Edebiyat Muhabbetleri

Başlatan V, 15 Temmuz, 2010, 22:08:56

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Hayal Kahvem


Bazen Düşünür Müsün, Başka Bir Şeymiş Gibi Kendini?

Peşin peşin itiraf ediyorum, yine yeni yeniden, bir kitabın kapağına vuruldum. Kitabı elime aldım. Kapağını iki yana açtım. Allahım yarabbim... Kapaktaki fotoğraf, Karacaoğlan'ın dediği gibi, "Kim var imiş biz orada yoğ iken" hissi geçirmiyor mu? Heyy! Bakar mısınız? O vakitler biz yoktuk. Onlar ise orada yaşıyorlardı. Kim bilir ne tür hayalleri vardı?

Bazan, tek ömürde tek hayat az geliyor bana biliyor musunuz? Zamanda yolculuk yapabilsem. Farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda, bazan kadın bazan erkek olabilsem, bambaşka hayatlar yaşasam... Mesela o fotoğraftaki adamlardan biri ben olabilsem... Nasıl oturmuşlar görüyor musunuz? Fotoğraf çekiliyor ya... Nasıl tatlı poz vermişler... (Arkadaşım, kulakları çınlasın. Tek ömürde tek hayat bana az geliyor dediğimde, ayyy bana tek hayat fazla geliyor, başkasını almayayım, der:) Neyse... Ben bazan düşünürüm valla... Hayal benim değil mi? Düşündüğümü olurum icabında... Kimseciklerin ruhu duymaz:)

Kitabın adı, İstanbul'da Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri. İlk yazı Osman Cemal Kaygılı'ya ait. Adını ömrümde işitmedim. 1890-1945 yılları arasında yaşayan yazarın "Çingeneler", "Aygır Fatma", "Bekri Mustafa"adlı kitapları varmış. Feci merak ettim. Yazar, hep eski İstanbul'un kenar mahalleriyle ilgilenmiş. O kadar çok öyküsü var ki anlatamam. Hep yazmış. Çok yazmış. Argo Lügati adlı bir sözlük bile hazırlamış.

Bu kitap, bir zamanlar İstanbul'da, semai kahvesi yahut halk değişiyle çalgılı kahveler denilen mekanlarıyla, isimleri unutulmuş pek çok saz şairleri, maniciler, semaiciler, destancıları anlatıyor. Çalgılı kahvelerde, sazlar çalınıyor, marşlar, türküler, şarkılar söyleniyor, maniler, koşmalar okunuyor, destanlar anlatılıyor. İstanbul'da, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru hayatın edebiyata yansımasının bir şekli de buydu demek ki... Televizyon, bilgisayar, akıllı telefon, internetin olmadığı bir zamanda, erkek dünyasının unutulan eğlencesi, çalgılı kahveleri... Du bakalım... Okumaya edeyim. Devamını yazarım belki...

başlık- metin altıok dizesi

Hayal Kahvem


Kitabın yazarı Günther Anders.  Tanımıyorum.  Kitabı çevirenler Herdem Belen ve Hüseyin Ertürk. Çeviri kitaplarını daha önce hiç okumadım. Kitabın adı... Kafka'dan Yana Kafka'ya Karşı... Kafka mı? Dayanamadım.  Kitabı kaptığım gibi... Marş marş... Kasaya... Kitabı aldım.


Çevirenlerin Önsözü'nde Günther Anders için şöyle yazıyor: "1902 - 1992  arası, yüzyılın neredeyse tüm altüst oluşlarına tanıklıkla başa çıkmak zorunda kalmış bir yaşam. İki Dünya Savaşı, Nazi İktidarı, sürgün, Auschwich, Hiroşima, Cezayir, Soğuk Savaş, Çernobil. Özellikle Kaliforniya'daki fabrika işçiliği yılları ve Hiroşima, savaş sonrası düşünsel macerasını belirleyen iki temel etmendir." Hay canına sayın seyirciler... Günther Anders'in kendi yaşamı zaten roman gibi. Kafka'yı unuttum, Günther Anders'i okumaya başladım.

Günther, psikolog anne babanın üç çocuğundan biri. Felsefe ve sanat tarihi okumuş. Louvre'da rehberlik yapmış. Heidegger'in derslerini dinlemiş.  1928'de Berlin'de Hitler'in Kavgam kitabını okuduktan sonra yakın çevresini uyarmak niyetiyle evinde toplantılar düzenlemiş. Ancak çağırdıklarının pek çoğu,  Hitler'i  "badanacının teki" diye görüp ciddiye almadıkları için toplantılara katılmamışlar.  Anders ise çok ciddiye almış ve Hitler için  "Bu adam söylediğini düşünüyor. Ve öylesine amiyane tarzda ifade ediyor ki söyleyeceklerini, amiyane olanları peşine takacağı gibi amiyane olmayanları da amiyaneleştirip etkileyecektir." demiş. Müthiş bir öngörü değil mi? Dünya halkı 20. yüzyılda acı çektiği kadar hiç bir yüzyılda acı çekmedi denir ya hani... Anders'e göre bunun sebebi düş gücü eksikliği... Ona göre, düş gücü, günün algı metoduydu. İnsan yazgısının ipleri, zerrece düş gücü olmayan beş paralık adamların elindeydi.


1932 de ilk romanını yazmış, lakin Nazilerin iktidara gelmesi sebebiyle yayımlanmamış.   Hitler zulmunden kaçıp on dört yıl  Amerika'da yaşamak zorunda kalmış. Fabrikalarda işçilik, radyo programcılığı yapmış. Japonlar hakkında bir broşürü Almanca ya tercüme etmesi istenince, "Almanya'daki faşistlerden Amerika'daki faşistlerin yazdıklarına alet olmak için kaçmadım." diyerek istifa etmiş. Sonraki zamanlarda  Amerika'ya girişi de yasaklanmış.

1944 de ikinci eşiyle birlikte Viyana'ya yerleşmiş.  Nazi döneminde Kuzeni Walter Benjamin ile aynı evi paylaştıkları Fransa  günlerini anlattığı röportajındaki sözleri çok mühim: "Walter'le o yıllarda evde sırf felsefe yaptığımızı düşünenler yanılıyorlar. İlk planda antifaşittik; ikinci olarak antifaşisttik, üçüncüsü antifaşisttik. Arta kalan zamanlarda belki felsefe üzerine laflamışızdır."

Günther Anders'in  umut için söylediklerini unutmamam lazım... "Benim düsturum şudur: İçine sürüklendiğimiz şu berbat durumda katkı ve müdahale için şansın minicik de olsa durmayacaksın, müdahale edeceksin. Kaleme aldığım, demin sizin de değindiğiniz "Atom Çağının Emirleri'nin sonunda benim ilkem yer alır. O da şudur: Umutsuzsam bana ne! Değilmişim gibi devam."


Çeviriyi yapan Hüseyin Ertürk ve Herdem Belen önsözde yazar için, "Evet, bıkıp usanmadan "uyarmış" bir adamdır Anders, oysa Rembrandt ya da Berlioz ya da müzik sosyolojisi üstüne yazmayı ne kadar da istemiştir." demişler. Şimdi benim elimde olan, Günther Anders'in,  daha Kafka tam bilinmiyorken, Kafka üzerine yazdığı bir inceleme kitabıymış. Almanca olarak 1972 yılında yayımlanan kitap, 45 yıl sonra, geçen yıl Herdem Belen ve Hüseyin Ertürk tarafından Türkçe'ye çevrilmiş ve İthaki yayınlarından çıkmış.

Anladım ki, Günther Anders yaşadığı dönemin kepazeliğini cesaretle anlatan, açık sözlü,  uyumsuz, tavizsiz, hep ezilenden yana, tehlikeleri sezen ve uyaran  bir yazar. Kafka'dan Yana Kafka'ya Karşı kitabını tüm merakımla okumaya başladım. Kitabı yarıladım. Okumayı bitirdiğimde, öğrendiklerimi paylaşmayı umuyorum. Umutsuzsam bana ne! Değilmişim gibi devam."


Hayal Kahvem


Şubat... 28 gün... Türkiye'de Şubat ayında 47 kadın erkekler tarafından öldürülmüş. Şimdi baktım. Mart ayında erkekler tarafından öldürülen kadın sayısı 25...

Amerikalı  yazar Rebecca Solnit, Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar adlı kitabının önsözüne "Bu kitap, şiddet kurbanı olmamak için harcanan hayattan, okuduğumuz haberlerden, şiddet, özgürlük ve adalet hakkında düşünmekten ve toplumsal cinsiyetten ders çıkarıyor." diye başlamış. Türkiye'deki toplumsal cinsiyet politikaları hakkında pek fazla bir şey bilmese de, bu meseleler hakkındaki konuşmaların evrensel olduğunu söylüyor. Amerika Birleşik Devletleri'nde her 6.2 dakikada bir polise bildirilmiş tecavüz vakasının yaşandığını, her 5 kadından birinin tecavüze uğradığını söylüyor. Yeryüzünün her köşesi kadınlara karşı şiddet ve tecavüz vakalarıyla dolu.

Şiddetin bir ırkı, sınıfı, dini ya da milliyeti yok ama şiddetin bir cinsiyeti var, diyor.

Elbette bütün erkekler şiddete eğilimli değil. Çoğu değildir.  Hatta erkekler de erkek şiddetinden zarar görüyor.  Rebecca Solnit, örnek vermeye devam ediyor. Diyor ki, kanser, savaş ve trafik kazalarına bağlı ölümlerin tümünün toplamından daha fazla sayıda kadının, erkek şiddeti nedeniyle öldüğü görülüyor. Feci!

Yazarın dediği gibi, şiddetin olmadığı ya da açığa çıkarıldığı, şiddete karşı çıkılan, şiddetin radikal bir şekilde azaldığı ve böylece de ölümün, yaralanmanın, korkunun, sessizliğin, tehtidin, kısıtlamanın olmadığı, kadınların güven içinde yaşadığı, insan haklarına ve eşit haklara sahip olduğu  bir dünya hayal etmeliyiz.

Erkekler tarafından şiddete maruz kalmış, öldürülmüş, adını bildiğim ya da bilmediğim tüm kadınları kız kardeşimmiş gibi hissediyorum. Ve ancak kadın-erkek el ele mücadele ederek, dayanışarak erkek şiddetine son verileceğine inanıyorum. Yazar da kitabında şöyle söylüyor: Ayrımcılığı tek başına kadınlar yok edemez, tıpkı siyahların ırkçılığı, beyazların katılımı olmadan yok edemeyeceği gibi.


Hayal Kahvem


Niye Kadın Shakespeare Yok?

"Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları "ezeli" ve de "ezici" bir soru vardır: Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız? İşte Virginia Woolf bu "yakıcı" soruya, tarihsel ilişkilerin kökenine  inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten sonra esaslı bir yanıt getiriyor. Ve şöyle sesleniyor kadınlara: "Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!" Virginia Woolf/Kendine Ait Bir Oda


İngiliz  kadın yazar Virginia Woolf(1882-1941), Kendine Ait Bir Oda adlı kitabının bir bölümünde Shakespeare'in, kendisi kadar yetenekli, bilgili, edebiyata, tiyatroya ilgili bir kız kardeşi olsaydı neler olurdu, diye hayal eder. Diyelim ki adı Judith olsun, der. Şekspir okula gidip eğitimini tamamlayacak, kızların okula gitmesi yasak olduğu için Judith ise evde temizlik, yemek, ütü yapacak, evin küçük çocuklarına bakacak.  Şekspir sanat ve tiyatroyla ilgilenirken ailesinin isteği üzerine komşu kızıyla evlendirilir. Bu duruma dayanamayan Şekspir evden kaçıp, hayallerinin peşi sıra Londra'ya gidecektir. Bir tiyatroda iş bulur. Başarılı bir oyuncu olur.  Sanatçılar arasında yaşar. Herkesle tanışır. Sokaklarda dolaşır.  Oyunlar yazar.  Kraliçenin sarayına giriş hakkını elde eder.

Bu arada, kendisi gibi  olağanüstü yetenekli kızkardeşinin evde olduğunu farzedeceğiz. Aslında Judith de abisi gibi macera ruhludur, yaratıcıdır, dünyayı tanımak için yanıp tutuşmaktadır. Yirmisine varmadan evlendirmek isterler. Bir yün tüccarıyla söz kesilir. Judith evlenmek istemez, ağlar,  bağırır. Babaya itiraz mı ediyor? Elbette  dayak yer.  Abisinin yolundan gitmek ister. Evden  Londra'ya kaçar. Bir tiyatro  kapısına gider. Oyuncu olmak istediğini söyler. 16. yüzyıldayız. Kızların okula gitmesinin yasak olduğu gibi tiyatroda oynamaları da yasaktır.  Adamlar oyuncu olmak isteyen Judith'e gülüp alaya alırlar. Peki şimdi ne yapacaktır? Abisi gibi sokaklarda gezip, barlarda sanatçılarla muhabbet edebilir mi? Mümkün değildir. Oysa Judith erkeklerle kadınların yaşamlarını ve huylarını incelemek, açlığını doyurmak için yanıp tutuşmaktadır. En sonunda bir oyuncu menajerinin Judith'e acıdığını ve evine aldığını hayal edelim. Bir süre sonra Judith bu adamdan hamile kaldığını öğrenecektir. Woolf der ki, bir kadın bedenininde kıstırılıp kalmış bir şair ruhunun şiddetini ve ateşini kim ölçebilir? Bir kış gecesi canına kıyar ve şimdi otobüslerin durduğu bir kavşakta gömülü yatmaktadır.

"Şekspir döneminde bir kadın onun dehasına sahip olmuş olsaydı, sanırım öyküsü böyle yazılırdı," der Viginia Woolf. "16. yüzyılda üstün yetenekle doğan herhangi bir kadın hiç kuşkusuz çıldırır, kendini vurur ya da yaşamını köyün dışında bir kulübede, korkulan ve alaya alınan bir yarı cadı, yarı büyücü olarak geçirirdi."

İngiltere'de 19. yüzyıla kadar bir kadının ailesi olağanüstü zengin ya da çok soylu olmadıkça, kendine ait bir odası olması imkansızdı der Virginia Woolf. !9. yüzyıldan sonrasını başka bir yazıya saklayayım... Çünkü 19. yüzyıl Virginia Woolf'un zamanıdır. O  başlı başına ayrı bir kadınlık hikayesidir.

21. yüzyılda yaşıyan bir kadınım. Para kazanıyorum. Kendime ait bir odam var. Zaman ayırıyorum ve bloğa da olsa illa yazıyorum. Erkekler ne der düşünmeden yazıyorum.

Ve artık kadınların daha çok yazmaları gerektiğine inanıyorum :)

Hayal Kahvem


16. yüzyıl minyatür sanatıyla, sevdiğim  Kill Bill, The Big Lebowski, Inception, Star Wars, Intersteller, Darth Vader gibi filmleri ve de Lolita, Değişim, Küçük Prens gibi edebiyat eserleriyle birleştiren memleketimin genç sanatçısı Murat Palta'nın çizimi bu yıl, 37. İstanbul Film Festivali kitap kapağında görünce ne yalan söyleyeyim çok sevindim. Çünkü kendisinin ve eserlerinin takipçisiyim.


Murat Palta ve kardeşi Star Wars seyrettikleri bir gün,  Yıldız Savaşları Osmanlı'da geçse nasıl olurdu, diye düşünmüş. Dumlupınar Üniversitesi Grafik Tasarım  bölümü mezunu olan sanatçı,  resimlemeye karar vermiş. Ne iyi etmiş.

Star Wars

Günümüz sanat tarihçileri resmin ve  özellikle minyatür sanatının temel kaynağı olarak, 3000 yıllık medeniyet olan  Mısır sanatını görüyorlarmış. Osmanlı'da minyatürün yaygınlaşması ise İran ve Hindistan'da kurulan müslüman devletlerin sanat koruyuculuğunu üstlenmesi sayesinde olmuş. Nakkaşhaneler kurulmuş. En verimli örnekleri 16. ve 17. yüzyılda görülen minyatür, geleneksel Türk sanatları arasına girmiş. Ünlü nakkaşlar çıraklarını yetiştirmişler. Minyatürler tarihi olayları anlatan, çizildikleri dönemin yaşam tarzını, adetlerini, geleneklerini aktaran önemli belgeler olmuş. Lakin teknoloji modern hayata iyice yerleşince, bu yavaş sanat gün geçtikçe unutulmaya başlamış. Bana göre, Murat Palta'nın minyatür sanatını popüleştirmesi şahane olmuş. Sinemanın, edebiyatın sevdiğim eserlerini Murat Palta'nın çizimleriyle seyretmek harika. Felek birine sahip olmamı nasip eyleye... Amin.

Dünyayı Kurtaran Adam                                    Yüzüklerin Efendisi


Küçük Prens                                                             Dönüşüm



Minyatür Kill Bill'in güzelliğine bakar mısınız?

Kara Şövalye'nin film karesini ne güzel minyatürleştirmiş.

Hayal Kahvem


"Hep Denedin. Hep Yenildin. Olsun. Yine Dene. Yine Yenil. Daha İyi Yenil."

Sevgi Soysal'ın ikinci kitabı Tante Rosa 1968'de yayımlanmış.  Küçük bir kasabada yaşayan bir Alman kadının hikayesi olması sebebiyle, anlatının bizim kültürümüzü yansıtmadığı gibi nedenlerle eleştirilmiş ve ilgi gösterilmemiş.  Şiir gibi akan, ince bir mizahla gülümsetirken düşündüren, özgür bir dille yazılmış,  pintiricik bir kitap. Yayımlandığı tarihten elli yıl sonra Tante Rosa'yı  tüm merakımla okudum.

Cinsiyet eşitsizlikleri, toplumsal kurallardan azade kadının kendi olma çabası o kadar evrensel ki, kahramanın yabancı bir kadın olması fark etmiyor. Tante Rosa içinden geldiği gibi yaşamak isteyen, erkeklerin kurduğu sistemin kadınlara yüklediği rolleri sorgulayan, kabullenmeyen, her insan gibi hatalar yapan, düşe kalka yoluna devam eden bir kadın. Tutunamayan pek çok erkek kahraman yok mu? Tante Rosa da tunamayan,  lakin hiç vazgeçmeyen bir kadın kahraman.

On bir yaşında bir kız çocuğu düşünün... Bir haftalık aile dergisinde, kraliçe Victoria'nın  at üstünde fotoğrafını görür. At  cambazı olmak ister.  İlk hayal kırıklıklarını yaşar... Babası ölür. Annesi  başka bir adamla evlenir. Kızı rahibe okuluna gönderirler. Komşularının oğlu Hans'tan ilk cinsel deneyiminde hamile kalınca, istemeden  evlenir. Üç çocuğu olur. Hayat gün be gün monotonlaşır. Daralır.  Yedi yıllık evililiğini ve üç çocuğunu bırakarak evi terk eder. Günahkar bir kadın olarak nitelendirilir. Afaroz edilir.  Büyük şehre gider. Evlenir. İş kurar. Yapamaz. Ayrılır. Başka bir adamla evlenir. İşe girer. İş kurar. Yapamaz. Hayal kurmaktan vazgeçmez. Başına gelenlere gülen, alaya alan, toplum  ve din kuralları diye önüne sürülen hayatını daraltacak her şeye baş kaldıran,  ölümüne kadar hayatın ipine tutunmaktan asla vazgeçmeyen bu kadının serüvenini, Sevgi Soysal'ın o şahane anlatımıyla mutlaka okumalıdır.


NOT- Başlık Samuel Beckett'e aittir.

Hayal Kahvem


İzlanda'da, Reykjavik'in küçük bir kasabasında, bembeyaz dağlarla çevrili bir coğrafyada, soğuk, kar, ayaz, tipi ve hatta  bir ara çığ görüntüleri arasında  sukûnet içinde  yaşayan insanlar... Ve... İnsan her yerde insan...  Ve Cinayet... Ve suç... Ve polisiye... Ve merak... Ve gerilim... Ve gizem.


İzlanda'da  isimler çok enteresan valla... Hinrika.. Asgeir... Hijörtur... Eirikur...  Siguraur... Hrafn...   Hiperaktif bünyeme bazan ağır gelmiş olsa da,  10 bölümlük bu diziyi  merak dolu sabrımla  sonuna kadar seyrettim.


Ve Andri sen sahi misin abi? Ne sakin adamsın...

Durun bakayım nasıldı? İzlanda'nın, Reykjavik şehrinin,  Seyaisfjöreur adlı küçük kasabası... Ne zor yazıp, söylemek.... Acaba İzlandalılar için de, mesela Seferhisar demek zor mudur?

hanac

Ne kadar iştah açıcı bir tanıtım olmuş Hayal Kahvem.

Bir yerlerden bulup bu Ófærð (Trapped) dizisini izlemek lazım.

Hayal Kahvem

Sevindim Hanac. Seyret bakalım sen ne diyeceksin.  :)

Bu arada filmin orijinal adı da enteresan değil mi?  Sen yazmışsın... Ófærð (Trapped)

Hayal Kahvem


1995 yılı...  Balkanlar'daki savaş günleri...  Henüz iç savaş bitmemiş. Barış görüşmeleri devam ediyor. Bu süre zarfında ateşkes ilan edilmiş.   Kosova'nın dağlık bir bölgesinde, halkın temiz su ihtiyacını sağlayan bir kuyuya ceset atılmış.   24 saat içinde  cesedin çıkarması gerekiyor. Yoksa köylere pis su gidecek. Hemen gönüllü  insani yardım ekibi imdatlarına yetişiyor. Yardım ekibimizde Benico del Toro ve Tim Robbins abimiz ile Olga Kurylenko ve Melanie Thierry ablalamız var. Aslında  yardım ekibinin işi ne ne kadar kolay değil mi? Halatı kuyuya sallandır... Cesede bağla... Vee... Yukarıya çek...  O kadar.

Maalesef savaş bölgesinde en kolay işler bile çok zahmetli.  Bu film için, suya sabuna fazla dokunmak istenmemiş diyenler çıkabilir. Yooo...  Yönetmen bence savaş ortamında yaşanan talihsiz vaziyetleri, savaş dramlarını, ahlaksızlıkları, bürokrasinin  iş göreceğine nasıl işi  kör düğüme çevirdiğini, komik tesadüfleri, umudu elden bırakmadan, kara mizah tadında, uygun müziklerle, sakin sakin seyrettirip  anlatmak istemiş. Çok iyi etmiş. Mükemmel Bir Gün, aynı zamanda mükemmel bir film. Sahiden etkili. İbret verici bir film.








alan ford

  Geçen gün seyrettim daha, kesinlikle suya sabuna dokunan bir film, bunu kör gözün parmağına şeklinde yapmıyor sadece. Kesinlikle tavsiye ederim
kaçmayı denemek bir tutsağın görevidir

Hayal Kahvem


Hayatımın  en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi?
Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu.  Derin bir huzurla her yerimi saran o harika altın an belki birkaç saniye sürmüştü,
ama mutluluk bana saatlerce, yıllarca gibi gelmişti. (s.11)


Amerika'da iş idaresi okuyup dönmüş, askerliğimi bitirmiştim; babam gittikçe büyüyen fabrikanın,  kurulan yeni şirketlerin yönetiminde,
ağabeyim gibi benim de etkili olmamı istemiş, bu yüzden genç yaşta beni Harbiye'deki dağıtım ve ihracat şirketi Satsat'ın genel müdürü yapmıştı. (s.19)


Füsun, bir ay önceye kadar varlığını neredeyse unuttuğum on sekiz yaşındaki uzak ve yoksul akrabamdı.
Ben ise otuz yaşındaydım ve bana herkesin çok yakıştırdığı Sibel ile nişanlanıp evlenmek üzereydim.   (s.12)


"Şemsiyeyi almaya geldim." dedi Füsun.
İçeri girmiyordu. "Girsene," dedim. Bir an durdu. Kapıda dikilmenin nezaketsiz olacağını hissederek içeri girdi. Arkasından kapıyı kapadım......

Elinden tutup çay yapma bahanesiyle onu mutfağa çektim. Mutfak toz ve nem kokuyordu, loştu. Orada, her şey hızla ilerledi ve kendimizi tutamayıp öpüşmeye başladık. (s.37)


"Sana aşık oldum. Sana çok fena aşık oldum!"
Sesi hem suçlayıcıydı, hem de beklenmedik ölçüde şefkatli. "Bütün gün seni düşünüyorum. Sabahtan akşama seni düşünüyorum."
Ellerini yüzüne kapayıp ağlamaya başladı. (s.83)..............................

Verecek bir cevabım yoktu. Ama bunu şimdi, yıllar sonra o anı düşündüğümde söylüyorum. (s.84)


Füsun artık yok.... (s.181)
Onu unutmak için bir plan program yapmasam, eski günlük hayatımı da sürdüremeyeceğimi artık anlıyordum.
Satsat çalışanları bile patronlarına sinen kara hüznü fark etmişlerdi.
Onunla buluşmak için Satsat'tan çıkıp her gün Merhamet Apartmanı'na yürüdüğüm yol, Füsun'un Şanzelize Butik'ten eve giderken izlediği yol  gibi acılarımı arttıracak tehlikeli hatıralarla, tuzaklarla doluydu.
O yollara girebilirdim, ama dikkat etmeliydim.... Bütün hayatımı geçirdiğim sokakları yasaklarla daraltmam ve onu hatırlatan eşyalardan uzaklaşmam, ne yazık ki Füsun'u bana hiç unutturmadı.
Sokaklarda, kalabalık içinde, davetlerde hayalet görür gibi Füsun'u görmeye başlamıştım çünkü. (s.185)


Not- Blade Runner 1982 versiyonunun film kareleriyle, Masumiyet Müzesi'nin bazı cümlelerini eşleştirme oyunu oynadım.  :)


Hayal Kahvem


Alain De Botton'un, Görmek ve Fark Etmek adlı kitabını okurken, bir defa daha  ne ballı zamanda yaşadığımı düşündüm. Yazar, Edward Hopper'in Otomat adlı resmini anlatıyordu. Diyordu ki: "Edward Hopper, yapıtları hüzünlü olan, ama onlara bakan bizleri kedere boğmayan sanatçılardandır, Bach'ın ya da Leonard Cohen'in resimdeki karşılığı diyebiliriz ona. Ana tema yanlızlıktır."

Durur muyum? Önce Otomat'ın, Hopper'in  hangi resmi olduğunu gugula sordum. Hey! Ben bu resmini çok seviyorum. Lakin adını bilmiyordum. Otomat'mış. Cohen'in şarkılarını dinleyerek, resmi seyretmeye koyuldum. Sonra ekranda Hopper'in hüzünlü resmi, fonda Cohen'in kederli sesi, Botton'un yazdıklarını kitaptan okumaya devam ettim. 

"Otomat (1927), yalnız başına oturmuş kahve içen bir kadını resmeder. Vakit gecedir, kadının üzerindeki mantodan ve şapkadan anlaşıldığı üzere dışarıda hava soğuktur. Görünüşe bakılırsa oda geniştir, boştur ve iyi aydınlatılmıştır. Dekor tamamen işlevseldir: üstü taştan bir masa, kalın ahşaptan siyah sandalyeler ve beyaz duvarlar. Kadının yüzünde içe dönük, biraz da korkmuş bir ifade vardır, kamusal yerlerde oturmaya alışkın değildir sanki. Belli ki o masaya oturmadan önce yaşamında bir şeyler ters gitmiştir. Kadın her şeyden habersizdir ya, yine de farkında olmadan resme bakan kişiyi öyküler yazmaya davet eder, onun geçmişiyle ilgili ihanet ya da kaybediş öyküleri. Kahve fincanını dudaklarına götürürken elinin titremesini engellemeye çalışır. Saat gecenin on biridir, aylardan Şubat'tır, yer Kuzey Amerika'da bir şehirdir.

Otomat hüznün resmidir ancak hüzünlü bir resim değildir. İyi bir melankolik şarkının gücünü taşır. Eşyalar sert hatlıdır, evet, ama mekan tümüyle mutsuzluk taşıyan bir mekan değildir. Salonda başka yanlız insanlar da vardır; tek başına oturmuş, tıpkı resimdeki kadın gibidüşüncelere dalmış, toplumdan kopuk bir halde kahvesini yudumlayan kadınlar ve erkekler. Toplumdan kopuşluk, hepsinde ortak olan duygudur ve bu ortaklık insana yalnız olanın sadece kendisi olmadığını anımsatır. Hopper resimdeki kadının tek başınalığıyla özdeşleşmeye davet eder bizi. Resimdeki kadın onurludur, kendinden çok başkalarını düşünür; fakat başkalarına fazlaca güvenir, biraz naif bir hali vardır sanki. Bedeni, yaşamın sert bir köşesine çarpmıştır. Hopper bizi onun yerine koyar; bizi dışarıda yaşayanların yanına, evdekilerin karşısına yerleştirir."

Ve kitap ve resim ve müzik ve hüzün ve  ben... Teşekkür ederim Tanrım... Sanat ne güzel!

https://www.youtube.com/watch?v=RXbDjyoqJxk

Hayal Kahvem


Kocaeli Kitap Fuarı'nı gezmeye sahaflar salonundan başladım. Hafta içi olmasına rağmen salonlar tıklım tıklım doluydu. Bünyemi ahesteye akortladım. O sahaf benim bu sahaf benim avare avare dolanıyordum. İnsanlarla konuşuyordum. Yanıma düşen kim olursa laf atıyordum. Kitaplara dokunuyordum. Kokluyordum. Aynı kitabın farklı çevirilerini yan yana getirip inceliyordum. Duvarlara asılan eski dergiler, ilk basım kitaplara göz gezdiriyordum. Efsunlu bir zamandı... Hatta galiba müzik vardı. Kimi kitaplara bakarken müziğin ritminde salındığımı hatırlıyorum.

Derkeenn... İşte bu, 7Gün Dergisi, İlkbahar Sayısı diye yazan dergi kapağındaki kadınla göz göze geldim. İster inanın ister inanmayın, ayaklarım kendiliğinden sahafın yanına gitti, ağzımdan çıkan ses kendiliğinden "Şu dergiyi indirir misiniz lütfen, alacağım." dedi. Dergi şeffaf bir poşetin içindeydi. Aldım. Poşetinden çıkarmadım. İncitmeden taşımaya çalıştım.

1 Mayıs 1935 yılına ait 7Gün adlı dergide, "Her hafta çarşamba günleri çıkar  herşeyden bahseder" diye yazıyor. Müesssisi: Sedat Simavi, İdarehanemiz: İstanbul Ankara caddesinde, Telefon: 23031, peki cep telefonu, web sayfası, internet adresi var mı? Elbette yok. Onun yerine bilin bakalım, ne var? Telgraf: İstanbul YedigünJ

Derginin kapağındaki  resmin ressamını merak ettim. I. Turnagil imzası var. Gugılladım. Karşıma İzzet Ziya Turnagil adı çıktı. Hakkında o kadar güzel yorumlar okudum ki anlatamam... "Türk Resmi ve Edebiyatının sıra dışı figürü... En meçhul ve en dikkate değer isimlerinden biri... Bilhassa insan duygularının  yüzlere yansıyan ifadelerini büyük bir maharetle tespit eder, figürlerindeki hareket ve ifade gücü bilhassa dikkati çeker... İnsanların içinde bulundukları halleri yüz ifadelerine ve beden şekillerine yansıtmakta gösterdiği başarı Türk resminde bir ilk olarak gösterilir."


Ben İzzet Ziya Turnagil'in adını bugüne kadar duymamıştım. Bu dergi kapağını seksen üç sene önce çizmiş. Bakar mısınız vefasızlığıma... Kapaktaki kadını hemencik  unuttum. Ruhuna rahmet ustanın...  Ressamını ise tüm merakımla araştırmaya devam ettim.

Ne yaptım bilin bakalım? Bahriye Çeri ve Ali Birinci tarafından hazırlanan, Kapı Yayınlarından çıkarılan, 220 sayfalık, Edebiyatı Tuvalle Buluşturan Ressam  İzzet Ziya adlı kitabı sipariş ettim.

Bazı kitapları biz seçeriz, bazı kitaplar ise  bizi seçer. İyi ki kitap fuarına gitmişim.  Bence İzzet Ziya Turnagil, beni okumaya davet etti.  Elbette memnuniyetle  kabul ettim. Denk getiren feleğe teşekkür ederim.

Hayal Kahvem


Hayal Kahvem'i taradım. Süha Oğuzertem'le  ilgili üç yazı kaleme almışım. Oysa Boğaziçi Üniversitesi  kütüphanesi şahidimdir. Onlarca dergi, kitap karıştırıp, Süha Oğuzertem'in sayısız yazılarını okumuşumdur. Kendisinin haberi yok elbette. Gizli bir fanıyım:)

İzini sürünce, Süha Oğuzertem'in Karşılaştırmalı Edebiyat hocası olduğunu öğrenmiştim. Ayrıca o kadar çok kitaplaşmış Edebiyat tezinde Süha hocaya teşekkür edildiğine denk geldim ki, sanki Süha Oğuzertem kendi yazılarını kitaplaştırmak için hiç uğraşmamış,  hep öğrencilerine el vermiş,  hep öğrencilerine rehber olmuş,  hep öğrencilerine yol göstermiş. Sadece bu kadarını görmek bile çok etkilemişti beni. Müthişti!

Doğrusu, o dergi benim bu kitap senin yazılarının peşinde dolanırken oldukça yorgun düştüğümü hatırlıyorum. Keşke Süha Oğuzertem  yazılarını bir kitapta toplasa diye hayal etmedim değil, yeminle etmiştim. Hayal et, olur elbet, derim ya.  Nanananoom! Felek yüzüme gülmüştü gene... İletişim Yayınları'ndan Eleştirirken adlı Modern Türkçe Edebiyat Üzerine Yazılar'ının kitaplaştırıldığını duymuştum. Durur muyum? Hemen sipariş ettim. İşte kitap bu akşam elime geldi.

Henüz kitabın kapağındayım. Hakkında Hayal Kahvem'e yazı yazarken, Süha Oğuzertem'in fotoğrafını zor bulduğumu hatırlıyorum. Şimdi ara ara kitabın kapağına bakıyorum. Sanki Süha hoca  kitabında da,  ismiyle-cismiyle görünmek istememiş. Sanki okuruna, "Bodoslama yazılara dal," demiş.  Yoo... Yapamam. Kitap bir süre masada duracak. Kendimi hazır hissettiğimde sayfalarınını aralayacağım. Yazılarını tüm merakımla okuyacağım. Biliyorum  zenginleşeceğim. Şaşıracağım. Fotoğrafındaki tüm ciddiyetine rağmen bence eğlenceli biri. Kitabın bazı satırlarını okurken  gülümseyeceğime  eminim. Du bakalım:)

http://hayalkahvem.blogspot.com/2014/12/bir-oykunun-kesfinden-bir-yazarn_11.html

http://hayalkahvem.blogspot.com/2015/03/kayp-yazarn-izi-ve-hayatn-bilinemeyen.html

http://hayalkahvem.blogspot.com/2015/03/tuhaf-bir-kadn.html