Edebiyat Muhabbetleri

Başlatan V, 15 Temmuz, 2010, 22:08:56

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

hanac


Hayal Kahvem

Alıntı YapBu başlığa da bir göz atmanızı tavsiye ederim

http://altinmadalyon.com/altin/index.php/topic,9035.0.html

Teşekkür ederim Hanac. :)

Hayal Kahvem


Geceydi. Uyku öncesi Rus yazar Yevgeni İnanoviç Zamyatin'in 1920'de yazdığı  BİZ adlı ibret verici romanını okuyordum. Kitap distopik bir geleceği anlatıyordu. Zihnim mitolojik geçmişte dolanıyordu.

Yazarın "Bütün dünya tek ve muazzam bir kadındı ve bizler rahmindeydik; henüz doğmamıştık, neşeyle olgunlaşıyorduk." cümlesinde durdum.  Böyle miydi sahiden? Acaba doğmadan öncesini neden hiç hatırlamıyordum?

Ne vakit kaybolmuş bir düşünceyi hatırlamak istesem, sol elimin işaret parmağını  üst dudağımla  burnum arasındaki o derin oyuğun üstüne koyarım. Gene aynısını yaptım.

Derler ki, aslında insan doğmadan önce evrenin mucizesini, başlangıcı ve sonu, yaradılışın sırrını, olup bitecek her şeyi çok ama çok iyi bilirmiş. Dünyaya geldiğinde bildiklerini  çığlık çığlığa herkese anlatmak istermiş. Tam o anda bir melek gelirmiş. Kimseye anlatmasın diye parmağıyla bebeğin  dudağına bastırır,  doğum öncesinden bildiği her şeyi bir parmak tıkıyla siliverirmiş. Melek işini yapmanın rahatlığıyla havalanırken, bastırdığı yerde parmak izini bırakıverirmiş.

26. yüzyılda geçen,  insanların  numaralarla adlandırıldığı, özgür olmamanın doğru olduğuna, düşünmenin ve sorgulamanın hastalık olduğuna inandırılan, teknoloji ile bürokrasiye teslim olmuş, her dakikası devlet tarafından denetlenen distopik bir gelecek anlatan elimdeki BİZ adlı ibret veren kitabı, yatağımın yanındaki sehpaya usulca bıraktım.

Sol elimin işaret parmağını, üst dudağımla burnumun arasındaki derin çukura koydum.  Yaradılış gayemin, önceden bildiğim her şeyi yeniden keşfetmek olabileceğini düşündüm.  "Neden", "Peki sonra ne olacak," diye  sorular zihnimde uçuşurken rüyalar alemine geçtim.


fotoğraf/google'dan

Hayal Kahvem


Bilmiyorum 1906 doğumlu  Fredric Brown'ın  öykülerine hiç denk gelmiş miydiniz? Sevdiğim minik öykülerin yazarı Mr. Brown,  şimdi sözünü edeceğim öyküsünde okuruna "hayal et" diye seslenir.

İngilizce'den tam tercüme yapmış olmasa da, Vincent'in öykü hakkındaki yorumu şöyledir:  "Ey insan, muhayyileni uzay gemileri, canavarlar, cadılar, cinler, ölüm perileri, tılsımlar, büyüler gibi fantastik dediğin şeyler hayal etmek için kullanmak kolay olanı.
"Esas zor ve fantastik" olan bizzat kendi varlığının, bedeninin ve içinde yaşadığın gezegenin evrenin içindeki varoluşunu, doğasını hayal etmektir. Yani  aslında kendi varoluşun, bilincin ve evrenin gerçekleri çok daha şaşırtıcı ve hayal gücü gerektiren olgulardır."

Müthiş değil mi?

Benim olduğum söylenen bir bedenin içindeyim. Görebildiğim, işitebildiğim, tadabildiğim, koku alabildiğim, dokunabildiğim velhasıl ancak duyu organlarımın işlevleri ve de düşünebildiğim, hissedebildiğim, sezebildiğim, elbette hayal edebildiğim kadar dış dünyayla bağlantı kurabilirim.


Bu bedenle sekiz tane gezegeni bulunan, bulunduğu galakside durmadan turlar atan  bir güneş  sistemindeyim. Şu anda bedenimin içindeyken, bilim insanlarının söylediğine göre  dünya hem kendi etrafında hem güneş etrafında  saatte binlerce kilometre hızla yol alıyor. Çok acayip! Aslında bu hızlarla savruluyor olmalıyım, bu hareketleri hiç hissetmiyorum. Güneş benim gibi dünyalılar için elbette çok büyük. Lakin  bu güneşten  daha küçük ya da daha büyük yüz milyon tane güneşler ve  milyarlarca galaksiler olduğu söyleniyor. 

Binlerce kasırga aşkına! Heey!  Evrende beni duyan vaaaarr mııı?

Uçsuz bucaksız bir evrende, tam olarak anlamadığım şekiller çizerek sürekli hareket ettiği söylenen iğne ucu büyüklükte bir gezegende, sınırlı duyulara sahip beden denen bir kutunun içinde hapisteyim.


Yoooo:)

Hayal Kahvem

"Dağılsak Da Göç Yollarında Yarın Bizim Bütün Dünya "

Hep yerleşik yaşadım. Hiç göç etmek durumunda kalmadım.
Lakin epeydir  göç,  göçmenlik, sürgün, iki kültürlülük sorunları ile bu durumların sonucunda ortaya çıkan trajedilerin, dramların, acıların, dertlerin evrenselliği üzerinde kafa yormakta, okumalar yapmaktayım. Şimdi ise dünyanın farklı coğrafyalarında bu halleri yaşayan insanlar hakkında çekilmiş filmleri seyretmeye niyetlendim.
Amacım empati hislerimi kışkırtmak, bu konuları daha fazla  düşünmemin ve konuşmamın gerekliliğini iyice hissedebilmek...

Başlık - Yeni Türkü şarkı sözüdür.










Hayal Kahvem


nanananoommm! karamba karambita! 4. Chaboute kitabım oldu. Çok mutluyum.:D








Hayal Kahvem




Boğaziçi Üniversitesi ve Psikeist'in işbirliğiyle düzenlemiş oldukları,  Gitmek mi Kalmak mı? Psikanaliz ve Göç adlı  iki günlük uluslararası sempozyum programına tüm merakımla katılmıştım. Göç meselesi uzun zamandır zihnimi meşgul ediyordu. Göçle ilgili okumalar yapıyor, filmler seyrediyordum. Aşağıda  bazılarını listelediğim sempozyumun  başlıkları o kadar ilgimi çekmişti ki, gitmemezlik edememiştim.

- Yurt dışına çalışmaya giden ebeveyn ve arkada bırakılan evladı birbirine bağlayan tekinsiz hasret...
- Göçte kültürün ve dilin kaybı üzerine psikanalitik düşünceler
- Bir zorunlu göç olarak "ruhsal inziva"
- Coğrafi olarak yerinden olma travması: Anlamak ve iyileştirmek
- Kalmak ya da terk etmek, işte bütün mesele bu...
- Mültecilerin insan yerine konulmaması: Sürgündekilerin çilesi
- Koltuktan divana... Divandan skype'a..
- Göç eden kadın: Yeni kimliğe doğru bir yolculuk
- Göçe sosyolojik yaklaşımlar: Türkiye örneği
- Gitmeden önce gitmek üzerine düşünmek mümkün müydü?
- Göç ve travmanın psikanalitik odadaki izleri
- Freud yapıtı güncel travmalara yönelik bize ne öneriyor?
- Ana İlahe'nin göçü
- Kendinden sürgün
- Ölüm kapıdayken düşünmek

Sempozyumun ilk günüydü. İlk günün ikinci kahve molasındaydık. İnsanlar guruplar halinde  muhabbet edip  kahvelerini içiyorlardı.  Çoğu meslektaştı ve birbirlerini tanıyorlardı. Konuşmacılardan biriyle yan yana düştük. Kendisi değerli bir hoca ve terapistti.  Göz göze geldik. Selamlaştık.
- Psikiyatrist misiniz? diye sordu.
- Yoo. Değilim, dedim.
- Psikolog musunuz yoksa?
Cevap vermedim. Başımı sallayarak hayır dedim ve usulca yanından uzaklaştım. Acaba niye sigortacıyım, diyemedim. Birdenbire oraya ait değilmişim korkusu yüreğime yerleşti. Sanki herkes bana bakıyor,. sanki herkes benim onlardan biri olmadığımı düşünüyordu. Toplum içinde kendini  "öteki" gibi hissetmek ne fena bir histi.  Anadilimi konuşan insanlarla bir arada olmama rağmen tuhaf bir tedirginlik ve utanç içindeydim. Suçluluk, yabancılık, hatta sürgün hissi duymaya başlamıştım. Travmaya dönüşmeden  sempozyumdan çekip gitmeli miydim?

Bir el omuzuma dokundu. Döndüm.  Az önce konuştuğum hocaydı... Gülümsedi.
- Kahve molası bitti. Şimdi benim sunumum var. Yoksa dinlemeyecek misiniz  beni, dedi.
Kendime geldim. Gülümsedim.
-  Hocam, muhabbetimiz yarım kaldı kusuruma bakmayın. Mesleğimi sormuştunuz ya hani... Sigortacıyım. Sizi tüm merakımla dinleyeceğim, dedim.
- Hahha! Harikasınız! Ne iyi yapmışsınız, gelmişsiniz, dedi.
Birlikte merdivenlere doğru koştuk.  O sahnede yerini alırken, ben  salondaki kalabalığın arasına daldım.

pizagor

'Gidin gidin, bir şey olmaz, alışırsınız!' mı diyorlar sevgili Hayal Kahvem?
İlk Biriktirici... Vampir Dişçisi... Huysuz İhtiyar... KRONİK İTTAPAR!!!
Hayat sana sokak hayvanlarına davrandığın gibi davransın!


Hayal Kahvem

Valla kimsenin  varlığımla ilgilendiği yoktu elbette Pizagor,  lakin insan psikolojisi işte:)

Gene de bazan insan kendini "öteki" gibi hissedince, sahiden "öteki" gibi davrandığımız insanların vaziyetlerini  daha kolay anlayabiliyor. Feci.

Hayal Kahvem


Ütopya, mükemmel bir dünya tahayyül ederken, distopya tam tersidir. Karanlık, kötü gelecekler tahayyül eder. Var olan düzeni eleştirir, geleceğe dair  uyarı tadı verir.  Distopik kitaplar ve filmler her daim ilgimi çeker. Son zamanlarda Kanadalı yazar Margaret Atwood'un takipçisiyim.  Kadınlar için tasavvur ettiği  distopik dünyalar, gerçekten zihin açıyor,  silkeleyip sarsıyor.   Distopyaların en ilgimi çeken yönü ne biliyor musunuz? En fena ortamda bile  illa ütopya ümidi vermesi...  Umut hep var. Tuhaf. Ve büyüleyici.


The Handmaid's Tale (Damızlık Kızın Öyküsü), Margaret Atwood'un kitabından  0n bölümlük televizyon dizisi yapılmış.  Yazar kadınlar için feci bir distopya kurgulamış. Erkek egemen sistem tarafından, kadınların  tüm haklarının bir günde  ellerinden alındığını hayal edin. Çalışan tüm kadınlar işten çıkarılıyor, bankadaki paraları kocaları ya da erkek kardeşlerinin tasarrufuna geçiyor, ya eş ya anne olmaları gerekiyor, doğurgan kadınlar çocukları olmayan kadınların kocalarının hizmetine veriliyor, kadınların örgütlenmelerinden korkulduğu için birbirleriyle konuşmaları yasaklanıyor,  yani kadını boyunduruk altına alan feci bir  totaliter toplum düzeni. Bu tip hayatlar yok mu? Biliyoruz ki bizim coğrafyamız da dahil olmak üzere dünya üzerinde nesneleştiren kadınların sayısı tahmin ettiğimizden daha çok. Lakin filmin kahramanı özgür yaşayan,  çalışan, evli, çocuklu, mutlu bir kadınken, bir anda ismi de dahil  her şeyini kaybediyor.  Yazar diyor ki; "Bana olmaz deme, sıra sana da gelebilir." Mutlaka izlenmeli. İbret verici bir dizi.


Margared Atwood'un kitabından televizyon dizisi yapılan, Alias Grace'i yeni izlemeye başladım. Filmin kahramanı ailesiyle birlikte İrlanda'dan Kanada'ya göç eden genç bir kadın. On altı yaşındayken, çalıştığı evde iki kişiyi öldürdüğü düşünüldüğü için ömür boyu hapse mahkum ediliyor. Eski zamanlarda adaletsiz ataerkil düzen içinde seyreden filmde, kadınların kadın olması sebebiyle  aşağılanması, tacize, tecavüze uğraması, yaşanan haksızlıklar bu kez Margaret Atwood anlatımıyla filme aktarılmış. Sürükleyici. Az sonra dizinin dördüncü bölümünü ilgiyle  seyredeceğim.

Hayal Kahvem


Sahaflarda denk geldim.  15 Mayıs 1979 tarihli Sanat Emeği adlı dergi. Sararmış sayfalarından birini araladım. O ismi görünce, şaşırdım kaldım. Engin Ergönültaş, "Orhan Gencebay'dan  Ferdi Tayfur'a "Minibüs Müziği" başlıklı bir yazı yazmış. Ayaklarım kendiliğinden kasaya yöneldi. Elim çantama gitti. Dergi artık benimdi.

Engin Ergönültaş'ın fotoğrafını görsem tanımam. Lakin Gırgır zamanından, Pişmiş Kelle'den çizdiklerini bilirim. Çok severim. Ya romanına ne demeli? Rüyada kitap okuyormuşum tadı veren kitap... Minare Gölgesi...

Demek Engin Ergönültaş'ın dergilere yazdığı çok eski yazıları var. Ne hoş! Keşke bu yazıları bir araya getirilse... Ve bir kitap yapılabilse... Keşke.

Hayal Kahvem


Hikayesi Norveç coğrafyasının olağanüstü güzel karlı manzaraları eşliğinde ilerleyen Fortıtude adlı diziyi seyrediyorum. Şiir gibi görüntüler... Polisiye... Psikolojik gerilim... Her bölümü ilgiyle takip ediyorum. Bu bölüm de bitti. Az sonra bir diğerini seyredeceğim.    Mısır patlatmak için mutfağa gittim. Yürürken, son zamanlarda seyrettiğim dizilerin genelde İskandinav ülkelerinde geçtiğini düşündüm. Elbette benim seçimim. Hepsi polisiye, gerilim. Niye Kuzey Avrupa ülkelerinde polisiye bu kadar ilerde  acaba?

Derler ki İskandinav ülkelerinde dünyanın en mutlu halkları yaşar. Kaliteli eğitim ve sağlık, iş imkanları, refah düzeyleri,  işsizlik yardımları, özgürlük, adalet, demokrasi anlayışları, temiz hava, güvenli gıda, sakin huzurlu hayat falan...  Hay canına sayın seyirciler... Yani dediklerine göre bu İskandinavyalılar'da  her şey var...  Sadece... Dert yok... Tasa yok..  Heyacan yok...  Hiç  sorun yok.  Anladım... Ne hayal etsinler yani?  Hayatlarına biraz hareket gerek, öyle değil mi? 

Bir elimde patlamış mısır, bir elimde gazoz... Umrumda mı dünya? Oturacağım. Dizinin devamına akacağım. Aaa! Acaba ben de mi  İskandinavyalılaştırdıklarındanım:)










hennessy

Hayal Kahvem güzel yazmışsın merak ettim polisiye benim işimdir bakacağım
Murat : Hasan abi Avengers dağılmış duydun mu?
Hasan: Duydum duydum toplanın Tellioğulları

Hayal Kahvem

Seyret bakalım Hennessy,  yorumunu merak edeceğim

Hayal Kahvem


İnsanın Kullandığı İlk Alet De Başka Bir İnsandı.

Hakan Günday'ın, okuduğumda  beni silkeleyen, gerçeklerle yüz yüze getiren,  çarpan,  boğazımı düğümleyen, sert yumruk tadındaki romanlarından asla vazgeçmedim. Kinyas ve Kayra, Ziyan, Piç, Zargana, Azil, Malafa, Daha... Yazdığı kitapları pürdikkat okudum. Her defasında beni konforlu dünyamdan çekip çıkarmayı, rahatsız etmeyi tüm maharetiyle başardı. Kitaplarını okuduğumda, bazan oturduğum yerde ürkek bir serçe gibi titretti. Bazan başıma bir balyoz yemiş gibi allak bullak  etti. Hakan Günday'ın kitaplarını acı çekmekten hoşlanan biri olduğum için okumuyorum  elbette....

Daha, sanıyorum 2013 yılında yayımlanmıştı. Yasa dışı insan ticareti yani yasa dışı yollardan yurt dışına kaçmaya çalışan  göçmenlerin hikayelerini günümüzdeki kadar yoğun işitmiyordum. Arada televizyon ekranında, Kuşadası'nda yasa dışı yollardan yurt dışına kaçmaya çalışan toplam 36 kaçak göçmen sahil güvenlik ekiplerinin düzenlediği iki ayrı operasyonla yakalandı, deniyordu misal... Göçmenler gösteriliyordu... Öylece bakıyordum... Sıcacık evimde, karnım tok, sırtım pek seyrediyordum insanların hallerini... Kimdi bu insanlar? Memleketlerinden buralara getiren sebepler neydi? Kuşadası'na kadar nasıl ulaşabilmişlerdi? Neler yaşamışlardı? Bu insanları kaçıran insanlar kimlerdi? Neden insan ticareti yapıyorlardı? Haber esnasında zihnimde muhtelif sorular uçuşuyordu elbette, lakin sonra hooop bambaşka bir mecraya mesela bir spor müsabakasıyla ilgili habere akıyordu ekran... O göçmenlerle ilgili haberler sanki gerçek değildi. Başkalarının başına gelen trajideleri bir kurgu gibi seyrediyordum besbelli.

İşte o tarihlerde Daha'yı okuduğumda resmen vurgun yemiş gibi olmuştum. Hakan Günday, göçmenlere çektirilen bütün zulümleri  Daha'da romanlaştırmıştı sanki... Kitap hakkında fazla yazıp, romanı okumayanlar için nezaketsizlik etmek istemiyorum. Roman uykumdan uyandırmıştı beni. Rahatsız etmişti. İçine doğduğum coğrafyayı, ailemi, cinsiyetimi, adımı ben seçmemiştim. Savaşta lime lime edilmiş şehrinden kaçan o göçmenlerden biri ben olabilirdim. Yeni bir hayat kurmak için hayatımı feda etmeyi göze alabilecek kadar  çaresiz kalmayı, ancak has bir  edebiyat veya sanat eseri insana hissettirebilir. İnsan kaçakçılığı yapan katil bir babanın oğlu olmayı da...   Çaresizlik ne feci bir şeydi!  Aslında iyiyken  kötü olmak ne  kadar kolaydı... Ya da tam tersi. O şartlarda gene aynı ben olabilir miydim?

Kitap, harbiden göçmenlerle ilgili okumalar yapmama, sempozyumlara katılmama, yazmama, düşünmeme, iyilik-kötülük kavramlarına kafa yormama sebep olmuştu.  Daha,  beni "daha" duyarlı olmaya yönlendirmişti.

Daha'nın  filme çekildiğini duymuştum. Üstelik Hakan Günday kendisi filme uyarlamış. Onur Saylak yönetmenliğini yapmış. Şahane bir haberdi bu. Şimdi Daha şehrime gelmiş.  Bazı filmler bir kaç salonda aynı anda oynatılırken, Daha, şehrimdeki sadece tek sinemada, sadece tek salonda, sadece günde iki seans oynatılıyor. Heyyy!  Kaçırmamalıyım.

not- başlık hakan günday dan