Edebiyat Muhabbetleri

Başlatan V, 15 Temmuz, 2010, 22:08:56

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Hayal Kahvem


İstanbul'daydım. İş görüşmem bitmişti. Karaköy'den tarihi metroya bindiğim gibi, ver elini Galata, demiştim. İtiraf etmeliyim ki, son zamanlarda ne vakit yolum bu tarafa düşse,  500 yıllık Galata Mevlevi dergahına uğramayı vazife edinmiştim. İlk gittiğimde öğrenmiştim, Divan Edebiyatı'nın büyük ozanı Şeyh Galip'in türbesi bu dergahın içindeydi. Ayrıca bu mekan büyülemekteydi beni. Başımı döndüren, hoş bir illüzyon geçirmekteydi. İstanbul'un o keşmekeşi arasından, bir kapıyla, bambaşka bir dünyaya ışınlanlandığımı hayal ettirmekteydi. Galata Mevlevi dergahı, eski mezar taşları, ağaçları, çeşmesi, sessizliği ve elbette ne vakit çilehanesine girsem,  yüreğimi titreten ney sesi eşliğinde biteviye dönmekte olan, çilesini doldurduğunu hayal ettiğim üçboyutlu hologram semazeniyle her defasında beni fena halde etkilemekteydi.


Yooo. Kararlıydım. Bu kez Çilehane'ye uğramayacaktım. Rotamı İstiklal Caddesi'ne çevirdim. Erimiş karların şıpırtısında koşar adım yürüdüm. Yolun solundaki Olivya Sokağı'na girdim.  Hava soğuktu. Ayaz ısırıyordu. Aldırmadım. Tabelasında, kahve fincanı üzerinde duran bir manda resmedilmiş  olan "mandabatmaz"'ın dış kapısı önündeki küçük taburelerinden birine yerleştim. Hemen kahvemi söyledim. Daha önce tecrübe etmiştim. Bu kadar ucuza, bu kadar güzel Türk kahvesi başka hiçbir yerde içmem mümkün değil.


Gönül ne kahve ister ne kahvehane.... Gönül muhabbet ister. Kahve bahane, demedim. Sevdiğim kahvehanede, sevdiğim kahvemi içtim. Gönlüm, boşver muhabbet etme, sinemaya git, dedi.  6 ila 15 Aralık arasında İnsan Hakları Film Günleri vardı. Kahvemi hüplettiğim gibi, sinemaya daldım. Seyredeceğim ilk filmin adı Tepelerin Ardında'ydı. Gösterimler ücretsizdi. Salona geçtim. Koltuğa oturdum.  Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Bu kez beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla filmin mecrasına  aktım. Ben artık Romanya kırsalında bir Ortodoks manastırındaydım....



darkwood

Hayal Kahvem, Romanya dan bahsedince aklıma Drakula ve Transilvanya geldi. Belki Dampyr ve vampir hikayeleri sevdiğim içindir.  :)

Ayrıca konu ile ilgili, meraklısına net te şöyle güzel bir tatil ilanı var!
Drakula'nın ülkesine seyahat, başlığında ki bu güzel ilanı da buradan paylaşayım.

Transilvanya'da Bir Hafta İki Kişilik Tatil ve Çok Daha Fazlası 3750 TL Yerine 1550 TL! (Bayramda da Geçerli, Sınırlı Sayıda!)

•Drakula'nın şatosunu, Vila Franka Kalesi'ni, Peles Kalesi'ni ve Romanya'nın diğer önemli noktalarını gezin!

http://www.sehirfirsati.com/deals/tum-turkiye/piatramare/676428

Darkwood Sakinleri..

kalidor

Edebiyattaki ve sinemadaki vampirler geceleyin çıkan ve ihtiyacı dışında çevresine pek ilişmeyen tipler. Halbuki yıllardır milletin kanını gece gündüz demeden emen vampirler daha tehlikeli. Bunlara sarımsak, kutsal su felan da etki etmez.
Crom! Ölüleri Say...

hanac

Alıntı yapılan: Hayal Kahvem - 18 Aralık, 2013, 22:53:56
İtiraf etmeliyim ki, son zamanlarda ne vakit yolum bu tarafa düşse,  500 yıllık Galata Mevlevi dergahına uğramayı vazife edinmiştim.

Şu aralar İhsan Oktay Anar'dan Suskunlar'ı okuyorum.

Hikayenin bir bölümü Galata Mevlevi dergahında geçiyor.


darkwood

Formumuzda çizgi romanlar kadar, sinema, edebi eserler ve tüm bunların güncel hayatla harmanlanmış paylaşımlarını da görmek bir kahve molası gibi çok keyifli.
Darkwood Sakinleri..

DAMPYR

Drakula
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Bu maddedeki bazı bilgilerin kaynağı belirtilmemiştir. Maddeye uygun biçimde kaynaklar ekleyerek Vikipedi'ye katkıda bulunabilirsiniz.
Kazıklı Voyvoda olarak da bilinen III. Vlad'ın lakabıdır. Bram Stoker ondan yola çıkarak kitabı yazmıştır.
Romanın Yazılış Öyküsü
Bram Stoker,vampirler ve Drakula hakkındaki bilgilerini İngiliz gezgin Emily Gerard tarafından yazılan Ormanın ötesindeki topraklarından isimli gezi kitabından almıştır. Aslında Stoker, kitabın adının "Kont Wampyr"olmasını ve Avusturya'nın Steirmark bölgesinde geçmesini planlamıştı. (Bu hikaye'nin taslakları Dracula'nın bazı baskılarının başına eklenir.) Fakat Gerard'ın [III. Vlad]], Romanya ve Transilvanya hakkındaki notlarını okuduktan sonra romanının adını "Dracula" olarak değiştirir. Stoker ayrıca orjinal romanın başında kullanmak istediği fakat sonradan ayrı olarak yayınladığı Dracula'nın Konuğu isimli bir öykü de yazmıştır.
Gerçek Drakula
Voyvoda 1456 yılında Osmanlılara esir düşmüş sonraki yıllarda ülkesi Eflak beyliğinin valisi olarak atanmayı başarmıştır. İlk yıllarda Osmanlılara vergisini düzenli ödemeye devam etse de sonraki yıllarda Avrupa ittifakına katılıp Osmanlı'ya baş kaldırmış ve tutsak ettiği askerleri türlü işkencelerle öldürmüştür. En tanınmış işkencesi kazıklara oturtmasıdır. Kazıkları makattan sokup sırt kısmından çıkartır. Ve kazıkladığı kişileri öldürmez, bunlar bir gün içerisinde kan kaybından, açlıktan yahut susuzluktan ölürler. Dracula bu yaptıklarından sonra Osmanlı İmparatoru, tarafından başı kesilerek idam edilmiştir. Ya da öyle iddia edildi. Romanın önermesine göre Voyvoda Dracula öğrendiği Kara büyüve Simya teknikleri sayesinde ölümden kurtulmuş,bir vampire dönüşmüş ve 400 yıl hayatta kalmayı başarmıştır.
Romanın Konusu
Drakula adlı kitap vampirleri konu almaktadır. Bazı yerlerde Transilvanya canavarı olarak da geçmektedir. Transilvanya'da yaşayan Drakula Şatosu'nun lordu olan ölümsüz Kont Drakula'yı yok etmeye çalışan bir grup insanın öyküsünü konu alır. Drakula adlı vampir, beyaz tenli,kırmızı gözlü,20 insan gücünde,tırnakları uçlara doğru sivrilen,dudakları kırmızı ve beyaz,sivri köpek dişleriyle korkutucu görünüme sahiptir. Drakula adlı karakter bunun dışında tabutta uyuyan, gece dışarıda avlanıp,gündüz tabutunda saklanan bir gece canavarı olarak tasvir edilmiştir. Diğer özelliklerinden biri ise ölümsüz olmasıdır. Kurt,yarasa ve sıçan kılığına girebilmekte ve bu hayvanlara hükmedebilmenin yanında, bir delikten içeri sızabilmektedir.Ayrıca aynada görünmeme gibi bir özelliği de vardır.(Yalnız modern kültürünün söylediğinin aksine güneş ışığıyla ölmez ve gündüzleri de dolaşabilir.Ama gündüz saatlerinde gücü azdır.Yine de şafak,öğle vakti ve gün batımında biçim değiştirme gücü vardır)
Kont'un Eşkali
Drakula romanda Jonathan Harker tarafından; "Yüzü güçlü -çok güçlü- kartal gibiydi, ince burnunda yüksek bir kemer, tuhaf bir şekilde kemerli burun delikleri vardı, alnı azametle kubbeleniyordu ve şakaklarındaki saçlar seyrekti, ama başka yerlerde boldu.Kaşları gürdü,burnunun üzerinde neredeyse bir araya geliyordu ve kendi gürlükleriyle kıvrılıyor gibiydiler.Ağzı ağır bıyığınının altından görebildiğim kadarıyla,kararlı ve azimli görünüşlüydü;tuhaf bir şekilde keskin dişleri vardı, bunlar dudaklarının üzerinde çıkıntı yapıyordu.Dudaklarının dikkat çekici kırmızılığı,o yaştaki bir adam için hayret verici bir canlılığa işaret ediyordu.Kulakları solgundu ve tepeleri oldukça sivriydi,çenesi geniş ve güçlüydü,yanakları zayıf,ama diriydi.Yarattığı genel etki sıradışı bir solgunluktu."Eşkali tarihi prototipi III. Vlad'ın görünüşüyle aynıdır.
Kitapta vampir avcısı Gabriel Van Helsing'ten de bahsedilmektedir. Günlük şeklinde yazılmıştır.
Kitapta vampirler ölümden dönmüş olarak da betimlenmiştir. Genel olarak sıradışı bir güzellikte olamalarına rağmen ürkütücüdürler. Kırmızı gözleri,çan gibi çınlayan sesleri,beyaz tenleri ile doğaüstü güzellik oluştururken sivri dişleri ile ölümcül olmanın yanında kanını içtiği anda kendi türüne-vampire- çevirebilme özelliğine sahiptirler.
Sahne Uyarlamaları ve Devam Romanları
Bram Stoker tarafından 1890'lı yıllarda yazılmaya başlanmış ve büyük ilgi uyandırmıştır.İlk yirmi beş yıl içinde iki sahne uyarlaması yapıldı.1924 yılındaki ilk sahne uyarlamasını Hamilton Deane tarafından yönetilmiş, Dracula rolünü Raymond Huntley,Van Helsing rolünüyse yine Deane üstlenmiştir.1927 yılında ABD'de oynanan ve John L.Balderstone tarafından yönetilen versiyonunda Dracula rolünü Bela Lugosi,Van Helsing rolünü Edward Van Sloan üstlenmiş ve 1931'de çekilecek filmin temeli atılmıştır. Stoker'ın romanına değişik zamanlarda farklı yazarlar tarafından devam romanları yazılmıştır. 2005'yılında Elizabth Kostova, Tarihçi romanında Drakula efsanesini tarihsel kökenlerine inerek anlatır.İspanyol yazar Rodolfo Martinez "Sherlock Holmes ve Ölülerin Bilgeliği" isimli öykü seçkisinde yer alan "Ormanın ötesindeki topraklardan" isimli öyküsünde Drakula ve efsanevi dedektif Sherlock Holmes'la karşı karşıya getirir. 2009 yılında Stoker'ın büyük yeğeni Dacre Stoker ve senarist Ian Holt yazarın arkasında bıraktığı elyazmaları ve notlardan yola çıkarak,hikaye hakkında çeşitli tahminlerde bulunarakDrakula/Ölümsüz isimli romanı yazmışlardır.
Sinema Adaptasyonları
1922 yılında Almanya'da Friedrich Wilhelm Murnau tarafından çekilen Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi isimli bir korsan uyarlamadır. Daha sonra 1931 yılında Tod Browning'in yönetmenliğinde Universal Studios tarafından sinemaya uyarlanmıştır.Baş rollerinde Bela Lugosi,Hellen Chandler,David Manners,Edward Van Sloan ve Dwigth Frye oynamıştır. Drakula (film, 1931). Ülkemizde 1953 yılında çekilen Drakula İstanbul'da Drakula'nın vampir dişleriyle göründüğü ilk filmdir.Mehmet Muhtar 'ın yönetmenliğinde ve Turgut Demirağ'ın yapımcılığında çekilen filmde Drakula rolü Atıf Kaptan'a emanet edilmiştir. İngiltere'de 1957 yılında Hammer Şirketi, Terence Fisher'ın yönetmenliğinde The Horror of Dracula'yı çekti.Amerika'da dağıtımını Warner Bros'un yaptığı bu ilk renkli Drakula filminin Baş rollerinde Peter Cushing,Michael Gough,Melissa Stribling veChristopher Lee yer almıştır.Hammer firması bu filmin başarısının ardından altı tane devam filmi çekmiştir.1977'deBBC Kont rolünü ünlü Fransız aktör Louis Jourdan'a,Van Helsing rolünü Frank Finlay 'a teslim ederek [[Count Dracula]'yı çeker.1988 yılında İngiliz kanalı Cosgrove Hall,Drakula'nın bir parodisi olarak Kont Duckula çizgi dizisini çeker.Bu dizi yanlış giden bir diriltme töreni sonucu vejetaryen olarak yaşama dönen vampir-ördek Kont Duckula ve düşmanı Dr.Von Goosewing (Van Helsing'in parodisi) hakkındadır.1992 yılındaysaFrancis Ford Coppola'nın yapımcılığını ve yönetmenliğini yaptığı filmde Gary Oldman, Winona Ryder, Keanu Reeves ve Anthony Hopkins rol alarak beyazperdeye uyarlanmıştır.( Bram Stoker's Dracula ) 2004 yılında Universal Studios eski korku filmlerini anmak için çektiği Van Helsing filminde Kont'u diriltmiştir. Gabriel Van Helsing rolünü Hugh Jackman'a , Drakula rolünü Richard Roxburgh 'a emanet etmiştir. 2006 yılında BBC yeni bir Drakula uyarlaması çeker ve yönetmenliği Bill Eagles 'a verir.
Drakula rolünü Marc Warren , Van Helsing rolünüyse David Suchet üstlenir.

İntikamımı aldım... ;D :) ;)

Hayal Kahvem


Müşterim, seyahate çıkacağını, hemen görüşmek istediğini söyleyince, dün öğleden sonra ışık  hızıyla  İstanbul'a gittim. Görüşmem fevkalade verimli, son derece keyifli geçti. Müşterimin işyerinden çıktığımda güneş batmak üzereydi. Köye dönmek zor geldi. İstanbul'da kalmaya karar verdim. Arabama bindim. Önceden düşündüğüm bir programım olmayınca, ilk denk geldiğim tabelanın yolundan gitmeye niyetlendim. Pekii... Tek başına Edirne tabelası çıksaydı karşıma ne yapacaktım? Hey! Basacaktım gaza... Yeminle gidecektim.

Ama bakma... Edirne'nin yanında Üsküdar tabelasını görünce çocuk gibi sevindim. Bazan ben bile kendimden korkuyorum biliyor musun? Olur mu olur... Dellenip kendimi Edirne Ciğercisi'nde bulabilirdim. Neyse... Daldığım Üsküdar tabelasının sonrasında denk geldiğim her tabelanın yoluna amaçsızca girdim. Meğer Üsküdar'ın arnavutkaldırımlı ara sokakları ne kadar darmış. Meğer binalarının duvarlarında ne çok tabela varmış. Du bi... Batarken Üsküdar'daki evlerin camlarını tutuşturan güneşten bahseden Necip Fazıl mı yoksa Yahya Kemal miydi? Düşündüm.  Bilemedim. Denize bi ulaşabilsem var ya... Kıyı kıyı gidecektim. Yok! Yoktu... Koskoca denizi kaybettim. Ah!.. Deniz... Murathan Mungan öyküsündeki yolkesen bir Bizans eşkıyası gibi bile çıksaydı  önüme sözgelimi...Tutup   öpecektim..


Neyse... Üsküdar'ın hep sahilini bilirdim. Fena mı? Bahaneyle ara sokaklarında gezindim. Elbette yürümeyi tercih ederdim, fakat arabamın tepesindeydim. Araba ve insan trafiği nasıl keşmekeşti anlatamam. Yayalara yol vere vere yokuş çıktım. Yokuş indim. Baktım Altunizade'deydim. Aklıma Başka Sinema geldi. Kasım ayı başından beri yerli ve yabancı bağımsız filmleri bazı sinemalarda göstermeye karar veren yeni bir oluşum var ya hani... Ne yalan söyleyeyim, kaçırdığım festival filmlerini seyredebilme fırsatı verdiği için Başka Sinema'yı yürekten desteklemekteyim. Tamam.  Çok taze bilgi ya... Hatırladım. Kadıköy Rexx, Beyoğlu Beyoğlu ve Altunizade'de Capitol'de Başka Sinema'nın filmleri gösterilmekteydi. Geçen hafta Başka Sinema'nın gösteriminde  Kadıköy Rexx te Sen Aydınlatırsın Geceyi adlı filmi seyretmiştim. Şimdi... Kısmetime ne denk gelirse, dedim. Capitol'e girdim.


Nanananoom! Denk geldiğim seansta Yozgat Blues yok muymuş? Ne güzel! Bu film var ya bizim şehre kolay kolay gelmez. Baktım, biletler çoktan satılmış. Sadece önden iki sıra kalmış. Vazgeçmedim. İlla Yozgat Blues'u seyretmekti niyetim. Biletimi aldım. Filimin başlamasına vakit vardı. Ohh! Kendime mükellef bir çorba ısmarladım.

Sinema biletinde 3. salon yazıyordu. 3. salonun kapısını açtım ki, başka bir film oynuyordu. Biletçi çocuk yanıma geldi. Yozgat Blues'un gala gecesi olduğu için, salonun  değiştirildiğini söyledi. Gözlerimi koca koca açtım. Sahi mi, diye bağırdım. Hey! Allahım, ne ballıyım!.. Felek gene yapmıştı yapacağını... Şaşırtmıştı. Ömrümde hiçbir filmin gala gecesine katılmamıştım. Ve ben tesadüfen o sinemadaydım.  Salona girdiğimde, bir anons yapılıyordu. Film bitince salondan ayrılmamamız rica ediliyordu. Filmin yönetmeni, senaryo yazarı, oyuncular ve emeği geçenler salonda olacaklarmış. Vay canına sayın seyirciler, dedim. Koltuğuma oturdum. Ceketimi çıkardım. Yerdeki sırt çantamın üstüne koydum.  Işıklar söndü.  Film başladı.


Bak şimdi... Beyaz perdedeki ilk görüntüde,  sırtı dönük bir adam  Fransızca şarkı söylemekteydi, tamam mı? Kim olduğunu çıkaramadım. Derkennn... Adam başını hafifçe döndü. Hey!  O ne? Yozgat Blues, Türk filmi değil miydi? Yoksa bu filmde George Clooney mi oynuyor?  Hem de Cohenvari edayla  şarkı söylüyor.

Niye böyle oldu ? Yazının en heyecanlı yerini anlatacaktım ki... Uykum geldi. Ama... Henüz ne filmi... Ne de galayı anlatmadım ki! İyisi mi, şarkıyı dinleyip  uyuyayım şimdi.




Hayal Kahvem

Binlerce kafatası aşkına!

Vampirlerle ilgili yazdığım yorumu düzelteyim derken sildim! :o Geri getirmek mümkün mü?

Hani vampirlere inanmayan bir fantastik öykü yazarının dedikodusunu yapmıştım ya...
Hani vampirlere inanmıyormuş... Ve vampir öyküleri yazıyormuş...  Hayret edilecek şey!

Ne beceriksizim! Üstelik yeteneksizim... Sakın moral filan vermeyin... Öyleyim! >:(

Hayal Kahvem


Kadıköy'den vapura bindim. Karaköy'de indim.

Aklımın dümeni, midemin komutlarıyla çalıştığı için olmalı... Vapurdan atladığım gibi...  Marş marş... İskelenin yanıbaşındaki balıkçılar çarşısına gittim. Derhal ekmek arası balık, kuru soğan söyledim. Of!.. Nasıl anlatsam bilmiyorum. Hastasıyım!.. Karaköy'e ayak bastım mı, midem ayaklarıma hükmeder. Ayaklarım cızbızcı balıkçının tezgahının önüne tıpış tıpış gider. Yemeden duramam ne yalan söyleyeyim. Zaten beş liradır. Otobüse binecek param kalmasa bile... İcabında İstanbul'u baştan sona yürürüm... Beş liramı her daim hazır ederim. Mutlaka yemeliyim. Laf aramızda, bu benim Karaköy törenim. Alırım elime balık ekmeğimi... İnsanların arasındayım diye çekinmem... Hem yürürüm hem yerim.

İşte o'na balıkçıların arasında rastladım. Tam elime ekmek arası balığımı almıştım. Denize doğru döndüm.  Zaten kış mış dememiş, vapurun balkonunda oturmuştum.  Oturmuş da efkârlı efkârlı "Ey sen ne güzelsin ey kavgamızın şehri..." diyerek İstanbul'a bir türkü tutturmuştum. Rüzgâr çooktaan bünyemi sarhoş etmiş. Balık kokusu nasıl anlatsam sana... Mis... Mis...  Ekmeği tam ısırıyordum ki o'nu gördüm. Orada... Dalgakıranın tam yancağızında... Tahta parçacıklarıyla alevlenen, eski usul  semaverden bozma soba. Üstünde fokur fokur çay kaynamakta... Ah, delirdim, delirdim. "Sen nesin ya, sen nesin?" diye seslendim. "Sen hep mi buradaydın yoksa? Seni neden daha önce hiç görmedim."

Acaba o'nu görünce büyükannemin semaveri mi aklıma geliverdi? Hani Sait Faik'in öyküsündeki gibi... Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Acaba o'nu içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya mı benzettim? Onda yalnız koku, buhar ve o eski günlerin mutluluğunu mu hissettim? Bir gün büyükannem öldü. Ve o evde, o, bir daha kaynamadı. Bunları düşündüm ya, gözlerim buğulandı.

Balıkçılardan biri vaziyetimdeki tuhaflığı sezdi. "Çay ister misin ablacım? Ihlamur bu... Soğukta iyi gider." dedi. Burnumu çektim. Gülümsedim. "İsterim ya... İsterim tabi." dedim.  Başımı İstanbul manzarasına çevirdim. Galata Köprüsü bir köprü gibi değil,  bir mahalle gibi görünüyordu. Baktıkça... Baktıkça... Şehir içli bir bir şiire dönüşüyordu. Eski semaverin içindeki tahtalar çıtırdadı. Yüreğime ılık, hazin bir şeyler akmaya başladı. Büyükannem'in "Ortalık yerde  yeme. Fakir fukaranın gözü kalır." sözü aklıma geliverdi.  Elimdeki ekmeği, balığı öptüm. Çoktandır unutmuşum. Nimet olduklarını hatırıma getirdim. Sobanın yanına çöktüm. Çayımı üfleye üfleye  içtim. Balık ekmeğimi gizli gizli yedim bitirdim.

hanac

Alıntı yapılan: Hayal Kahvem - 21 Aralık, 2013, 09:29:07
Niye böyle oldu ? Yazının en heyecanlı yerini anlatacaktım ki... Uykum geldi. Ama... Henüz ne filmi... Ne de galayı anlatmadım ki!

İyisi mi, şarkıyı dinleyip  uyuyayım şimdi.

Hayal Kahvem devamını sabırsızlıkla bekliyoruz.

Hayal Kahvem

Alıntı YapHayal Kahvem devamını sabırsızlıkla bekliyoruz.

Yoo Hanac... Filmi merak eden gider seyreder. Valla eli kulağındadır. Her an gösterimi sona erebilir:)

İlla seyredilesi Türk filmlerindendir.  ;)

Hayal Kahvem


- son bir söyleyeceğin var mı?
- var.. münir nurettin selçuk bey'in bir şarkısını söylemek
istiyorum, izninizle; dönüülmeez akşamıın
ufkundaayıız, vakit çook geeç




- son bir söyleyeceğin var mı?
- var.. anlatsam sesimi duyar mısınız mısralarımda,
dokunabilir misiniz gözyaşlarıma ellerinizle




  - son bir söyleyeceğin var mı?
- ne bu şimdi.. vicdan rahatlatma seansı mı




-son bir söyleyeceğin var mı?
- anneme, babama söyleyin barii..
  beni kayıp sanmasınlar..
  kayıplar mezarlığı'nda aramasınlar..
  bu insanlığı yapın bari




- son bir söyleyeceğin var mı?
- beni köyümün yağmurlarında iki su yıkasınlar




- son bir söyleyeceğin var mı?
- e hiç biri.. jenerik geçebilir


muhtelif siyah beyaz film kareleri
metin üstündağ'ın denemeyenler'i

Hayal Kahvem


Derse geç kalmıştım. Elbette bütün kabahat benimdi.

Yooo. Esasında evden vakitlice çıkmıştım çıkmasına... Ama... Bak şimdi... Olan biteni tek tek anlatacağım. Murat Menteş'in Dublörün Dilamması adlı kitabını metroda okumaya başlamıştım tamam mı? Nasıl hoşuma gitmişti anlatamam... Gözümü kırpmadan okuyordum. Metrodan indim. Vapura bindim. Dublörün Dilemması'nı vapurda hevesle okumaya devam ettim.

Kadıköy'den bindiğim vapurdan Kabataş'ta inip okulun servisine yetişeceğime, marş marş Karaköy'e gittim.  Avareyim bir kere... Bu kez tabanvayı Galata'ya vurdum. Of ki off... Eski Ceneviz kokusu... dar sokaklar, arnavut kaldırımlar,  ahşap evler... Kendimi kaybettim gene. Büyükannemin, soğuğa yiğitlik geçmez, sözünü ıskaladım. Galata Kulesi'nin dizlerinin dibindeki bir kafenin bahçe sandalyesine kuruldum. Film gibi bir kitaptı okuduğum. Tüm merakımla okuyordum. Hava var ya... Nasıl soğuktu anlatamam. Buz  buz... Dayak yemekle soğuktan donmak arasında harbiden bir benzerlik var. İkisi de insanın uykusunu getiriyor.  Zaman su gibi akmış gitmiş... Resmen ayakta uyumuşum. 

Okula vardığımda... Asansöre binmedim.  Üçer beşer atlayarak  merdivenleri tırmandım. Sınıfın kapısı kapalıydı. Nefeslenmek için bekledim. Kapıyı usulca açtım. İçeriye girdim. Kimseciklere bakmadan en arkadaki boş sıralardan birine oturdum. Hoca ders anlatıyordu. Başımı usulca kaldırdım. O ne? Beyaz tahtanın önünde konuşan kişi... Murat Menteş'ti... Nasıl anlatsam vaziyetimi bilmiyorum. Tek kelimeyle afallamıştım.  Okuduğum kitabın yazarıydı.Tesadüfün iğne deliğiydi bu!  Haddizatında Pazarlama Yönetimi ve Gerilla Pazarlama ya da Zor Müşteriyle Başa Çıkma derslerinden birinde olmalıydım. Neydi bu olan biten? Anlaşılan yanlış  sınıfa girmiştim. Bir kitapta okumuştum.  İnsan aptal durumuna düşmekten kurtulmanın garantisini sesini kesmekte aramalıymış... Öyle yaptım. Hem de ne biçim...  XIX. yüzyıldan kalma bir sessizlik...  Aynı anda pırıl pırıl şaşkınlıkla etrafıma bakındım. Kimsecikleri tanımıyordum. İyi ama...  Murat Menteş o  kadar hoş şeyler anlatıyordu ki, kimim, neredeyim, o sınıfta ne yapıyorum tamamiyle unuttum.  Murat Menteş'in anlattıklarını Akbabanın Üç Günü adlı  filmdeki  Faye Dunaway'in Robert Redford'u dinlediği gibi dinliyordum. 

Mola verildi.  Yanımda oturan kız, bu dersin öğrencisi olmadığımı anlamış olmalı ki, saçaklı kirpiklerinin arasından, saldırıya hazır bir kedinin gülünç fakat esrarlı fiyakasını yansıtan  sivri biber yeşili gözleriyle baktı.  İri kıyım bedenini bana doğru uzattı. Dudaklarını yaya yaya  "Besbelli yanlış sınıftasınız." dedi. Allah'ım sesi nasıl da Titanik'in enkazından çıkarılmış bir kemanınki gibiydi. Elimde olmadan yanaklarım kızardı. Kızardığımın fark edildiğini hissedince, beni acımtrak bir utanma aldı.

Hayatta başarılı olmanın iki yolu olduğu söylenir. Bir...  Şanslı olmak. İki...  Hile yapmak. Bense dayanıklı olmayı tercih edenlerdenim. Çünkü dayanıklı olmak kadar kışkırtıcı hiçbir şey yoktur. Bu yüzden, Intolerance Attention Deficit Hyper Disorder  denen hastalığa yakalanmayı hep istemişimdir. Ne yazık ki bu hastalığa sonradan yakalanılmıyor, bu hastalıkla doğuluyor. O da 10 milyonda 1. Hasta hiçbir acıyı hissetmiyor.  Parmakları kesilse, bacakları kırılsa, kolları yansa, kafası kırılsa, kaşı yarılsa... Ya da iç acıtan aptallığının farkına varılsa.

Doğuştan  Intolerance Attention Deficit Hyper Disorder hastalığından mustaripmişim ayağına yattım yatmasına ama  kıza söyleyecek de  bir şey bulamadım. Ben de saçmasapan  bir şaka yaptım.  "Zayıflamak için ata biniyorum." dedim.  Kız ise "Bu ne demek oluyor şimdi?" demedi. Sivri biber yeşili rengi gözlerini işte bu kadar açtı.  "Aaa! İşe yarıyor mu peki?" dedi.  Gözlerimde kırmızı ışıklar çaktı. Muzip muzip gülümsedim. "Evet, at  yirmi kilo verdi." dedim.

İnsan sevgisiyle dolu biri değilim. Bu da bir nevi hastalık tabii... Doğuştan gelmiyor. Sonradan icat ediliyor:)


NOT- Yazıdaki bazı cümleleri,  Dublörün Dilemması'ndan aşırdığımı itiraf etmeliyim. Başlığı ise çocuk psikoterapisti Adam Phillips'ten  aşırdım elbette...  Bu aşırma huyum da, sonradan mı icat edildi ne:)

yunusmeyra

Alıntı yapılan: Hayal Kahvem - 31 Aralık, 2013, 09:32:52
...................................................................................

Derse geç kalmıştım. Elbette bütün kabahat benimdi.

Yooo. Esasında evden vakitlice çıkmıştım çıkmasına... Ama... Bak şimdi... Olan biteni tek tek anlatacağım. Murat Menteş'in Dublörün Dilamması adlı kitabını metroda okumaya başlamıştım tamam mı? Nasıl hoşuma gitmişti anlatamam... Gözümü kırpmadan okuyordum. Metrodan indim. Vapura bindim. Dublörün Dilemması'nı vapurda hevesle okumaya devam ettim.

Kadıköy'den bindiğim vapurdan Kabataş'ta inip okulun servisine yetişeceğime, marş marş Karaköy'e gittim.  Avareyim bir kere... Bu kez tabanvayı Galata'ya vurdum. Of ki off... Eski Ceneviz kokusu... dar sokaklar, arnavut kaldırımlar,  ahşap evler... Kendimi kaybettim gene. Büyükannemin, soğuğa yiğitlik geçmez, sözünü ıskaladım. Galata Kulesi'nin dizlerinin dibindeki bir kafenin bahçe sandalyesine kuruldum. Film gibi bir kitaptı okuduğum. Tüm merakımla okuyordum. Hava var ya... Nasıl soğuktu anlatamam. Buz  buz... Dayak yemekle soğuktan donmak arasında harbiden bir benzerlik var. İkisi de insanın uykusunu getiriyor.  Zaman su gibi akmış gitmiş... Resmen ayakta uyumuşum. 

Okula vardığımda... Asansöre binmedim.  Üçer beşer atlayarak  merdivenleri tırmandım. Sınıfın kapısı kapalıydı. Nefeslenmek için bekledim. Kapıyı usulca açtım. İçeriye girdim. Kimseciklere bakmadan en arkadaki boş sıralardan birine oturdum. Hoca ders anlatıyordu. Başımı usulca kaldırdım. O ne? Beyaz tahtanın önünde konuşan kişi... Murat Menteş'ti... Nasıl anlatsam vaziyetimi bilmiyorum. Tek kelimeyle afallamıştım.  Okuduğum kitabın yazarıydı.Tesadüfün iğne deliğiydi bu!  Haddizatında Pazarlama Yönetimi ve Gerilla Pazarlama ya da Zor Müşteriyle Başa Çıkma derslerinden birinde olmalıydım. Neydi bu olan biten? Anlaşılan yanlış  sınıfa girmiştim. Bir kitapta okumuştum.  İnsan aptal durumuna düşmekten kurtulmanın garantisini sesini kesmekte aramalıymış... Öyle yaptım. Hem de ne biçim...  XIX. yüzyıldan kalma bir sessizlik...  Aynı anda pırıl pırıl şaşkınlıkla etrafıma bakındım. Kimsecikleri tanımıyordum. İyi ama...  Murat Menteş o  kadar hoş şeyler anlatıyordu ki, kimim, neredeyim, o sınıfta ne yapıyorum tamamiyle unuttum.  Murat Menteş'in anlattıklarını Akbabanın Üç Günü adlı  filmdeki  Faye Dunaway'in Robert Redford'u dinlediği gibi dinliyordum. 

............................................................................

"Geçmişin bana neler hazırladığını bilmiyorum."
Abdulhak Ebî Reyda
HULK DEĞERLİ BİR KAHRAMANDIR!
HSD YENİ ÜYELERİNİ BEKLİYOR

hanac

İtiraf ediyorum.

Dublörün Dillemması'nı okuyamadım yarım kaldı.

Bleki bir ara devam eder ve bitiririm.