayatına geçti. Dedi ki:
- Salvador Dali, bir yaşındaki abisinin ölümünden dokuz ay sonra doğmuştur. Bir ikame çocuktur.

İkame çocuk mu? Ömrümde böyle bir şey duymadım. İkame çocuk ne demek?

Ölen çocuğun yerine konan çocuk demekmiş. İlk çocuk ölmese, Dali doğmayacaktı. Abisinin ölümü Dali'nin doğum sebebi. Ailenin yasını hafifletmek için doğmuş olduğunu düşünerek büyümüş. Abisinin kendi bedeninde tekrar vücut bulduğunu düşünüyormuş. Dedesinin, babasının, ölen abisinin adı, kurtarıcı anlamındaki Salvador. Dali'ye de aynı adı takıyorlar. Ölecek korkusuyla aşırı korumacı büyütülmüş. Hastalık ve ölüm korkusu hayatına sinmiş. Bir sır olan dedesinin intihar ettiğini ergenlik yaşında öğrenmiş. Yoğun değersizlik duyguları, derslerde başarısızlık, yalnız geçen çocukluk, ergenlik sorunları, cinsel problemler, halüsinasyonlar, paranoya krizleri, evli ve çocuklu bir kadın olan Gala'ya olan saplantılı aşkı... Ve... Gala ile evlendikten sonra üreticiliği artmış. Gala ölünce ölmek istemiş. Artık resim yapmamaya başlamış. 1989'da öldüğünde bedeni mumyalanmış.

Hayal Kahvem


"Ölülere Takılmış Bir Uçurtma Gibiyim. Biraz Öyleyim."

Dilek'in annesi öldüğünde, yıkanıp kefenlenmesi gerekiyordu. Hazırlayacak hocaya aileden iki kadının yardımcı olması istendi. Dilek, hiç tereddüt etmeden, ben yardımcı olurum, dedi. Arkasından  hemen atıldım.  Seninle gelirim, dedim.  Gittim. Teyzenin  şefkatle yıkanıp hazırlanmasına yardım ettik. Aradan bir yıl geçti.  Dilek ansızın öldü. Yakın arkadaşımdı.  Yüreğim yangın yerine döndü. Dilek'in yıkanmasına, kefen giymesine gönüllü oldum. Bu kez, daha usulüne uygun, kolayca, usulca yardım ettim. Ölümü kucakladım.

Japon yönetmen Yojiro Takita'nın  2009 da Yabancı dilde En İyi Oscar Ödülü'nü kazanan Okuribito/ Departures/  Gidişler adlı filmini, dün gece tesadüfen denk gelerek seyrettim. Bir kez daha, insan denen canlı iyi ki sanat yapıyor, iyi ki sinema var, dedim.

Filmdeki yeni evli müzisyen  genç adam Diago  işsiz kalınca, gazetede okuduğu "seyahat acentesi eleman arıyor" ilanına başvuruyor. Diago işin aslını öğrenince şaşırıyor. Çünkü bu seyahat acentesi farklı. Ölen insanları son yolculuğuna hazırlayıp, gönderiyor. Kimsenin kolaylıkla kabul etmediği  ölü yıkayıcılığı  için dolgun maaş verilince, Diago işi kabul ediyor. Karısına ne iş yaptığını söyleyemiyor.

Film, Diago'nun hayata, hayatın anlamına, ölüme bakışındaki o sancılı, ağrılı değişimini nasıl şiir gibi işlediyse, görüntüleri, müziği, sözleriyle  yüreğimin yangınına  şifa vererek hoşnutluk hissettirdi.

Roland Barthes, annesinin ölümünden sonra yazdığı Yas Günlüğü'nde der ki: " Tepkisiz kalın, sizi mahvetmiş olan anlaşılmaz gücün sizi biraz toparlamasını bekleyin, biraz diyorum çünkü içinizde her zaman paramparça olmuş bir şey kalacaktır. Bunu da söyleyin kendinize, çünkü sevginin asla azalmayacağını, insanın hiçbir zaman teselli bulamayacağını, giderek daha çok anımsayacağını bilmek de bir hoşluktur."

Son tahlilde, ne sebeple olursa olsun sevenin sevdiğinden ayrı düşmesi beter bir acı.  Lakin ölüm çaresiz ayrılıktır.  Çaresi varken ayrı düşmeye ne demeli peki?  Bu film seyredilmeli...


başlık- edip cansever'in dizeleri

Hayal Kahvem


- Benimle dans eder misin?
- Şimdi mi? Devrim öncesinde mi?
- Dans edilmeyen bir devrim olacaksa hiç olmasın daha iyi!
-Memnuniyetle.

Hayal Kahvem