Türk Edebiyatı

Başlatan V, 22 Aralık, 2010, 16:18:31

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

alan ford

Benim ilk okuduğum kitabı "Aramızdaki En Kısa Mesafe". Çocukluk halleri üzerine muhteşem bir romandı. Bizim Büyük Çaresizliğimiz hala kitaplıkta bekliyor. Bu aralar çizgi romana o kadar daldım ki kitaplara sıra gelmiyor. Bir an önce çalışma saatlerinin 3 saate düşürülüp haftanın 4 gününün tatil olmasını talep ediyorum. Zaman yetmiyor. ;D
kaçmayı denemek bir tutsağın görevidir

Hayal Kahvem


Az önce arkadaşım "Hafta sonu Bodrum'a mavi yolculuğa gidiyorum. " deyince, "Güle güle git, güle güle gel. Çok eğlen." demedim. Evet demedim sahiden. Allahım! Onun yerine ne dedim biliyor musun? "Aganta burina burinata!" dedim. Tabiyatıyla soru dolu bir ifade yakadım gözlerinde. Ben ise gözlerimi yere devirip kirpiklerimin arasından muzurca ona baktım.  "Şeyy! Bu söylediğim Halikarnas Balıkçı'sının bir kitabının ismi." dedim.  Bir şey sormadı. Gerisini merak etmedi. Tatil heyecanıyla telaş içindeydi zaten. Vedalaştı gitti. Ben ise olduğum yerde gene kendime şaştım kaldım. İnanmayacaksın biliyorum ama arkadaşımdan önce ben çoktan  Bodrum'daydım. Nereden aklıma gelmişti şimdi Aganta burina burinata değil mi? Halikarnas Balıkçısısı? Asıl ismiyle Cevat Şakir Kabaağaçlı yani? Bunca yıldan sonra hem de çok kitabını okumamışken nereden aklıma gelmişti de beni  oturduğum yerde  köyümden mavi yolculuğa götürmüştü?  Üstelik  yıllar vardı ki tek kitabını elime almamış hatta uzun zamandır adını bile duymamıştım. Kimdi peki?  Cevat Şakir 1886 ile 1973 yılları arasında yaşamış. Şakir Paşa'nın oğlu. Robert Kolej'den sonra Oxford'ta Tarih eğitimi görmüş. İtalya'da yaşamış. Karikatür ve resimler çizmiş.  Çevirler yapmış, gazete ve dergilere yazılar yazmış. Gazetede çıkan bir yazısı sebebiyle tutuklanmış.  Bodrum'a sürgüne gönderilmiş. Bir de çok açık olmayan, sırlı bir baba katli vakası var. Çok enteresan bir örnektir Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın hayatı bence. İnsan ne oldum dememeli ne olacağım demeli denir ya hani... Tam öyle... Kırk yaşından sonra  hayatı resmen başkalaşım geçirmiş.   Bir paşa oğlu, varlıklı, köklü bir aileden gelen, en iyi  okullarda eğitim almış, Avrupa'nın en sükseli hayatını yaşamış  Cevat Şakir birdenbire yaşamının orta yerinde  bambaşka biri oluvermiş. Yani Bodrum'un Halikarnas Balıkçısı oluvermiş. Yani halktan, balıkçılardan biri oluvermiş. Şahane! Bir nevi aganta burina burinata vaziyeti yani. Yeni yaşamına hemen adapte olmuvermiş. Kitaplarını yazmış. Az aş ve az üst baş ile çıktığı deniz yolculuklarıyla  Bodrum'da mavi yolculuğun başlamasına öncülük etmiş. İşte arkadaşım Bodrum'a mavi yolculuğa gidiyorum deyince, hafıza dediğim tuhaf kutu çekmecesinden çıkarıp aganta burina burinata'yı önüme getiriverdi. Bildiğim kadarıyla  aganta burina burinata bir denizcilik terimiydi. Bencileyin deniz seven birinin unutması mümkün mü bu tekerleme gibi terimi? Mümkün değil. Şahane bir anlamı var üstelik...  "Yelken halatlarını sıkı tut, bırakma" demek. Kimi zaman hayat üstüme üstüme geldiğinde... Daraldığımda yani... Bıkkınlık duyduğumda yaşananlardan... Bir görünmez el boğazımı sıktığında hani... Olmaz öyle şeyler deme... Oluyor...  Ne bileyim, anlarsın ya İnsanlık hâli işte. O zaman "Aganta burina burinata" diye seslenirim biliyor musun? Kitap ismi diye hatırlamam da... Öylesine bir hayal gibi tekerlenip yuvarlanıverir  fısıltıyla dudaklarımdan içinden. "Yelkenlerini sıkı tut, sakın bırakma!"  Heyy! Ben bu yazıyı yazarken dalıp gitmişim uzaklara uzaklara...  Du bi... Dönmeliyim işe. Bugün cuma. Haftanın son iş günü. Ne güzel. İyi ama toparlamalıyım işlerimi... Tamam. Çıkıyorum ben... Kahve molam bitti.


darkwood

Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli. Zaman akıp ilerledikçe, Yazar'ın hayatı gibi gerçek hayat içinde insanın başına birçok şey gelebiliyor. Gönlümüz tabiki; hep en iyiden en güzelden yana. Ama ne olursa olsun bizi hayata bağlıyacak bir şeylere tutunmak gerek. Her yeni gün yaşamak için, yaşatmak için yeni bir umuttur.
Bu güzel sözde bu anlamda hoşuma gitti.  "Aganta burina burinata!"
Darkwood Sakinleri..

Hayal Kahvem

Selam Darkwood çok haklısınız.. Allah alıştıklarından mahrum etmesin insanı demeli...
Ama hayat bir çapariz çıkarırsa karşısına.. Ki illa olur birşeyler... Gene sağlam durup üretici olmaya devam etmeli.

Ufak bi düzeltme yapayım ben yazıda bu şekilde ;)

Ne güzel bir denizci terimi değil mi?

Aganta burina burinata  :)


Hayal Kahvem



Tamam. Bugün orucumun ilk günü. Kahve molası verip kahve içmeyeceğim tabii. Olsun. Yazı molası veririm. Hafta sonu yaşadıklarımı anlatırım, ne olacak ki? Bak şimdi... Yaşar Kemal'in Üç Anadolu Efsanesi adlı kitabını epeydir okumak istiyordum. Bu hafta sonu nihayet elime aldım. Yaşar Kemal'in o güzelim  Türkçesinin eşsiz lezzetine vara vara önce Köroğlu efsanesini okudum. Akabinde Karacaoğlan efsanesine geçtim. Hey! Nasıl severim Karacaoğlan'ı anlatamam. Şairdir bir kere... Hımm... Sonra bağlama çalar. Maceracıdır. "Etme, eyleme, uyma şeytan sözüne. Gurbet elin kahrı zehirden acıdır. Senin başındaki kavak yelleri gelir geçer... Sazının üstüne saz yok, sözünün üstüne söz yok.... Obadan ayrılma. Gitme gurbet ellere." demişlerdir demesine ama gençtir Karacaoğlan. Yüreğinde bir top ışık, bir ateş harmanı, çiçek açmış o bahar dalı... Yeni yüzler, yeni dünyalar görmek, yeni yeni insanlarla tanışmak, yeni yeni şeyler söylemek onu çeker.  Yolundan döndüremezler. Aşığın birine sormuşlar. Vatanın nere? diye... Sazını göstermiş. "Bura," demiş. O hesap. Aşıktır. Bir yerlere sığamaz Karacaoğlan. Sazı sırtında, yine, yeni, yeniden yollara düşer.  İlk defa gurbete çıkmıyordur ki üstelik... Daha önce defalarca uzun uzun ovaları, yolları, belleri, dağları yürümüştür. Ayrıca nereye gittiğini, neyle karşılaşacağını bilmemesi her daim hoşuna gider. [/size]




Büyük usta Yaşar Kemal'in anlatımıyla okuduğum bu efsane, Karacaoğlan ile Elif'in kederli aşklarını anlatıyordu. Sana bir şey söyleyeyim mi, bu efsane beni hiiç etkilemedi. Hiiç. İki sevgili ayrılıyorlardı. Bir sevda hikayesi daha ayrılıkla bitiyordu. Ve ben var ya... İnanamıyorum.... Etkilenmemiştim. Yok... Elif'in saflığına kızmıştım kızmasına... O pişmanlığına biraz üzülmüştüm doğrusu.  Ama Karacaoğlan için var ya... İnan zorladım kendimi... İnan bana...  Hani oyuncuların rol gereği ağlaması gibi, ben de  efsane gereği ya da ne bileyim sırf Yaşar Kemal'in o nefis anlatımı sebebiyle üzülmek istedim Karacaoğlan'ın durumuna... Olmadı yeminle. Yalan söyleyecek değilim. Dinledim yüreğimi. Karacaoğlan'a karşı hiiç acı hissetmiyordu yüreğim... Gerçekten. Hiiçç.  Kendime üzüldüm bu kez. Yoksa ben artık vicdansız, merhametsiz biri mi olmuştum? Ne fena! Ben bu vaziyetime şaşırmış dertlenirken... Biri parmaklarını şıklatmışta illizyondan çıkmışım gibi birdenbire kendime geldim. Tabii ya... Anlamıştım durumumu...  Bak şimdi... Bir ara şiirlerinde en fazla sevdiği kadınların ismi geçen şairlerle ilgili bir yazı hazırlamak niyetine girmiştim, tamam mı?  Tarihçi Cemal Kafadar'ın yazılarında ne okumuştum biliyor musun? Karacaoğlan  acayip çapkın biriydi. Tamam. Yaşar Kemal'in yazdığı efsanede Elif'in biraz kabahati vardı Karacaoğlan'ın tekrar yollara düşmesinde. Amaaa... Bakar mısın Karacaoğlan'ın şu dizelerine? Bak.. Bak.. Hem de ayrılıp karalar bağladığı Elif için söylediği sözlerden sonra...  Sıraladığı kız isimlerine bakar mısın?  "...Elif'i der isen nazlıdır nazlı... Esme'yi dersen sırf ala gözlü... Söyletme Şerife'yi bülbül avazlı... Söylüyor Zilha'nın dilleri güzel - (Allahım! Dayanamayıp devamını yazacağım) - Emine'yi der isen incedir ince - Bağdat'ın Mısır'ın gülleri konca- Eşşe'nin kaşı da kalemden ince -Sevmeye Hörü'nün belleri güzel- Döne güzelliğin halka bildirir -Kamer pınardan kabın doldurur -Eşşe yürüy'şünde beni öldürür -Sevmeli Cennet'in boyları güzel -Karadan da Karac'oğlan karadan- Sürün çirkinleri çıksın aradan -Herkesi sevdiğ'ne vere Yaradan- Sevdiğim Meryem'in benleri güzel..."  İlk kez bu dizelere denk geldiğimde "Yok artık! Pes vallahi... Nedir bu böyle?" demiştim kendi kendime...  Şimdi  Karacaoğlan'ın bu vaziyetlerini bilen benim gibi biri Yaşar Kemal'in anlattığı efsanedeki Karacaoğlan'a üzülebilir mi? Asla üzülmedim ne yapabilirim yani? Bilirsin Karacaoğlan'ın üç derdi vardır, birbirinden geçilmez... Hatırlasana Ersen ve Dadaşlar söylerdi hani... Aaa!  Ben şu şarkıyı bulayım da dinleyeyim bari... Neymiş o dertleri? "Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm."  Hey gidi Karacaoğlan... Ve sevdalandığı... Ve de sevdaya bıraktığı kızlar... Efsane mefsane... Ruhlarına rahmet.  Düşünebiliyor musun kimler yaşamış, ne sevdalar yaşanmış yeryüzünde... Bu bizim bildiklerimiz tabii... Haydi gel Karacaoğlan dizeleriyle sual eyleyelim bizden evvel gelenlere... "Kimler var idi, biz burada yoğ iken?" Aaa! Gitmeliyim. Kahve Molam... Yooo... Yazı molam bitti. Hımm... Kahvem akşam iftardan sonra tabii:)




NOT: Diyorsundur ki bu yazıda Marilyn Monroe'nun işi ne? Vaktim yoktu konuyla ilgili resim bulmaya... Yazıyı  Karacaoğlan'ın "Kimler var imiş biz burada yoğ iken?" sözü ile bitiriyorum ya..  Ne var?  Bir vakitler biz burada yoğ iken Marilyn Monroe vardı, öyle değil mi? İnkar et istersen... Yok muydu? Vardı tabii.... Hayat böyleyken böyle işte. Bir varmış... Bir yokmuş... Biri varmış... Biri yokmuş.... Efsaneler gibi.




s.b



138 sayfalık bir kitap, Tarih Kaderi İspat Ederse. Gelenek yayıncılık tarafından yayınlanan bu kitabın yazarı Said Alpsoy. Adından da anlaşılabileceği gibi tarih ve kader arasındaki bağı ortaya koyan bir tarzı var. Sözü fazla uzatmadan kitaptan sadece iki sayfayı buraya aktardım. Bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum.

          BOĞAZINDAN YIRTILAN BAYRAK

Tarih 6 Ekim 1981... Mısır'ın "Reisi" Enver Sedat Krallar Vadisi'nde resmi geçit yapmakta olan birliklerini gururla selamlamaktadır. Fakat ortalık aniden ve art arda patlayan el bombalarının gürültüleri ve makineli tüfek tarakalarıyla adeta cehenneme döner. Teğmen Halid İstanbuli ile birlikte 4-5 tane er, şeref tribününü kana bulamıştır. Bu, Camp David anlaşmasını imzalamış olan Enver Sedat'a verilen ağır bir cezadır.
Osmanlı'nın Enver Paşası'nın hayranı olan babası tarafından, bu hayranlığın ifadesi bir isme sahip kılınan Enver Sedat, aynen ismini taşıdığı meşhur paşa gibi kurşunlanarak trajik bir şekilde hayata veda etmiştir. Ne var ki Orta Doğu'nun yakın tarihinde birçok örneğine şahit olduğumuz Enver Sedat suikastini "Kader ve Tarih" ilişkisi bağlamında ilginç kılan çok özel ve önemli bir    "tevafuk" vardır.
Çarpıcı tevafuk şudur: Suikast anından yaklaşık on beş dakika önce resmi geçit başlarken havaya sekiz adet füze fırlatılır. Belli bir yükseklikte, bunların dördünde Mısır bayrağı, dördünde de Enver Sedat'ın portresini taşıyan bayraklar çıkar. Ve bunlar, uçlarına kurşun bağlanmış ipler sayesinde yavaş yavaş süzülmeye başlar. Sedat'ın portresini taşıyan bayraklardan biri, alanı çevreleyen bayrak direklerinden birindeki Mısır bayrağına sarılır. "Reis"in portresiyle Mısır bayrağının sarmaş dolaş hali, izleyiciler arasında bir coşku seline yol açar. Mısır'lıların Allah'ın, "millet" ile reis"i arasındaki yakınlığı ve sevgiyi kanıtlayan ilahi bir tevafuk yarattığına inanırlar. Fakat bir süre sonra, Enver Sedat'ın portresini taşıyan bayrak, aşağıya doğru kaymaya başlar. Ve tam toprağa dokunur hale geldiğinde Enver Sedat'ın boğazına isabet eden yerde aniden ikiye ayrılır. On beş dakika sonra Teğmen İstanbuli ve askerlerinin atacağı mermiler, Enver Sedat'ın boğazını aynı yerden parçalayarak ölümüne neden olacaktır.

"Tesadüf, inançsızların Kader'e taktıkları isimdir."
A.Suarez
                   
         PADİŞAHIN YANGIN FERMANI

Zaman, Kanuni zamanı... Sürekli deprem endişesiyle yaşayan İstanbul'un yapıları büyük ölçüde ahşaptır. Bu önlem muhtemel deprem zararlarını hafifletse de, başka ve en az deprem kadar yıkıcı bir tehlikenin kapısını aralamıştır: Yangın.
Ve İstanbul, büyük yangınlar şehri olarak tarihe geçer. Hiçbir önlem para etmez. En sonunda da Kanuni Sultan Süleyman, haklılığı ve etkisi çok su götürür yeni bir önlem almaya karar verir: Yangın kimin evinde başlamışsa o, idam edilecektir. Halkı yangına karşı dikkatli olmaya motive etmek gibi bir dayanağı olsa da, fermanın adaletsizliği apaçık bellidir. Ferman, eğer uygulanırsa, bu yüzden birçok masum, haksız yere cezalandırılacaktır.
Ama İlahi Adalet hızla devreye girer ve ferman yayınlandıktan sonra, tahmin edin, ilk yangın kimin evinde çıkar?
Kanuni Sultan Süleyman'ın... Topkapı Sarayı'nda...
Tabii ki ferman uygulanmaz ve yürürlükten kaldırılır. Birçok masumun katli engellenmiş olur. İlahi Kader, mücahid padişaha bir "dikkat" çekmiştir.

"Tarih, kainatın vicdanıdır."      Ö. Hayyam.
İNANDIĞIN GİBİ YAŞAMAZSAN YAŞADIĞIN GİBİ İNANIRSIN

Hayal Kahvem





Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm. 



 


En son Filmekimi için İstanbul'a vardığımda filme geç kalacağım diye çok korkmuştum. Trafik yoğundu. Arabamı zor park edebilmiştim. Tüm telaşımla  pasaja dalacakken, bir kız dikkatimi çekti. Hava soğuktu. Kız, üzerindeki incecik entariyle Atlas Sineması'nın girişindeki afişlere bakıyordu. Çorapları bile yoktu. Durdum. "Üşümüyor musunuz?" dedim. Bana gülümseyerek baktı. "Ben mi?" dedi. Evet dercesine kafamı salladım. "Ne bileyim." dedi. Bu cevabı işittiğimde onun Melih Cevdet Anday'ın Raziye adlı romanındaki kız olduğunu farzettim.  Saçları kara, uzun, gözleri yeşille kurşuni arası, yüzü buğdaysı, etine dolgun, uzun bacaklı bir kızdı. Öyle, güzelliği sonradan, tanıdıkça, yavaş yavaş anlaşılan kızlardan değildi. Gözümü alamıyordum. Deniz gibiydi, ne yandan bakarsan bak, deniz, öncesi sonrası olmayan. "Elimde fazla bir bilet var. Arkadaşım gelmedi. Film Roma tarihiyle ilgili. Seyretmek ister misiniz?" diye sordum. Önce gene "Ben mi?" dedi. Sonra "Bilmem." diye cevap verdi. "Roma tarihini kitaplardan okudum. Okudum okudum, çingene lafı geçmedi hiç. Ben de sıkıldım okumaktan. Hepsinden sıkıldım ya... Bütün derslerden..." dedi. Durdu. Bu kez gözlerime, ama bana baktı. İki eliyle saçlarını arkaya attı.  Boynuma sarıldı. Önce ağlıyor sandım, oysa gülüyordu, sevinçten deli gibi gülüyordu. Öpücüklere boğuyordu beni.  Doğallığı hoşuma gitti. Aynı kitaptaki kız gibi yalana gerek duymayan biriydi. Her davranışı, her sözü ile, her bakışı ile bir çingene, başka bir şey değil. Bir süre sonra beni de bir neşe sardı. Bir eliyle saçını kulağının arkasına itti.  Bileti uzattım. "Geç kalıyoruz filme. Haydi girelim mi?" dedim. Dünyada onu korkutan hiçbir şey yok gibiydi. Nerde olsa, ne durumda olsa, yaşayacağını yaşardı o.  Önce hiçbir zaman unutamayacağım o tatlı kayıtsızlığı ile: "Ne bileyim," dedi. Sonra bileti elimden aldı. Koşarak sinemaya girdi.




Filmin başlamak üzereydi. Önüm sıra yürüdü. Kayıtsız gözlerle etrafına baktı. Biletçi yerimizi gösterdi. Yanyana oturduk. Koluna usulca dokundum. "Seni sevdim." dedim. Gözlerimin içine gözünü dikip bakakaldı. "Ben de seni," dedi. Cevabı öyle sıcak, öyle içtendi ki, düşüncelerimin, kuruntularımın, kaygılarımın tümünü sürüp  götürdü.  Elbisesinin yakasından elini göğsüne soktu. Beyaz bir mendil çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi elindeki  mendile dikkatle baktı. Sonra açıp kucağına serdi. Mendile gözucuyla baktım. Bir köşesinde "Vedia" diğer köşesinde "Raziye" yazıyordu. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Raziye" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.

   
NOT:  Melih Cevdet Anday'ın  Raziye adlı romanındaki bazı cümleleri  bu yazıya alıntıladım.


alan ford

Barış Müstecaplıoğlu'nun fantastik serisi Perg Efsaneleri birara çizgi roman dünyasına göz kırpmış, lakin Strip dergisindeki macerası ne yazık ki kısa sürmüştü. Serinin çizeri Engin Deniz Erbaş'dan bir kaç Perg karesi

Leofold



Promlar



Gerfler



Erkolen

kaçmayı denemek bir tutsağın görevidir

ümitkr

Okuduğum en iyi yerli fantastik roman üçlemesiydi. Okumayanlara kesinlikle öneririm. Barış devamını yazdığını duyurmuştu geçenlerde ama sonrasını takip edemedim. Umarım kaçırmamışımdır... aklıma gelmişken bakayım ve ne yaptı sorayım.

Bu arada çizgi romanı romanın yanında basitten de zayıf kalmıştı. Barış "aceleyle yetişsin diye hazırlamıştık" demişti. Çizime ve okuduysanız hikayeye ısınamadıysanız tekrar söylüyorum, romanını kesinlikle edinin ve okuyun.

alan ford

 Dört kitaptan oluşan seri gerçekten fantastik edebiyatın en güzel kitaplarındandır benim için.  Metis yayınlarından çıkan seri bu aralar indirimde. İlginizi çektiyse kaçırmayın.

Yeni seriden ise bildiğim kadarıyla haber yok daha. Beklemedeyim ben de.



kaçmayı denemek bir tutsağın görevidir

ümitkr

Alıntı yapılan: alan ford - 25 Kasım, 2011, 23:28:57
Dört kitaptan oluşan seri gerçekten fantastik edebiyatın en güzel kitaplarındandır benim için.  Metis yayınlarından çıkan seri bu aralar indirimde. İlginizi çektiyse kaçırmayın.
Yeni seriden ise bildiğim kadarıyla haber yok daha. Beklemedeyim ben de.

sahi, dört kitaptı :)

Hayal Kahvem




 

Her zaman okurların kitap seçmediğine, kimi zaman da kitapların okurunu seçtiğine inananlardanım. Bak, ne anlatacağım? Okuduğum başka yazarların deneme kitaplarında Ferit Edgü adına hep denk gelirdim. Nedense bir kere bile kimdir diye merak etmediğimi yeni fark ettim. Oysa hafızamın kıvrımları arasında Ferit Edgü'yle ilgili bazı sempatik bilgiler gizlemiştim. Sanat yapıtının aynı hayat gibi kendisinin dışında bir mesajı olmadığını düşünen biriydi. Ben de motomot mesaj veren hiç bir sanat yapıtından haz etmem. Ne bir kitap, ne bir film, ne bir resim...  Sonra duyarlık sözcüğünü önemseyen biriydi. Çağdaş sanatçılardan kimi bu sözcüğü rafa atmış olsalar da duyarlık olmadan nasıl iletişim sağlanabileceğini soruyordu. Haklı değil miydi? Gene bir başka yazar Ferit Edgü'nün bir yazısını anlatırken, sanatçıların yapıtlarıyla, okuruna, seyircisine ya da dinleyicisine keşfettirdiği yeni dünyaların, Christoph Colomb'un Amerika'yı keşfiden daha az heyecanlı olmadığını yazdığını okumuştum.  Hani Colomb Hindistan'a gideyim derken Amarika'ya ayak basar ya...  Okur için de durum böyle diyordu. Ne yalan söyleyeyim çok doğru diye düşünmüştüm. Ferit Edgü'nün düşüncelerini sevmiştim. Gene de kitapçıya gittiğimde bir gün olsun Ferit Edgü kitabını sormadım. Hangi kitapları vardı? Nasıl hikayeler yazardı? Ömrümde bir defa bile Ferid Edgü kitabını elime almadım. Peki... Hakkâri... Okuduğum ders kitaplarında, gazetelerdeki haberlerde, televizyonda seyrettiğim programlarda Hakkâri adına hep denk gelirdim. Orda memleketimin taaa ucunda bir sınır şehrimizdi. Şehrin etrafında çok yüksek, sarp yamaçlı, kolay aşılmaz dağlar vardı. Acaba Hakkâri'den Zap Suyu mu akardı? Emin değilim. Duyduğum kadarıyla dağlarında yaz kış erimeyen karlar vardı. Kışın sıcak odamda yayıldığım koltuğumda haberleri seyrederken kaç kere gördüm. Kışın kar öyle yağardı ki hiç kimse oraya kolay kolay varamazdı. Hastalar doktor bulamazdı. Orada çok çocuk ölümleri vardı. Türkçe'nin dışında değişik bir dil konuşurlardı.  Son günlerde asker şehitleriyle şehrin adı iyice özdeşleşmişti. Ben Hakkâri'ye hiç gitmedim. Ömrümde bir defa bile Hakkâri'yi görmedim.




Hani bir ara  İstanbul Sahaflar Festivali'ne gitmiştim ya... Bu kez kararlıydım bir tane olsun Ferit Edgü deneme kitabı satın alacaktım. Bir sahafa sordum. Raftan bir kitap seçti. Elime verdi. Baktım. Bu bir deneme kitabı değildi. Bir romandı. Adı... Hakkâri'de Bir Mevsim... Oturdum sahafın sandalyesine... Kitaba bakakaldım. Sayfalarını araladım. Denk geldiğim sayfanın bir yerinden okumaya başladım. Kitabı ben seçmedim. Bu kitap beni seçti. Yazarın bana bir mektubu vardı çünkü. İstanbul'daydım. Hava cehennem gibi sıcaktı. Ben ise zangır zangır üşüyordum. Ben o anda İstanbul'da değildim. Bir teknenin kaptanı olmayı her zaman hayal ederdim. Ferit Edgü bilmişti beni. Hindistan'ı bulmak niyetiyle Amerika'yı keşfeden Colomb gibi hiç aklımda yokken  teknemin rotasını Hakkâri'ye çevirdi. Roman hayalle gerçeğin harmanlandığı bir şiir gibiydi. Sahaflardan sonra oturduğum kahvede  O- Hakkâri'de Bir Mevsim adlı romanı soluksuz okudum ve bitirdim. Ferit Edgü'nün bir başka kitabı var şimdi elimde...  Eylül'ün Gölgesinde Bir Yazdı. Kitabın rotasına göre teknemi ayarladım. Bakalım memleketimin hangi şehrine hangi insanlarına denk geleceğim? Bu kitabıyla da yazar; dar, kısıtlanmış ufkumu kimbilir nasıl genişletecek... Kimbilir bana neler, nereler keşfettirecek? Ne güzel! Bana yazdığı şu aşağıdaki mektubu tekrar okuyacağım. Sonra Ferit Edgü'ye cevap yazacağım. "Değerli Yazar, kendimi bir kâşif gibi hissettirdiniz. Teşekkür ederim. Sevgiler." 


"Ey okuyucu!
eğer yaşantın boyu, bir gün olsun
bir teknenin kaptanı olmadınsa
- ya da böylesi bir duyguya kapılmadan, böyle bir düş görmedinse-
teknen bir gün ya da gece, yolunu şaşırmış,
bilmediğin sularda yol alırken
haritalarda görülmeyen kayalara çarpıp batmadıysa
ve kendini tek başına
-Tayfalar nerde? Dümencim n'oldu?-
bir kumsalda da değil, denizden kilometrelerce uzakta, üstelik bir dağ başında (Rakım: 2.100) bulmadınsa
ya da benzeri korkulu bir düşü,
gözü açık ya da kapalı görmedinse
bu kitapta yazılı olanları anlamakta güçlük çekebilirsin.
Çünkü anlamak bir ortak dil gerektirir.
Ortak dil ise,
ortak yaşam / ortak bilgi / ortak birikim / ortak düş
kimi yerde, ortak düşüş demektir.
Ortak değilse bile, yakın / benzer / gibi.
Ama diyebilirsin ki, Bana yabancı olanı arıyorum ben.
Öyleyse yolun açık olsun.
Ama gene de,
bu kitabı okurken elinin altında, büyük gezginlerin sözlükleri, andaçları bulunsun, derim."

Ferit Edgü


Hayal Kahvem




Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm. 



O gün Beyoğlu'nda  Emek Sineması'ndaydım. Filmin başlamasına yarım saat kadar vardı. Hava oldukça soğuktu. Park yerinden sinemaya gelene kadar üşümüştüm. Dışarıda oyalanmak istemedim. Hemen salona geçtim. Emek Sineması'nın o tarihi sıcaklığıyla koltuğuma gömüldüm. Uyuyup kalmışım. "23  numara bu koltuk mu?" diye soran  sesle kendime geldim. Doğruldum. Gülümsedim. "Benim koltuğum 22 olduğuna göre 23 burası olmalı." dedim. Kederli gözlerle bakan bir kadındı. Yuvalarının içine gömük, donuk bakışlı gözler... Hani feri kaçış mı derler yoksa feri gitmiş mi? Moru çoktan geride bırakmış, karaya doğru yol alan gözaltı torbaları... çökmüş, kara-sarı bir surat... ip gibi dudaklar.... Boyayla, allıkla, rujla üstü örtülemeyecek bir harabeye dönmüş yüz. Ve şahane KIZIL saçlar... Oturdu. Sürekli şu cümleleri fısıldıyordu: "Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar... Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar..."  Neydi bu? Belki bir şiir dizesiydi. Bu cümleleri duyunca, kadının Pınar Kür'ün Edebiyat Neye Yarar? (Kına) adlı öyküsündeki Engin olduğunu farzettim. Kucağında çocuğu, yanında iki bavuluyla, başı önünde, boynu bükük baba evine dönüşünü hayal ettim. Babasının yüzünden düşen bin parçaydı. Annesi sevinçliydi.  İki yıl önce, daha fakülteyi bitirmeden hamile kalıp, ana babasına bile haber vermeden evlenmesine çok kızmışlar, çok sarsılmışlardı. Babası damadı asla tasvip etmemişti. Gene de kızının doğumu köşte yapmasını istemişti. Kocası, Engin'in babasının bu teklifini, aristokrat esnekliği diye düşünmüş, kendilerini asimile etmek için yaptıklarını söyleyerek kabul etmemişti. Doğumu beklerken, Laleli'de, iki odalı, kalorifersiz, suyu bazen akan, çoğu kez akmayan, karanlık bir bodrum katına yerleşmişlerdi. Engin'in hiç bilmediği, tanımadığı bu yaşam koşullarına alışması kolay değildi. Ama en zoru, bir günden bir güne "yoldaş"lık statüsünü yitirip "ev kadınlığı"na indirgenmesi olmuştu. Sırf hamile olduğu için değil de, evlendiği için! Artık yürüyüşlere katılmak, geceleri "afişe çıkmak" yok. Ama onlar herhangi bir eylemden döndüklerinde, bodrum katının küçücük oturma odasına en az on kişi dolduklarında çay demleyip hizmet etmek var.  Daha bir kaç hafta önce sokaklarda birlikte koştukları, forumlarda birlikte coştukları eylem arkadaşlarının hizmetçi muamelesi etmesine nasıl sinirlenmesin? Kocası eylemlerine Paris'ten devam etmeye karar verince, kucağında oğluyla baba evine döndüğünde her şeyin daha kolay olacağını ummuş muydu? Öyle olmamıştı. Köşk basılmıştı. Sorguya götürülüp aylarca içeride tutulmuştu. Dışarıya çıktığında bu kez anne babası  göz hapsine almışlardı kızlarını. Olur olmaz dışarıya çıkmak yok... Nereye gittiğini söyleyeceksin, şu saatte döneceksin baskıları... Bu kez onların kurallarına uymak durumda kalmak. İkibuçuk yıl süren bu esaret hayatında, sadece akşamları kocasına mektup yazarken huzur buluyordu. Oğlunu alıp onun yanına gideceği günü iple çekiyordu. Kocası Fransa'da işleri bir yoluna koysa... İmkanları bir ayarlasa... Derken kocası imkanları ayarlamış, hayatını bir yola koymuştu. Kendisinden on yaş büyük bir Fransız kadınıyla. Ve boşanmak istiyordu. O sırada duyduğu nefret de, hınç da, bir damlacık bile azalmamıştı. Ama umudunu kestikten sonra, durup durup ağlamalar, sinir krizleri devam ederken bile, yaşamını yeniden düzene koyma cesaretini bulmuş, aftan yararlanıp yarım bıraktığı fakülteyi bitirmişti. Edebiyat öğretmeniydi şimdi. Bu kez Edebiyattan nefret eden, kalın kafalı öğrencileriyle cebelleşiyordu. Çok yalnız olmalı diye hayal ettim. Oğlu liseyi bitrene kadar yanındaydı. Babasının oğluydu ne de olsa... Ömründe bir kere bile görmediği babaya kızmak şöyle dursun, bir davette, üniversiteyi okumaya babasının yanına Fransa'ya gitmişti. Kadına göz ucuyla baktım. Üstü başı dağınıktı. Yorgun bir okul dönüşü olmalı diye düşündüm. Oysa bir zamanlar şu kızıl saçları var ya... Of, örgütün en güzel kızı olmalıydı diye aklımdan geçirdim. Kızıl saçlı, edebiyatsever, kırılgan kız... Hepsini Nâzım yakmıştı aslında. Bir zamanlar Nâzım Hikmet'in hem aşk hem devrim  şiirlerini ezberleyen örgütteki erkeklerin, böyle güzel, kızıl saçlı kıza aşık olmamaları mümkün müydü? Kızlar ise en güzel Nâzım Hikmet şiiri okuyan erkeğe aşık oluyorlardı belli. Edebiyat kimi kez hayata yol gösterirdi. Hayata hazırlardı insanı. Yıllar yılı hayatın dışında kalan Engin gibi bir kadın, yeniden hayata dalabilir miydi? Öyküdeki eski örgütünden arkadaşı Metin'le tesadüfen karşılaşmaları aklıma geldi. Kafede oturup karşılıklı eski günlere değin yaptıkları muhabbetleri... Heyecan içinde peçetelere yazılan telefon numaraları... O günden sonra Engin'in yüreğinin her an pır pır etmesi... Yalnız onu düşündüğünde değil, aynaya baktığında kendini güzel görmesi, saçlarını havalı havalı silkelemesi... Öğrencilerine kızmaması, hatta onların saçma sapan esprilerine gülmesi, en önemlisi gece yatağa korkuyla değil de keyifle girmesi... Metin ile karşılaştığından beri hep gülüyor, hatta gülmemek için kendini tutmak zorunda kalıyorken, şimdi neden bu kadar kederli görünüyordu peki?


Kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Uzun saçlarını arkaya doğru attı. Burnuma kına kokusu geldi. Belki kızıl saçlarına kına sürerken Milan Kundera'nın bir öyküsü aklına takılmıştı. Hani yıllar sonra gençlik aşkıyla karşılaşan, yeniden birlikte olmalarına ramak kalmışken donup kalan kadının hikayesi... Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Engin" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazımın bazı cümlelerini Pınar Kür'ün  Hayalet Hikâyeleri adlı  kitabındaki Edebiyat Neye Yarar? adlı öyküsünden  alıntıladım.







Hayal Kahvem




Puslu bir geceydi. Uykum kaçmıştı. Kalkmıştım yatağımdan... Pencerenin yanına gitmiştim. Ellerimi  mermer pervaza, burnumu cama dayamıştım.  Karanlıkta bir süre dışarıyı seyretmiştim. Gün boyu hiç durmak bilmeyen yağmur dinmişti. Bir İsmet Özel şiiri aklıma gelmişti. Hatırlarım ama hiç bir şiiri hafızama yerleştirmeyi beceremem ya... Bilgisayarı açtım. Şiiri elimle koymuş gibi buldum. "Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir... kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa... yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa...  o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir." Ne hoş, ne mucizevi bir şiirdir. Masanın üzerinde Enis Batur'u Öldürmek adlı bir kitap duruyordu. Günlerdir bilgisayarımın gölgesinde  demleniyordu. Henüz okumamıştım. Yazarı İsmail Pelit'ti. Tanımıyordum. Kitabı Enis Batur'la ilgiliydi ya ne anlattığını merak ediyordum. Ben Enis Batur'cu biriyim. Beni zorluyacağını bilsem bile Enis Batur'un  kitaplarını severim. Enis Batur'un külliyatıyla  ilgili elime geçen her kitabı okurum. Bu kitabı Enis Batur değil bir okuru İsmail Pelit  yazmıştı.  Bir okur, sevdiği yazarı neden ölürmek ister peki?  İsmail Pelit, Enis Batur'un o kendine has şiirlerini okumuştu da, "Anlam şairin karnında" diye bir söz vardır ya... Acaba şairin şiirlerini anlamak maksadıyla karnına bir bıçak saplamakta mı sakınca görmemişti? Oscar Wilde dememiş miydi? "herkes öldürebilir sevdiğini... kimi bir bakışıyla yapar bunu...  kimi dalkavukça sözlerle...  korkaklar öpücük ile öldürür... yürekliler kılıç darbeleriyle" İsmet Pelit kelimelerle öldürmeye niyetlenmişti belki.

   


Masanın yanındaki kitaplığa uzandım. Enis Batur'un Hâneberduş adlı kitabını elime aldım. 55. sayfasındaki Ölümlülük Üzerine Bir Deneme adlı yazısını okumaya başladım. Enis Batur yazısına "Hayatımın geniş bölümü ölüm korkusu içinde geçti." diye başlıyordu. İlk paragrafı "Ölümü düşünmeden geçirdiğim gün neredeyse yoktur." diye bitiriyordu. Belli bir yaş eşiği aşıldığında hastalık korkusu çıkagelir ya... Enis Batur'a da aynısı mıhlanmış olabilir mi? Sonra ölüm çeşitlerini sıralıyor... "Kazada, doğal afetle ölebilirim" diyor... Sonra dikkatini çekerim, şöyle devam ediyor... "Biri(leri) tarafından öldürülebilirim." Şaşırtıcı... Okuru İsmail Pelit, Enis Batur'un bu korkusunu bilmiş miydi? Acaba Enis Batur'u Öldürmek adlı kitabında ne anlatmak istemişti? Gecenin puslu saatinde aklımdan bunları geçiriyorum. Çünkü bir kitabı okumadan önce merakımı iyice iştahlandırmak hevesi güdüyorum. Kitap kapağına bakıyorum.  "Acaba kitabının ismini yazarken Batur'un a'sının, Öldürmek'in e sinin altını neden çizmiş?" diye düşünüyorum. Enis Batur yazısının devamında "Doğduğunda öleceğini bilmez insan; "ölüm" öğrendiği kaçıncı kelime olur, "fikir"le kaç yaşında tanışır, ergeç ölüm gerçekliğine toslar." diyor. "Ölümlü Dünya" tamlamasına bayılıyor Enis Batur. "Ölümlü İnsan, hayatın kendisiyle sınırlı olduğunu fütursuzca ilân ediyor o arabesk ifadede: Ben yoksam, olmayacaksam artık Dünya'da, Kosmoz da sırra kadem basar." diyor. Enis Batur'un Hâneberduş adlı kitabındaki Ölümsüzlük Üzerine Deneme adlı yazısına geçiyorum. Fan Sendromunu yazdığı cümlelelerinde geziniyorum. Hiçbir tanışıklık  olmadığı halde bir ölümün arkasından kitlenin cinnetli yası. Sevdiği bir yazarın, şarkıcının, düşünürün öldüğünü kabullenmeyen, bir tek gün çıplak gözle görmedikleri birinin anısını yaşatmayı hayatlarının tek amacına dönüştürebilen insanlar... Enis Batur, bir insanın tek yaşama gerekçesinin bir başka insanın varolmasıyla ilinti olması ne kadar marazi bulunuyorsa, bir insanın yaşamını sürdürmeme gerekçesinin bir başkasının yok olması'na bağlanması farklı bir koşul diyor. Enis Batur'un yazdıkları, okuru İsmail Pelit'in yazdığı Enis Batur'u Öldürmek adlı kitabı okumam için beni kışkırtıyor. İlgimi öldürmüyor. Bilakis diri tutuyor. Kitabı açıyorum. Enis Batur'un "in memoriam a.t" adlı şiiriyle başlıyor... "alıştırmıştık ölümüne kendimizi... nasıl alışabilirdi ölüme... bunu henüz bilmiyorduk belki... ama bir ses "yakın" diyordu içimizde... sonra gazeteyi açıp bir sabah öğrenecektik-... olması beklenen olmuştu..." Kitabın kapağını kapattım. Yerimden usulca kalktım. Ellerimi mermer pervaza, yüzümü cama dayadım. Dışarıyı seyrettim. Gün ağarmak üzereydi. Yağmur dinmişti. Sokak lambası ışığı altındaki yol, billûr bir kadeh görünümündeydi. O an Enis Batur'u unuttum. Nasılsa hafızamda kalan, iki dizeyi okudum... "yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa...  o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir."




Hayal Kahvem



Az önce eve girdim. Dondum dondum... Hava feci soğuk! Rüzgâr nasıl uğuldayarak esiyor anlatamam... Buzz! Buzz!.. Üfürüyor... Islık çalıyor... Uğulduyor...  Açıkta bulduğu teni jilet gibi kesiyor... Önüne kattığını sürükleyip götürüyor... Rüzgâr değişti... En sert, en zorlu  türkülerini söylemeye girişti... Rüzgâr bu gece bana filmin kötü adamını hatırlatıyor... Korkutuyor.  Her dafasında sanki en çılgın  kahkahalarını savuruyor... Elime bir mendil aldım. Dört ucuna ayrı ayrı düğüm attım. Sonra kendi yaptığıma kendim şaştım. Dedim "bunu ben şimdi neden yaptım?" Birden hafızamda bir çekmece açıldı. Senelerce önce okuduğum rüzgârın başrolde olduğu eski bir kitabın içindeki sözcükler kucağıma saçıldı. Ve oturduğum yerde Latife Tekin'in Berci Kristin Çöp Masalları adlı o etkili türeyiş öyküsündeki, gündüz toplanan şehir çöplerinin, merkezin dışındaki bir tepeye döküldüğü yerin az uzağında,  bir kış gecesi kurulan sekiz gecekonduyu hayal ettim. Sabah gecekonduların üstüne düşen ilk karı... İnşaatlardan toplanan tahtalarından... Pencere niyetine takılan muşambalardan... At arabalarıyla sağdan soldan taşınan kırık dökük briketlerden yapılan, eğri duvarlı, iğrelti çatıları olan sekiz gece kondu... Sonra çöp yığınlarının çevresinde, ampul ve ilaç fabrikalarının alt yanında, tabak fabrikasının karşısında, ilaç artıklarının ve çamurun kucağında bir mahallenin doğduğunu hayal ettim. O tepede yaşayacak insanlar eski püskü bir kaç yatak, yırtık pırtık üç beş kilim, kullanacak kırık dökük eşyalarını sırtlarında getirip gecekondularına  yerleştiler. Sobalarını kurdular. Bir duvarlarından soba borularını çıkardılar. Diğer duvarlarına süpürge çöpünden mavi boncuklu uğurlar, sararmış resimler astılar. Bebelerini ne yaptılar biliyor musun? Çatılara beşikler bağladılar. Çatılara bağlanan beşiklere konan bebelerini pış pış sallayıp uyuttular. Gece olmuştu. Çevredeki fabrikaların makineleri durmuştu. Kopkoyu bir karanlığa gömülmüş olan gecekonduların yoksul, yorgun insanları tam uyumuştu ki yüzlerine yağan karla  uykularından fırlayıp uyandılar. İlkin kendilerini bir rüyanın içinde sandılar. Sonra çığlık çığlığa bağırdılar. Rüzgâr herkes uykuya dalınca gecekondulara yanaşmıştı. Nefesini derin derin çekip hızlıca salmış, çatıları söküp kanatlamıştı. Ne olacak bu durumda? Çatılara bağlı beşikler tabiatıyla havalanmıştı... Bebeler de çatılarla birlikte kuş olup uçuvermişti. Şaşmışlardı. Kadın erkek, çoluk çocuk çıplak cıbıldak dışarıya dökülmüştü. Fenerler yakıldı. Hepbirlikte çatılar ve bebeler aramaya çıkıldı. Annelerin kimi üstünü başını yırttı. Kimisi ağıt yakarak kendi saçlarını yoldu. Kadınlar kara bulanmış bebelerini fabrikaların bahçelerinde buldular. Kimi bebenin incecik ağlama sesi rüzgârın uğultusuna karıştı. Kadınlar buz tutmuş bebelerine sarılıp, göğüslerinde ısıtmaya çalıştı. Erkekler sökülen çatılarını kondularının tepesine taşıdı. Bir daha uçup gitmemeleri için çatıları  kalın iplerle bağladılar. İpleri yere gömdükleri kırık tahtalara ve sedirlerin ayaklarına doladılar. Hatırladım şimdi... Rüzgârın yolunu bağlamayı ben... İşte bu öyküde öğrenmiştim. Kadınlar bebelerini aramaya gidiyorlardı ya... Bir ağıtla mendillerinin, yazmalarının ucuna düğüm atmışlardı. Dışarıya baktım. Rüzgâr uğuldayarak dolanıyordu. Sanki eğri duvarlı, naylon pencereli gecekonduları aranıyordu.Yoksa derme çatma, iğrelti çatılara asılı beşiklerdeki bebeleri kuş edip uçurmaya mı heves edivermişti? Mırıl mırıl dua ederek  mendili elime aldım. Rüzgâr bebeleri bulamaz artık. Ben rüzgârın yolunu bağladım.