Yerli Filmler

Başlatan Hayal Kahvem, 14 Aralık, 2010, 00:23:49

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mrtekin

Eğer Leyla ile Mecnunu sevdi ve özledi iseniz, muhakkak gitmelisiniz.

Seyretmedi iseniz de, bunu kaçırmayın sakın.

Çok kaliteli ve çok ince espriler (ki en iyi örnekleri, LvM ve Kaygısızlar da sergilenmiştir.) var. Bahsetmeyim şimdi.

Oyuncular ve senaryo çok iyi. BKM'nin açık ara en iyi işi olmuş, bence, tavsiye ederim.
They drew first blood...

Mrtekin

They drew first blood...

Pulluk

Finalinin pat diye gerçekleşmesine karşın filmin geneli oldukça keyifli. Abuk sabuk komedilere milyonlar koşarken bu filmin gişesinin gayet düşük oluşu ise son derece üzücü.
Hayallerine giden yol kutuplardan bile geçse vazgeçme!

yunusmeyra

ayrıca filmin çekim mekanları yedikule ve samatya ki, eski bir yedikule sakini olarak son gittiğimde, afrikan ve suriye nüfusunu yerinde müşahede ederek oldukça şaşırmıştım..senaristte eski bir "suriçi" çocuğu galiba  ;)
HULK DEĞERLİ BİR KAHRAMANDIR!
HSD YENİ ÜYELERİNİ BEKLİYOR

rumar80

Alıntı yapılan: yunusmeyra - 25 Ocak, 2015, 18:57:07
ayrıca filmin çekim mekanları yedikule ve samatya ki, eski bir yedikule sakini olarak son gittiğimde, afrikan ve suriye nüfusunu yerinde müşahede ederek oldukça şaşırmıştım..senaristte eski bir "suriçi" çocuğu galiba  ;)


Çarşamba önce filmi sonra da ekibin katıldığı 3 adamı izledim. Film çok sevimli. Eğlenceli bir film. Senarist/yönetmen Yedikule'li imiş.

Hayal Kahvem


"Çiğdem Sineması, Yeşilyuva İlkokulu'nun yanındaydı...
Yalnız, bir dakika durup isimlerin güzelliğine dikkatinizi çekmek istiyorum.
Çiğdem Sineması, Yeşilyuva İlkokulu, Cennet Mahallesi, Florya, Menekşe İstasyonu..."

atilla atalay/çiğdem sineması


Böyle düşsel bir mekanda, dev bir hercai menekşenin dibinden trene binip,  çiğdem kokan bir sinemada film seyretmeyi hayal ederek Beyoğlu'na gelmiştim. Aynen Çiğdem Sineması'nın olmadığı gibi, Emek Sineması da yok artık, kesin biliyorum. Fitaş'ın  yüksek  koltukları arasında boynumu uzata uzata,  !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali'nin   filmlerini arka arkaya seyrediyordum.

Üzerimde tuhaf bir hal vardı.  Parmağına çekiç vurmuş insanın, elini deli gibi sallayıp zıplaması, söz konusu acıyı geçirmesi nasıl mümkün değilse, Tokyo'daki çetelerden, Avustralya'daki trans anneye, büyükler için yazılmış masal tadındaki İngiliz filminden, Brezilya'nın ağustos esintilerine kadar muhtelif lezzette filmler seyrederken,  27 Şubat'ta vizyona girecek olan Manda Yuvası adlı filmin sürekli zihnimde gezinmesini ve günleri saymayı engellemem de mümkün olamıyordu. Acayipti!

Bilenler bilir,  öykü seven biriyim.   Atilla Atalay'ın  komik kitaplarının arkasına gizlediği, ciddi ve hisli öykülerini tekrar tekrar okumaya doyamam. Benim için nadide  mücevher ayarında her biri...  Tek kelimeyle biterim.

Biliyordum ki, Atilla Atalay  son kitabına yeni öykülerini hazırlıyordu. Çıkacak kitabının adı  bile belliydi.  Ağır Tren... Of! Trene dair her şeyi seven bencileyin biri için bu kitap adı tam anlamıyla harikuladeydi.  Diğer kitapları gibi bu kitabının adını da çok sevmiştim. Öğrendiğim anda yüreğim pıtı pıtı  kanatlanıvermişti. En hakiki okuru olaraktan, sabırsızlıkla  yeni kitabının yolunu  gözlemekteyim.

Pekiii.... Manda Yuvası adlı filmle  alıp veremediğim neydi?

Şuydu...  Yavaş Tren bir türlü yayımlanmamıştı.  Sabırsızlıkla beklerken, Manda Yuvası'yla ilgili haberler  gözüme ilişmişti. Haberlere göre, Manda Yuvası'nın senaryosunu  Atilla Atalay, Can Barslan ile birlikte yazıyordu. Kastamonu'ya filmin çekiminin yapılacağı yerleri görmek, köylülerle konuşmak için gitmişler, bir süre  oralarda kalmışlardı. Eee...   Bu durumda Yavaş Tren'in gelmesi gecikiyordu.  Yıkılmıştım resmen...  Çok fenaydı.

Yalan söyleyecek değilim.  Manda Yuvası hakkında bütün bu haberleri duyduğumda çok öfkelenmiştim. Fikrime göre, Yavaş Tren'in gelişini yavaşlatmıştı ya, bırakın Manda Yuvası'nın adını anmayı, mümkünü yok... Asla seyretmeyecektim. 

Sanki kızgın  ütüler  ayaklarıma düşüyor, boğazımda petrol yüklü tankerler infilak ediyordu. Hatta bir süre sonra kabuslarımda rol değişimi oldu.  Asabi kadın el emeğiyle, psikolojik gürültüler çıkarıp, Manda Yuvası'na karşı menfur suikast girişimleri planlamaya kadar işi götürünce, kendimden korktum. Geçer diye bekledim, geçmedi. Harbiden rehabilite olma durumum söz konusuydu. Nihayetinde Manda Yuvası'nı zihnimin ücra çekmecelerinden birine kilitlemeyi becerebildim. Vallahi unuttum sanıyordum.

Bilirsiniz, unuturken, sinemaya gider, öyküler okursunuz, gülersiniz, gözleriniz dolar... Aynılarını yaptım.  Yooo... Besbelli unutamamışım. Bırakın unutmayı, için için Manda Yuvası'nın vizyona girmesini dört gözle beklediğimi anladım. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali'nin  dünyanın her yerinden farklı  bakışları sinemaseverlerle buluşturan filmlerini seyrederken, aynen askerin kafa izninin bitmesine kalan günleri sayması  gibi,  kaç kere Manda Yuvası'nın vizyona gireceği günü sayarken  yakaladım kendimi.  Şaşırdım kaldım.  İçimdeki yavru kedi debelendi...  Gece on ikiden sonra, şafak dört...


   

Hayal Kahvem


Filmin ilerleyen sahnelerinde adının Tarık olduğunu öğrendiğim genç adam,  vapuru yakalamak niyetiyle telaş içinde  koşarken, iskelede yüreyen Leyla'ya çarpar. Kızın çantasını yere düşürmekle kalmaz, vapurun  kaçmasına da sebep olur. Kız sinirlenir.  "Adım atarken önünüze bakmak adetiniz değil galiba!" diye söylenmeye başlar.

Tarık ne diyeceğini bilemez... Kızın gözlerine  mahcup mahcup bakarak, sadece "Birden şey oldu da..." deyiverir. Leyla iyice sinirlenir...  "Hay Allah, vapuru da kaçırdım. Çok fena oldu. Şimdi, bir saat bekleyeciğim." diye söylenir.

Tarık, kızın yere dağılan eşyalarını toplamasına yardım ederken, "Çok fena oldu. Vapuru da kaçırdık ya... Ama Beşiktaş vapuru var. Onunla geçeriz ha..." tadında lakırtılarla aklı sıra vaziyeti düzeltmeye uğraşır. Samimiyetle Leyla'nın elindeki sefer tasının yere düşen kapağını alıp kapatırken, "Benim işim de çok acele ama... " diyerek, zeytinyağ gibi su üstüne çıkmaya çalışır.

Leyla'nın, cinleri tepesine toplanmıştır. Huysuz ama tatlı...  "Sizin bütün işleriniz acele galiba..." der.

Durun bi... Şimdiii... Filmin burası çok mühim. İnanın,  belki beş kere filmi geri alıp, tekrar tekrar bu sahneyi seyrettim. Tarık ne cevap verir tahmin edin...

Leyla, sizin bütün işleriniz acele galiba, dedi ya hani... Hah işte... Tam bu sahnede... Tarık tüm sevimliliğiye gülümser. Şöyle cevap verir... "Tabii, şey, sigortacılık tabii."

Leyla altta kalır mı? Cevabı yapıştırır: "Belli işiniz hep kazalarla!"

İşte bu sahnede var ya kahkahayla güldüm:)

Hahha! 1960 yılına ait siyah beyaz bu filmde, filmin başrol oyuncusu sigortacı öyle mi? Bayıldım ne yalan söyleyeyim. Tamam... Telaşlı, sakar biri ama... Sevimli mi sevimli... İçten. Samimi bir adam. Ben de sigortacıyım ya... Meslektaşız bir kere... Niye bilmiyorum ama, nasıl sevindim anlatamam.



Mrtekin

1976 yapım yılı tarihli bu filmi çocukluğumdan beri seyrediyorum. Abartmıyorum, ben bu kadar güzel bir film görmedim.

Film komedi gibi gözükse de çok ciddi taşlamaları bulunmakta...

Neyse, bu filmin bir iki tane bilinmeyenlerini anlatıyım.

- Senaryosu, Yavuz Turgul tarafından yazılmıştır.

- Kartal Tibet'in ilk Yönetmenlik denemesidir.

- Tosun Paşa, Ahmet Tosun Paşa'dan esinlenmedir.

http://tr.m.wikipedia.org/wiki/Ahmet_Tosun_Paşa

-Çalan Müzikler'den bir demet: Şehnaz Longa, Hicaz Oryantal, Kürdilihicazkar Longa...

- Tokatlar Fütursuzca atılır ve yenir :)

Özetle her detayı ile muhteşemdir.

Yaşasın Tosun Paşa :)
They drew first blood...

Mrtekin

Dağ 1'i de çok sevmiştim. Kasım'da Bordo Berelilerin anlatıldığı devam filmi ile yeniden arzı endam ediyor.

https://m.youtube.com/watch?v=jpByS8cbcVA

Murat Serezli'ye rol dehşet yakışmış...

Biraz da kendi öz kahramanlarımızın hikayelerinin anlatıldığı filmler seyredelim...
They drew first blood...

Nightrain

Acemi birliğinde bu filmi yaklaşık bi 10 kere izlemiş biri olarak, senaryosunu komple ezberlemiştim. ;D
"Bu yıldızı çok mu istiyorsun Heatie? Al ye o zaman!"

pizagor

Son tahlilde görüyorum ki bu sefer hakikaten fena saçmalamışım :)

Affola!

http://pizagorgunlukleri.blogspot.com.tr/2017/05/loser.html



Not: Bu yazı kesinlikle bir film eleştirisi değildir. Ne haddime! Sadece ve sadece bir filmin, düşünce hızında ve düşünce silsilesinin yoksunluğunda, daldan dala atlayarak bana hissettirdikleridir. Dolayısıyla anlatım gayet zikzaklı, cümleler kopuk kopuk, düşünceler ise bir o kadar tutarsızdır  ;)


Kaybeden... Ne kadar sevdiğimiz bir laf değil mi şu? Başkalarını 'ezik' olarak nitelendirirken, kendimize 'kaybeden'liği yakıştırıyoruz değil mi biraz da? Çünkü daha bi' romantik sanki bu sıfat. Daha bi' içselleştirilmiş. Daha bi' rahat kabullenilen. Daha bi' hazmı kolay.

Kaybeden... 'İşte ben, işte benim hayatım' diyebileceğimiz bir kavram. Acınası çocukluğumuz, sefil gençliğimiz, adalet yoksunu iş hayatımız, kadir – kıymet bilmeyen aile eşrafımız ya da arkadaşlarımız. Şu lanet olası, baskın Ortadoğu kültürümüz hüzne, acıya niye bu kadar tutkun? Neden böyleyiz? Kendime de soruyorum; neden böyleyim? Neden yaşamın mutluluklarını, bunlarla ilgili olanca farkındalığıma rağmen, yüceltmek yerine hüzünlere takılıp kalıyorum? Neden nedensiz mutluluklarım olmuyor? Neden bendeki frontal korteks, serotoninin, endorfinin, dopaminin ve benzer bilumum diğerlerinin açlığını çekiyor. Yoksa bu, beynimizin o malum bölgesine dair bir fonksiyon bozukluğu mu? Yoksa bu, tüm insanlığın ve fakat bu toprakların mensuplarında daha da yoğun rastlanan genetik bir kusuru mu? Öyle açız ki mutluluğa... Öyle yoksunuz ki... Ve bu eksikliği doldurmaya o kadar meyilliyiz ki... Bazen libido yoğun bir tarikat... Bazen de bir radyo programı... Sadece programa verilen isimle yaşattığı bir özdeşleşme hali bile kitleleri peşinden sürükleyebiliyor. Hem de kaybetmekle taa uzaklardan, o da belki, irtibatı olan iki zeki karakterin kaptanlığında...



Sahip olduğu yayınevinin kitaplarının az satması dışında görünürde herhangi bir kaybedenliği olmayan Kaan ile varlıklı bir aileye doğduğu belli ve sırf bu yüzden doğuştan bir kaybetmeyen – kaybetmeyecek olan Mete. 'Kaybedenler Kulübü' isimli efsaneleşen bir radyo programının bu iki sunucusunun hayatından bir kesit sunuyor film. Toplumun genel geçer değerleriyle zıt yaşayan, günübirlik hayatların öyküsü. Kim kime, dum duma, adeta yatak başlığına çentik atarak geçen geceler. Güya parasız pulsuz ama bir o kadar da yemeli – içmeli, alkollü – eğlenceli zamanlar. Kahramanlarımızdaki, bugüne değin defalarca karşılaştığım ve bende sonsuz hayranlık uyandıran, o kendine, çevresine, hayata karşı sorumluluk duymayıp da 'mesuliyetsizliğin getirdiği rahatlığın, öngörü yetkinliği noksanlığının, şartlar ne kadar kötüye giderse gitsin, o 'bana göre zavallı'nın sırtını yere getirememesi, her durumdan hasarsız sıyrılma hali. Dipsiz okyanusa düşmemek için binbir olasılığı düşünerek hareket eden ama yine de kendini suda köpekbalıklarıyla bulan benim gibilere göre daha rahat bir noktadan karaya çıkması durumu. Rasyonellikten ırak 'Evrene pozitif mesaj gönderelim!' ya da 'iyi düşünelim iyi olsun!' saçmalıklarının bir tezahürü adeta bu durum...

Gerçi bir taraftan da Cern'deki meşhur deneyin ortaya yeni attığı ve 'aslında madde de yokmuş!' bulgusu var kafayı bulandıran... Maddeyi var edenin aslında onun varlığına duyulan inancın olması şeklindeki tuhaf felsefi yaklaşımı da buna ekleyince... Adeta Neil Gaiman'ın 'Amerikan Tanrıları'ndaki kurgusuna benzer bir durum: tanrıları var edenin, onlara kudret bahşedenin, o doktrinin inananları olması savı. En basit anlatımıyla, bilim adamının keşfetmesinin sebebi birşeyler bulmak istemesidir diyor bu görüşün savunucusu bir meczup. Kırk küsur yılın maddecisiyiz - metacısıyız en nihayetinde. Bu sava bıyık altından gülümsemeden bakmamız pek de mümkün değil...



Onca yadırgamama rağmen bu filmi neden bu kadar sevdim acaba?

Nerelisin sorusuna 'Kadıköylü ama İstanbullu değil!' olarak yanıt veren şu iflah olmaz Kadıköy sevdalısına özellikle hitabeden onlarca ayrıntıydı belki de. 2001 – 2002 yıllarında haftanın iki – üç akşamı gittiğim Hera mı? Kadıköy'ün, yüzlerce defa arşınladığım, o çok sevdiğim sokakları mı? Vakti zamanında her gün defalarca önünden geçtiğim kadim AUM'un - Acıbadem Unlu Mamülleri'nin verdiği ilhamla rahatlamak maksadıyla 'aummmm...' diye uluyan kitleler mi? 'Beşiktaş İskelesi'nde buluşalım...'ın yarattığı o tanıdık karmaşa mı? Çizgiroman sevdalısı olan saygıdeğer Çetin Ağabeyimiz (Çetin Şan) sebebiyle mazisine dair özel bir yakınlık hissettiğim 6:45 Yayınevi olabilir mi? Ya da kendisini kameralara birkaç saniyeliğine de olsa gösteren Alfred Bester'in yine 6:45 baskısı 'Yıkıma Giden Adam' kitabı mı? Yoksa filmin içinden geçen bir çizgiroman mı, sadece kısa bir an için göze çarpan bir çizgiromanpervere özel ayrıntı, Mete'nin elindeki Alfa Yayınları'ndan seneler önce çıkmış olan bir Gümüş Kayakçı cildi mi?

Boşverin benim tutarsızca yazdıklarımı. Seyredin vesselam...

İlk Biriktirici... Vampir Dişçisi... Huysuz İhtiyar...


ZGeralt

Organize İşler – Sazan Sarmalı

Bu filme gitmek aklımın ucundan bile geçmiyordu, hatta filmin gösterimde olduğunu bile unutmuştum, Netflix'in Twitter hesabı duyuru yapınca hadi dedim izleyeyim.

Öncelikle ilk filmi sevmiştim,  ara ara güldürmeyi başaran, büyük bir iddiası da olmayan keyifli bir komedi filmiydi.  İlk filmin olumlu izlenimi ile yine o seviyede bir film bekliyordum açıkçası, büyük yanılgı...

Gömmeye başlamadan önce birkaç kelam etmek isterim, bir filmin bence en önemli noktaları  "kurgu" ve "sinematografisidir". Sinemanın kendi "özgünlüğünü" bu iki alan sağlar. Daha sonra senaryo, ses , görsel efekt, oyunculuklar vb. sıralanır benim için.  Sinemada önceliğim asla senaryo olmadı, çok sıradan hikayelerle çok büyük işler yapılabilir. Esaretin Bedeli, Gladyatör,Bir Zamanlar Amerika, Can Dostum... Farklı  türlerde , çok sıradan hikayelerle sinema tarihinde kendine yer edinebilmiş filmlerden aklıma gelen ilk örnekler. Hatta Baba serisini ele alalım, hikayenin sıradışı bir yanı yok.

Şimdi Senaryo ikinci planda dedim ama bu demek değil ki, izleyiciyi salak yerine koyan, her tarafından yapaylık, tembellik ve özensizlik akan salak saçma bir senaryo ile iyi bir film çekilebilir. Sazan Sarmalı'nın senaryosu tam bir facia.  Yıl oldu 2019 hala 90'ların sitcomlarında " yalan söylendiği için başkası gibi davranan tip" komedisinden vazgeçilmedi. Üstelik bunu ne mantığa biraz uydurabilmeyi denemişler ne de güldürebilmeyi başarabilmişler.  Senaryo ile ilgili tek bir düzgün cümle kurma olanağım yok. Berbat. Dolayısı ile diyaloglarda berbat.

Oyunculuk konusunda Kıvanç Tatlıtuğ'un karakterine biraz hayat kattığını söyleyebilirim, en azından tipleme değil.  Oyuncularla ilgili fazla diyecek bir şey yok, Yılmaz Erdoğan'ın izlerken utandıran ördek dudak yaparak doktor kılığına bürünmesi... Bir çocuk filmi izliyorum hissi aldım diyeceğim ama çok iyi çocuk filmleri izledim, onlara hakaret gibi olacak.

Drone ile çok güzel İstanbul manzaraları çekmişler, zaten artık farz oldu, film başlarken yükseklerden görüntü koy, ver müziği gitsin. Bunu yapmayanı dövüyorlar sanırım, yoksa herkes niye bu kadar ısrarcı olur anlamıyorum.

Bir karada , bir denizde! kovalamaca sahneleri var yanlış hatırlamıyorsam, çekmeseler de olurmuş.  Beceriksiz adamları olan mafya babası tipini bilirmisiniz. Kahramanlarımızı kovalarlar, yakalayamazlar bunun üzerine de Mafya babası da bunlara kızar. Heh milyonuncu defa işlenen bu konsept var filmde. Adamlar elinden kaçınca , mafya babası elemanlarını tokatlıyor.  Yazarken utandım...

Burada durmak istiyorum çünkü bu filmi eleştirmek bile bir noktada vakit kaybıymış gibi geliyor. Geçtim Batı standartlarını , Türk sineması içinde bile kötü bir film, Cumali Ceber  ve benzeri Youtuber çöplerinden iyi tabi ki, ama o kadar.


3/10

haziran00

İlk filmi askerliğimi yaparken çarşı iznimde sinemada seyretmiştim ve fevkalade beğenmiştim. Yıllar sonra gelen 2. filmi bu gazla seyretmek istedim ama nitelikten uzak ucuz bir film olmuş.

Nightrain

Filmin vizyona girmesinden 2 hafta sonra, Netflix'e gelmesi de ayrı skandal. ;D
"Bu yıldızı çok mu istiyorsun Heatie? Al ye o zaman!"

ZGeralt

Alıntı yapılan: Nightrain - 18 Şubat, 2019, 16:40:29
Filmin vizyona girmesinden 2 hafta sonra, Netflix'e gelmesi de ayrı skandal. ;D

Filmin kalitesinden bağımsız olarak konuşuyorum, bence güzel gelişme. Bir sinema bileti fiyatıyla 1 ay Netflix aboneliği alınabiliyor, 1 ay sınırsız, bir sürü içeriğe erişim sağlanabiliyor. Sinema salonlarının tek artısı "büyük ekran", ses zaten genellikle rezalet oluyor salonlarda, ayarsız ve herhangi bir standart oturmamış durumda. Yarım saat (yeni yasa ile reklam+ fragman 15 dk olacak) reklam izletmesi hatta bazen verilen aradan sonra da reklam verilmesi meselesi var, hem yüksek ücret ödeniyor, hem kaliteli hizmet alınamıyor hem de üstüne reklam izlemek zorunda bırakılıyor.

Salonlar fiyat politikalarını ve kalitelerini gözden geçirmek zorunda kalacaklar, bu olacak başka yolları yok orta vadede. Daha diğer streaming servisler yeteri kadar aktif değil ve VR olayı henüz emekleme aşamasında. Salonlar ya kendine çeki düzen verecek ya da nostaljik birer tat olarak kalacaklar.