The Bone Orchard Mythos: "The Passageway"

Başlatan ferzan, 25 Mayıs, 2023, 22:47:30

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

ferzan



    Geçtiğimiz sene bu zamanlar (hemen hemen bu zamanlar), yani 2022'nin Haziran ayında Jeff Lemire ile Andrea Sorrentino ikilisi yeni bir seriye başladılar. "The Bone Orchard" üst başlığı altında ayrı alt başlıklarla başlayıp bitecek korku ve gizem öykülerinden ilki olan "The Passageway"'i tek kitap halinde Image Comics etiketiyle okurlarına sundular. "Kemik Bahçesi Mitosu" ya da "Kemik Bostanı Mitosu" veyahut da "Kemik Bahçesi Ağacı Mitosu" diye üstünkörü çevirebileceğimiz üst başlığın ilk merhalesi oldu "Geçit" adlı başlayıp biten ilk kitap. Bundan sonra 2022 sonlarında "Ten Thousand Black Feathers" (On Bin Siyah Tüy) adlı 5 sayılık bir mini seri de Kemik Bahçesi Mitosu'nun ikinci merhalesi oldu. Birkaç hafta sonra da bu kez 12 sayılık bir limitli seri ile "Tenement" (Kiralık Ev, Mesken ya da Gecekondu arası bir şeye tekabül ediyor sanırım) alt başlıklı üçüncü merhale başlayacak. Kemik Bahçesi Mitosu serisi böyle tek kitaplık, mini serilik ya da limitli serilik formatlarda yeni anlatılarla okurların beğenisine sunulmaya devam edecekmiş.

    Birkaç ay önce Geçit'in HC albümünü, bu hafta da On Bin Siyah Tüy'ün fasiküllerinden birleştirilen HC cildini arşivime katabildim. İlk olarak Geçit ile incelemeye ve irdelemeye başlayacağım. Diğeri ve daha sonra gelecek olan kitap ya da limitli seriler için de ayrı başlık açıp kendi başlıklarında yer veririm artık bir aksilik olmazsa.



    Başlamadan önce, Kemik Bahçesi Mitosu evrenine giriş niteliğinde bir tek sayılık beleş çizgi roman günü sayısından da bahsetmem gerek. Onu ne yazık ki edinemedim ama adı üzerinde "beleş" olduğu için internete verilen dijitalini okuyabildim. Hem tatil, hem de inziva için kısa bir süreliğine ailesinden uzakta (ama hep telefonla temas halinde) bir yazarı merkezine alıp Gideon Falls okuyanlar varsa çok iyi bilecekleri o tekinsiz ve ürkütücü atmosfere sahip; ne var ki tanıtım kısa öyküsü olduğu için bir parça havada kalan ama etkisi baki olan bir küçük bağımsız anlatıydı. Ondan da tadımlık görseller paylaşmak isterim;

















    Gelelim Geçit'e...

    Bir jeolog, ıssızda deniz fenerinin bulunduğu ufak bir adaya çağırılıyor. Aslında gelmek istemiyor ama ondan başka gönderilecek kimse yok o sıralar. Adadan 25 yıldır ayrılmamış ve deniz fenerinde kalan bir kadın var. Jeoloğu getiren de ihtiyar kadının denizci kardeşi. Jeoloğu çağırma gerekçeleri, kısa bir süre önce adanın bir bölümünde sebebi bilinmeyen, kusursuz yuvarlak ağıza sahip dipsiz bir çukurun açılması. Öyle dipsiz ki, jeoloğun dronu bile geri gelemiyor, bağlantı kesiliyor. O geceyi adada, kadının evinde geçirecek. Kadın da deniz fenerinde kalıyor zaten ama tuhaflıklar başlıyor. Hepsinden önce jeoloğun çocukluk travması kabus olarak kendini hatırlatıyor. Mutlu bir yaz günü, sahilde kumdan kalesini yaparken sara hastası annesinin denizde nöbet geçirip boğulması ve sudan çıkarıldığında gözlerinin olmaması gibi travmatik anılar. Olaylar gelişiyor.

    Daha önce farklı başlıklara birkaç kez bahsetmiştim, bir kez daha ısıtıp önünüze getireceğim. Gideon Falls olsun, Primordial olsun, çok yükseldiğim işlerdi yine bu ikilinin elinden çıkan. Ne var ki harika bir konu, hikaye akışı ve görsel atmosferin kaçınılmaz olarak vaat ettiği gürültülü finaller yerine hep sakin sona erişlerle beni dumura uğratmıştı bu seriler. Altını çiziyorum, asla kötü değil ama beklentiyi yükseltip de sakince sonuçlanan kapanışlar. Giriş ve gelişme kesinlikle daha fazlasının beklentisini oluşturuyor. Nitekim bir benzerini Geçit'te de yaşadım ama artık alışıyorum Lemire'in korku, gerilim, gizem, distopya ve alternatif gelecek temalı anlatılarında bu duruma. Yine de elimde bana kalanla mutluyum ve kıymetini bilmeye çalışıyorum.

    Gerçekten korku ve gizem hikayesi nasıl yapılır, kendi özgün sos ve esanslarıyla nasıl daha çekici hale gelir bu ikili iyi biliyor. Zaten birbirilerini bulduklarına da şükrediyorlar söyleşilerinden anladığım kadarıyla, öyle uyumlu çalışıyor Lemire ve Sorrentino. Sonsözde bahsettiğine göre çok inanıp güvendiği, çok heyecanlandığı ve gözünde büyüttüğü bir projeymiş Lemire'in. Her sene en az bir ya da iki kitaplık iş hedefliyorlarmış.

    Son yıllarda bazı eserlerin limitli seri ya da mini seri olarak aydan aya fasikül formatında yayınlanıp sonradan cilt haline getirilmek yerine doğrudan tek kitap grafik roman mantığıyla çıkmalarına fazla tanık olmaya başladım. Kemik Bahçesi Mitosu'ndan evvel çok sevdiğim ve özgün eserlerini arşivime katmaya devam ettiğim harika ikili Ed Brubaker ve Sean Philips elinden çıkan Reckless serisi gibi. Numarasız, her kitabı farklı başlıkta, ilk kitap hariç üst başlığın diğerlerinde kullanılmadığı ama yine de o üst başlıkla bilinen (Reckless dedim ya) bu serinin 2020'den beri HC kapaklı 5 cildi çıktı. 8-9 ayda bir böyle bir tekli cilt üretmek sanıyorum ki yavaş yavaş diğer bağımsız üreticilere de sirayet edecek gibi görünüyor. Sırası gelince Reckless kitaplarını da kendi başlıklarını açmak suretiyle inceleyeceğim.

    Ama önce Geçit'ten göz hakkı örnek sayfalara bakalım;















    En kısa zamanda bu konseptin ikinci anlatısı olan Ten Thousand Black Feathers'ı okuyup buraya taşımak dileğiyle... Ve de hep bahsedip de bir türlü incelemesini yapamadığım (okumamın üzerinden bir iki sene geçtiği için ateşim küllendi, harlatmak adına tekrar okumam ve sıcağı sıcağına yazmam lazım) Gideon Falls'ın da incelemesini yapabilmek dileğiyle... O zamana kadar, kaçıranlar için Lemire & Sorrentino ikilisinin yakın geçmişteki diğer eseri Primordial için yaptığım tanıtımın linkini bırakabilirim; http://altinmadalyon.com/altin/index.php?topic=17656.0
Bağnaz okur, memnuniyetsiz beşer, işkilli büzük, sıfır tolerans iksmen, taş kalpli ahkam efendi...

https://ucuztefrika.blogspot.com

Gabby

Tanıtımlar için teşekkürler ferzan... Örnek görsellerdeki "bazı" panelleri dikkatimi çekti; tarzı hakkında biraz daha bilgi sahibi olmak için senin de sözünü ettiğin Ten Thousand Black Feathers çizimlerine de göz gezdirdim Napolili İtalyan çizer Andrea Sorrentino'nun. Daha fazlası da var ama fikir vermek adına aşağıda özet geçtiğim görsellerde yoğun fotoğrafik materyal kullanımı hissettim ben.










Yanlış da anlaşılmasın, fotoğraftan esinlenilerek ya da fotoğrafa bakarak kağıda eskiz olarak sahne oluşturulması çiziminden söz etmiyorum, fotoğrafın bilgisayar teknolojisiyle katmanlara ayrılıp sadeleştirilerek karabasan bir atmosfer içinde direkt çizgiye dönüştürülmesini kastediyorum. Yoksa eski ustalar bazen kendi fotoğraflarından, dönem moda dergilerindeki resimlerden veya türlü objelerden nice emek dolu sahneler oluştururlardı...





Malum 'tüfek icad oldu' diye başlayan bir deyimimiz var bizim. :)  Diğer yandan bilgisayar gerçeğini yadsıyacak halimiz de yok, hayatın gerçeği... Resimlemelerdeki dijital dokulardan kaynaklı yapaylıktan çok hazzetmesem de şimdilik kabul edilebilir düzeyde ama iş "çizerin bileğine sağlık" ritüelinden "tasarımcının bilgisine sağlık" a doğru koşar adım evriliyor gibi... Neyse umarım yanılıyorumdur ve umarım Sorrentino'nun yukarıdaki panellerinin her biri el emeği göz nuru "bilek gücü" işlerdir.

ferzan

    Güzel bir noktaya parmak bastınız. Ben de üzerine bazı eklemeler yapıp bu konuya yaklaşımımı ifade etmek isterim.

    Fotografik üsluba sahip çizerlerin resimlediği eserleri okurken daralır, bunalırım. Mesela Alex Ross. Pek çok kişinin aksine heyecan duyamam, ezkaza okumaya başladıktan sonra alışırım bir yere kadar ama kitabın kapağını kapatırken bir daha önüme geldiğinde okuyup okumamayı eni konu düşüneceğime emin kapatırım. Her ne kadar fazla donuk olmasa da, artık referanstan ziyade kendi üslubuna dönüşmüş olsa da, ruh üfleyebilse de her önüme geldiğinde birkaç saniyeliğine canım sıkılır.  Aynı şekilde Ergün Gündüz'ün olgunluk dönemi de gözümü ve gönlümü yorar. Vaktiyle el boyamasına, doğal desenine hayran olduğum adamın yıllar içerisinde nasıl da fotoğrafik bir üsluba geçiş yaptığına ve bu tarz işlerinde aslında her zaman fotoğraf yardımı almadığı halde gene de foto-referanslıymış gibi üretmesine, o suni atmosferine hayıflanır dururum. İlk aklıma gelen örnekler bunlar. Bu isimlerin yanı sıra, mangakalar arasında foto referanstan ziyade doğrudan fotoğrafı bir takım hesaplı dijital filtrelerden geçirip panellerine aktaran sanatçılar var. Ancak onların farkı şu ki, ön plandaki figür çizimleri tamamen kendi dinamik çizimleri, yani gerçekçi çizimi ve figüre ruh üfleme işini çözmüşler, yer yer referans kullansalar bile genel olarak sıcaklığı ve dinamizmi koruyup kollamışlar. Bu eserlere örnek olarak İyi Geceler Punpun ve Ben Bir Kahramanım mangalarını verebilirim ilk anda. İkisinin de arkaplanları bizzat üreticilerinin kadrajlarından donan gerçek mekan fotoğrafları ama sadece arka planda bunu yaptıkları ve çizgisel hale iyi geçirdikleri (ya da filtreledikleri) için bence ön plandaki karakterler kendi çizimleri olduğu sürece hoş duruyor o gerçekçi arkaplanlar.

    Sorrentino'ya gelirsek; normalde benim rahatsız olmam ve donuk hissedip uzaklaşmam adına pek çok haklı unsur var üslubunda ama nedense işlerini okurken o kadar takılmıyorum. Çok daha azı için kitap bırakmışlığım olmuştur ama Sorrentino'nun fotografikliği, artık sayfa panel düzenlemelerinden midir, yoksa genel aurasının bu tarz korku ve gerilim hikayelerinin atmosferine uyduğundan mıdır bilmem, beni sus pus edip paşa paşa okumaya sevk ediyor.

    Ama yazdıklarınıza kısmen ya da tamamen katılmamak imkansız, doğruya doğru.
Bağnaz okur, memnuniyetsiz beşer, işkilli büzük, sıfır tolerans iksmen, taş kalpli ahkam efendi...

https://ucuztefrika.blogspot.com

allan quatermain

Konuyu farklı bir yere çekmek istemiyorum ama yeri geldiği için dayanamadım, uzun zamandır fotoromanlar üzerine düşünüyordum, fotoroman nedir, iyi örnekleri nelerdir, hızla parlayıp sönmüş bu fotoromanlar nereye gitti, acaba bir şekilde tekrar geri gelebilir mi, dünyanın bilmediğimiz köşelerinde devam ediyor mu hayatına vs. aklımda bir sürü soru var. Benim çizgiroman satıcılarının dünyasına girdiğim 2000'lerin başlarında, çizgiroman satıcıların hemen hepsinde fotoromanlar da olurdu, ancak orada, genel toplumun çizgiroman okuyucularına dair olan küçümseyici bakışının ("bunlar lüzumsuz şeylerdir", "eğitimsizler bunları okur" vs.) çizgiroman okuyucularında da fotoromancılara karşı olduğunu görüp biraz çekilmiştim.

Forumda bu fotoroman konusunda bir eksiklik var gibi görünüyor, bilgi sahibi dostlarımız, büyüklerimiz bir el atsalar, bu konuya geç doğmuş nesil olarak fotoroman dünyasında kaçırdığımız bir şeyler var mıdır, neleri bilmemiz gerekir, italya-türkiye-dünyada kısa bir fotoroman tarihi vs., en azından, eğer varsa başka yararlı sitelere/kaynaklara küçük bir yönlendirme bile çok yararlı olabilir.

Hadsizce bir istek yazıda bulundum kusura bakmayın ama bu tarz kültürel ögelerin döngüsel olduğuna dair bir batıl inancım var :) yani eninde sonunda fotoroman veya "modern bir benzeri" bir şekilde geri gelecektir diye düşünüyorum, hatta belki Instagram gibi bir platformda!. O güne hazır olalım, veya kimbilir, buradan birileri de o gelecekteki geri dönüşün bir parçası olur yaratımlarıyla.

Gabby

Alıntı yapılan: allan quatermain - 29 Mayıs, 2023, 01:14:45Konuyu farklı bir yere çekmek istemiyorum ama yeri geldiği için dayanamadım, uzun zamandır fotoromanlar üzerine düşünüyordum, fotoroman nedir, iyi örnekleri nelerdir, hızla parlayıp sönmüş bu fotoromanlar nereye gitti, acaba bir şekilde tekrar geri gelebilir mi, dünyanın bilmediğimiz köşelerinde devam ediyor mu hayatına vs. aklımda bir sürü soru var.

Konuyu kesinlikle farklı bir yöne çekmiyorsun allan quatermain, bilakis yukarıda sohbetini ettiğimiz konunun diğer ana aktörlerinden biridir Fotoroman... Aslında derin bir konu ama çok da sıkmamak adına şöyle bir girizgah ile başlayayım; çizgi romandan farklı olarak fotoroman denilen şey, biz dahil Avrupa'nın birçok ülkesine, oradan Amerika ve Brezilya'ya kadar yayılan halis-muhlis İtalyan icadı bir türdür. İlham perisi de 1946 yılında yayın hayatına başlayan Grand Hotel dergisidir.  Orijinal yayının neon ışıklı font görünümlü yazı karakterine sadık kalınarak Yelpaze adıyla bizde de altmışlı yıllarda  yayınlanmıştı.  Fransa'daki yayın adı Nous Deux'tur...

Hatırlanacağı üzere İtalyan fumettilerinde çizgi karakterlerin sinemanın aşina yüzlerinden devşirilmesi günümüzde de devam eden bir alışkanlıktır.  Grand Hotel dergisi içine serpiştirilmiş çizgi romanlarda da bu yöntem kullanılmıştı.  Derginin kapaklarını ve iç çizimlerini, benim 'İtalyanların Norman Rockwell'i olarak gördüğüm Walter Molino yapıyordu. Diğer sanatçı Giulio Bertoletti idi. Kapaklarda ve iç çizimlerdeki resimlemeler çok kaliteliydi. Molino ve Bertoletti ikilisinin fırça kullanarak çini mürekkebiyle yumuşak geçişli farklı ara tonlarla ortaya koyduğu işler dikkat çekmeyecek gibi değildi.






"O Gecenin Esrarı"ındaki gözleri Julia severler,
Kartaca İlahesi'inde de Charlton Heston'u dikkatli gözler hemen fark edecektir...
Ayrıca Yelpaze kapağındaki denizciyi 'TC' ile Bahriyelileştiren yayıncı yaratıcılığını da göz ardı etmeyelim lütfen...  :D


Bu birilerinin aklına 'niye çizgiyle uğraşalım ki fotoğraf ne güne duruyor'u getirince iş, gerçek oyuncuların fotoğraflarının çizgi roman balon yazılarıyla konuşturulduğu Fotoroman'a yani Statik Sinema'ya evriliyor. O yıllarda İtalya'nın başkenti Roma'da  yaklaşık yüz dönüm arazi üzerine kurulu Fellini, Coppola, Sergio Leone ve daha nicelerinin filmleri için mekan olarak kullandıkları Cinecitta adlı dev sinema stüdyoları da var. Fotoroman işi o kadar dallanıp budaklanıyor ki iç mekanlardan sokaklara taşan fotoğraflama işi, dev stüdyolarda devam ediyor. Hatta Sophia Loren, Gina Lollobrigida, Franco Gasparri gibi gelecekte İtalyan sinemasının devleri olarak alınacak isimler bu Fotoroman'ların üretim aşamasında rol keserek kariyerlerine ilk adımlarını atıyorlar...

Sözkonusu akım hâlâ bi' yerlerde sürdürülüyor mu, bilmiyorum allan quatermain. Tekrar geri gelir mi dersen bence gelmez; ayrıca zamanın ruhu diye bir olgu var, hani derler ya taş yerinde ağırdır diye, bazı şeylerin o güzel anılarda kalması bu türün örselenmemesi adına da en doğrusu  olurdu diye düşünüyorum.

Bitirirken, ağır abi Killing'in sevgilisi -en giyinik hali sütyen-külot üstene giydiği incecik bir tül gecelik olan şıpıdık ponpon terlikli- güzel sarışın Diana yengemizi de gençlik günlerimizi ve anılarımızı güzelleştirdiği için saygıyla yad ediyorum... :)

ferzan

    Foto-roman kültürüm olmadı, sempatim de olmadı, benim çocukluğumda (1990'lar) çoktan modası geçmişti ve en fazla takip ettiğim haftalık ya da aylık mizah dergilerinde tek tük karşıma çıkıyordu. Onlara da ısınamadım. Genel anlamda foto-romanlarla ve foto-roman kültürüyle duygusal bir bağım olmadı. Bilakis önyargım oldu dönemine de denk gelemediğim için.

    Ama...

    Yakın geçmişte halen bazı sahaflarda set set cep foto-romanlarını gördükçe "acaba" dediğim oldu. Açıp incelemeyi bile düşünmezdim, zira donuk ve soğuk gelmeye devam ederdi ama o "acaba" aralıklarla kendini hatırlattı. Tıpkı geçmişte nefret ettiğim ve hiçbir nostaljik bağım olmayan EsseGesse üretimlerinde olduğu gibi (sonradan büyük ölçüde derli toplu külliyatlarını balya balya tamamladım ve halen abartılı çocuksu bulmama rağmen birkaç ağır depresyon zamanımda imdadıma yetişip kafamdaki kuruntuları çek-pas ile silip pırıl pırıl etmişlerdi). O dönemin kafasına girip, o dönemin şartlarında ve o dönemin çocukları, gençleri gibi hissedip, o dönemi yaşayanların nostaljisine görümlük değil samimiyetle saygı duymayı öğrenip meşrebince sevmeye çalışmış, en azından kanım ısınmıştı. Foto-romanlarda da benzer bir durum yaşayacağımı sanmamla beraber foto-roman kültürünün EsseGesse üretimleri kadar şanslı olmadığı da hepimizce malum. EsseGesse'ye dönemin erkek çocukları sahip çıkıp 2010'larda bile hatırlayıp hatırlatmayı sürdürdüler ama görülüyor ki foto-romanlara o dönemin genç kızları, kadınları sahip çıkmayıp (foto-roman dendiğinde aklıma hep romantik ve soap opera türündeki örnekler geldiği için böyle kısıtlı bir genelleme yaptım) boşluğunu rahatlıkla doldurmuşlar TV ya da platform dizileriyle, filmleriyle. Yanlış hatırlamıyorsam 10-12 sene kadar önce Lal Kitap tekrar canlandırmaya çalışmıştı güncel üretilmiş yepyeni örnekleriyle ama kısa ömürlü olmuştu.

    Alternatiflerin az oluşundan, sinema filmlerine her istenildiğinde ulaşılamadığından, TV dizilerinin yok denecek kadar az olmasından, buna ek olarak süreli yayınlarda rahat tefrika edilip ayrı dergi ya da cep kitabı olarak da nispeten daha zahmetsiz bir prodüksiyonla okura ulaştırılabildiğinden, her şeyde olduğu gibi foto-romanlara da insanlarımız dönemin ihtiyacı gereği sarıldı ve işi bitip daha farklı, daha zahmetsiz alternatifleri çıktığı zaman foto-romanı düştüğü yerde bıraktı diye düşünüyorum.

    Tekrar canlanacağını sanmamakla birlikte (en azından geçmişteki formuyla ve formatıyla) daha farklı bir formatta ve anlayışta, bugün "caps" (keps) ya da "meme" (miğm) adı altında internet ortamlarında yegane mizah unsuru olarak bir uzantısının devam ettiğini söyleyebiliriz sanırım. Kah film karelerinden, kah herhangi bir kıvrak zekalı kullanıcının doğal hallerden derleyip de mizaha çevirdiği örneklere denk gelmeyenimiz yoktur sanıyorum. Bu noktada foto-romana evrim geçirmiş ve başkalaşıp güncele ayak uydurmuş diyebiliriz miyiz? Kısmen diyebiliriz belki ama artık foto-roman diyemeyeceğimiz de ortada gibi.

    Başta dediğim gibi, benim herhangi duygusal bağımın olmadığı ve pek de tadına varmadığım, tam da bu sebepten ötürü eksikliğini hiçbir zaman duymadığım bir tür ama retro-pop-kültürel unsur olarak önünü arkasını sağını solunu merak edebileceğim, önüme geldiği takdirde türe dair her türden irdelemeyi okumaktan, icap ederse de tatmaktan imtina etmeyeceğim bir konu. O sebeple foto-roman mevzusuna devam etmek isterseniz, kendi adıma büyük bir ilgiyle okumaya devam edeceğimi bilmenizi isterim.

    Konu, başlığa adını veren eserin görsel üslubuyla doğru orantılı olarak bu noktaya gayet alakalı bir şekilde gelmişken, değinmemek herhalde kayıp olurdu. Ne de güzel oldu. Umarım daha da güzel olmaya devam eder. :)
Bağnaz okur, memnuniyetsiz beşer, işkilli büzük, sıfır tolerans iksmen, taş kalpli ahkam efendi...

https://ucuztefrika.blogspot.com