Edebiyat Muhabbetleri

Başlatan V, 15 Temmuz, 2010, 22:08:56

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Hayal Kahvem



Haydi bir güzellik yapayım... Yaşı 40 doğru ilerlemekte olan Çizgi Roman Sevdalılarına gene Ece Temelkuran'ın şu yazısını ithaf edivereyim:))
Şahane yazılar bunlar... Çok sevdiğim yazılar... Bilmeyen, okumayan okusun isterim... Buyrunuz...





Otuzların ortasından sonrası biraz zormuş. "Diğerleri gibi yakasına" giden o köprüden önceki son çıkış geçildikten sonra işler biraz zahmetliymiş. Sen "sonu pek belli olmayanlar" yakasındasın şimdi. Bizim yaka, diğerlerinin izlemeye bayıldığı bir filmdir aslında, bakma. Bilhassa ve en çok da köprüden son anda kendilerini öte tarafa atanlar merak ederler sonumuzu. Bu yüzden biz, köprünün öte tarafının fotoromanıyızdır biraz. Karşı tarafın kendisi hakkında "Aman canım iyi ki..." diye başlayıp hayatı ucuz atlatmanın ferahlamasıyla okudukları. Biz, hayatı hiç ucuz atlatamayız.

DEBDEBE VE VESVESE


Otuzların ortasını geçince yol stabilize. Maceralı gençliğin debdebesinin yerini pek o kadar da macera istemediğin orta yaşın vesvesesi almaya başladığında insanın kalbi çiçek bozuğu oluyor biraz.Daha önce "Ya beceremezsem" diye korkuyorsun da otuzların ortasını geçince bu korkuyla koşturup durmaktan dalağın şişmiş oluyor, böğründe kalp gibi atan tuhaf bir sancı. Artık "Ya beceremezsem" diye korkmuyorsun, hasbelkader becermiş oluyorsun zaten ne becereceksen. İnsan artık "Ya hayattan alacaklı kalırsam" diye korkuyor. Hayatın kendilerine borçlu olduğunu hisseden ihtiyarlar beni çok içlendiriyor bu yüzden. Çok pis bir dolandırıcının eline düşmüş zavallılar gibi öfkelerini nereden çıkaracaklarını bilmiyorlar. O devamsızlık tatsızlaştırıyor son yıllarını. Otuzların ortasını geçince işte onlar gibi ihtiyarlamaktan korkmaya başlıyorsun. Ne acayip! Daha dün 16 yaşındaydın.

SEÇMEYE ZAMAN MI VARDI?


Daha dün 16 yaşındaydın gibi hissettiğine göre demek ki yalandı. Her şey bizim seçimimiz, bu yolu biz seçtik meselesi yani, palavra. Çünkü hiçbir şey seçmeye vakit yoktur aslında. Kalbinde yazılı, kendinin de o anda okuyamadığı, sonra bakınca söktüğü bir yazı, bir bilgi var. Ne seçeceğini sen biliyorsun ama aklınla ilgili bir şey değil bu. Akla zaman mı vardı? Daha dün 16 yaşındaydın diyorum! Bugüne gelene kadar arada ne oldu? Bu aynı zamanda geri kalan ömrün de aynı hızda geçeceğini mi gösteriyor? Biz "bugün" adlı noktada durup zamanın olmayan iki ucunu arayan biçareler miyiz aslında? Şu anlaşılıyor otuzların ortası geçince işte: Hayat diye bir uzunluk birimi yoktur!

KOŞARAK YAŞLANMAK


Bizim gibilerin nasıl yaşlanacağı belli değil. En çok bu bakımdan dolandırıldık sanırım. Kalbin emniyeti için hasis duygusal yatırımlarımızı yapmadık. Hayatımızın güvenliği için insanları ölçüp biçip biriktirmedik. Ruhsal emekliliğimiz için kenara, tatsız olsa da sağlam diye ilişkiler koymadık. Vaktiyle sıkılanlar, sıkıcı olanlar, şimdi bireysel emeklilik maaşlarını alıyorlar hayattan. "Hiçbir şey" diye bir şey yapıyorlar, dediklerine bakılırsa pek konforlu. Biz bomboş bir mevduat hesabıyla dikiliyoruz hayatın ortasında, istemediğin kadar bireysel bir mevduat hesabı bu. Demek ki bu yüzden hâlâ koşturarak ve yaşlılığı fena bir melodrama dönüştüren bir telaşla yaşıyor hayattan alacaklı olduğuna inanan ihtiyarlar...

CEPLERİNİ YOKLA KARDEŞ!

Son tahlilde bakıldığında elimizde ne var? Tek bir sıkı kartımız var elimizde, o da hikâyeler. Kimselerinkine benzemeyen, her anlatıldığında karşı yakadakileri imrendiren, hatta bazen hasetten deliye döndüren hikâyelerimiz var. Bizdeki mamelek bundan ibaret. Tek başına hastaneye gitmek zorunda kaldığında ya da yazları kalabalık masalarda karışık kızartmaya sarımsaklı yoğurt dökülürken ve sen kenardan geçerken bu hikâyeleri düşün. Yalnız başına yola çıkmış her yolcunun yaptığı gibi ferahlamak için sık sık hikâye dolu ceplerini yokla. Hayat bir sahtekâr dolandırıcı. Ve sen bunu 16 yaşında bilmiyor değildin. Bilmediğin tek şey, köprüden önceki son çıkışın tepesine tabela koymadıklarıydı namussuzların. Ceplerini yokla şimdi, yürümeye devam et. Bari sen bizim gibiler için bu filmin iyi bitebileceğini ispat et.
Ece Temelkuran


Hayal Kahvem

           




Gazetede 2004 yılında Berlin Film Festivali'nde  "Duvara Karşı" adlı filmiyle Altın Ayı  kazanan Fatih Akın'a kültürel alanda yaptığı üstün hizmetler
dolayısıyla Alman Cumhurbaşkanı  Cristian Wulff tarafından  liyakat nişanı verildi,  başlıklı bir yazı görünce ilgiyle okudum. 
Fatih Akın'ın tüm filmlerini severek izlemişimdir. Fatih Akın için vikipedi  1973 Hamburg doğumlu, Trabzon asıllı Alman vatandaşı yönetmen,
senarist ve yapımcı diye yazıyor.  Şimdi bu haberi okuyunca aklıma ne geldi biliyor musunuz? Sadık Yemni'nin "İkinci Kalp" başlıklı  şahane bir yazısı vardır.
Sadık Yemni  için ne demiş peki vikipedi diye bakıyorum... Çünkü yazar biliyorum ki otuz yıldır Amsterdam'da yaşıyor. 
Sadık Yemni için 1951 İstanbul doğumlu, Türk kökenli bir Hollandalı yazardır, diye yazıyor. Gelelim Sadık Yemni'nin çok sevdiğim yazısına...
Hani  "İkinci Kalp"le ilgili...  Hiç düşündük mü? İkinci kalp var mı bizde?




Yazı "Mutlaka sizde de vardır. Dikkatle dinleyin." diye başlar "İkinci kalp. Göğüs boşluğunuzdaki kıpırtılı pırlanta.
Dünyanın şu anda en çok gereksinme duyduğu asil değer. " diye devam eder. Peki nedir Sadık Yemni'nin anlatmak istediği?
Her insan doğal olarak doğduğu ve büyüdüğü yeri sevecektir. Birinci kalbin işi budur. Yani birinci kalbin işi ait olduğu kültürü, anasını, toprağını,
yurdunu sevmektir. İkinci kalp ise dünyanın neresinde yaşıyorsan, oranın insanını, şarkılarını, lisanlarını sevmek, yabancıları benimsemektir.
Hoş bir tespit değil midir? Bu yazıyı okuduğum da var ya demiştim ki "işte bu, Sadık Yemni'nin söyledikleri ne kadar doğru.
"İkinci kalp gezgin ruhla çalkantılı, hoşgörü esansı ile bezelidir." der yazar. Aslında düşünürsek  binlerce yıldır farklı kültürlerle birlikte yaşama geleneği,
bizden olmayan insanlara ve kültürlere ikinci kalp besleyebilmek kudreti genlerimizde mevcuttur. Aslı ne olursa olsun yaşadığı memleketin şarkılarından,
yıllarını geçirdiğin sokaklarından, mutlaka etkilenir insan. Bu "gözünü açtığın, ekmeğini suyunu yediğin yere duyulan sevgi" diyor Sadık Yemni...
Hatta böyle sevgi duyulan yerlerde uzun yıllar yaşamak bile gerekmeyebilir. Bir hafta kalmışsındır o yerde ama ömür boyu sevgiyle hatırlarsın.
İşte Sadık Yemni'nin bütün bunlara "ikinci kalbin latiflikleri" diyor. Diğer taraftan dünyanın bir yerlerinde sürekli gazap motoru çalıştıran,
bir bölgeden, kültürden, oralara ait her şeyden nefret eden yüreklerden bahsediyor yazar yazısında...
Üstelik kendileri böyle kutuplu dünyalara ait kalsalar neyse, çocuklarını da etkiliyorlar ve kendileri gibi ömür boyu sevgisiz kalmalarına neden oluyorlar bunlar.
Dünyanın çirkin bir kutuplaşmaya gittiği günümüzde Sadık Yemni'nin anlattıkları ne kadar doğru ve önemli...
Tek kalpli karakültürcüler, nifak profesörleri yüzünden insanlar tek tip düşünmeye zorlanıyor ve  korku tacirlerinin önüne önüne itiliyorlar.
"Korku değişebilir bir enerji türüdür. Kin, nefret, yılgınlık ve şiddete dönüşebiliyor kolayca" diyor Sadık Yemni.
Dünyada ikinci kalbi olmayan ve ikinci kalbi boğmaya çalışanlar var ne yazık ki. Kalpten kalbe yol vardır. Her kalp karşısında mutlaka bir benzerini bulur.
"Gülümsemenin gülümsemeyi çağırdığı gibi" diyor Sadık Yemni. Çocuklarımıza kalp boğucu eğitim vermememizi, tek kalbe mahkum etmememizi öneriyor.
Sevgi hissedibilen bir enerji olduğuna göre, ikinci kalbin tebessümünü verelim sokaklara diyor. Asık suratlara kas yumuşatıcı bir darbe yapalım diyor.
Ve o güzelim yazısını "Nefreti, kini bulup taşımak bir saniye, sevgiyi, kardeşliği yaşamak bir ömür boyu" diye bitiriyor. 
Sadık Yemni gibi Fatih Akın'da ikinci kalbi olan biri bence... Sadık Yemni kitapları, Fatih Akın filmleri ile nice ikinci kalplerin tomurcuklanmasına katkı sağlıyorlar.
  Dünyamızı güzelleştiriyorlar. İyi ki varlar... Şimdi bu yazıyı okudunuz ya, ne dersiniz? İkinci kalp var mı sizde?  : ;)
[/size]



V


       


Yaz 2005. İstanbul Atatürk havalimanı.

Modernitenin ve şehrin sınırlarında genetik bilimciden gurbetçi işçiye, taksi şoföründen ünlü bir heykeltıraşa, tuvalet temizlikçisinden mimarlar odası eski başkanına kadar İstanbullu 15 kişinin yolları kesiştiğinde yüzyılımızın göçlerle genişlemiş İstanbul'undan ve dolayısıyla Türkiye'sinden bir kesitle karşılaşıyoruz. Bir İstanbul romanının olmazsa olmazı aşk elbette baş köşede yer alıyor.

Büyük bir tehdit altında başlayan gerilim dolu dört saat boyunca İstanbul, Belgin ile Ayhan'ı kendileri ve aşkla hesaplaşmaya zorluyor. Okuyanlar için bu kez de çizgi roman olarak okumayanlar için tanışmak üzere İstanbullular...

İmparatorlar gözdesi İstanbul'un Buket Uzuner'in kaleminden romanı: İstanbullular şimdi Ayşe Nur Atasoy'un çizgileriyle şehrimize amağan...

"Bu kitap İstanbul'a çok yakışan bir armağan olacak"


-Tanıtım Bülteninden-




Yazar Buket Uzuner'in İstanbullular'ı çizgi romana uyarlanmış.Çizgi romanın aynı anda hen türkçe,
hem de ingilizce baskısını  yapmış Everest.Everest Yayınları çizgi roman sektörüne hayli yatırım yapmakta,kaliteli ürünlerle
okurun karşısına çıkmakta.İngilizce baskı tercihini kitabın konusuyla da alakalı olduğu için hava alanları terminallerinde
satışını yaptırmak için mi düşündüler bilemiyorum ama ülkemizde çizgi romancılık adına ben bu örnek dışında hatırladığım
çift dilde baskı olayı yok..



Konusu gereğince kültür mozayiği ülkemin,özünde bir ,T.C. vatandaşı olarak aynı statüye ama
farklı dil,din,ırklardan gelme gibi bir zenginliğe,imparatorluk mirasına sahip olma gibi bir lükse sahip
olmaları durumunu, öyküsünün temeline yerleştirmiş Buket Uzuner.Atatürk Hava Limanı'nda başlayan
öykü biribirinden renkli kahramanlarının biribirleriyle  ilişkilerinin,iç hesaplaşmaların ve bu hesaplaşmaların
davranış şekillerindeki iz düşümlerinin önümüze serilmesiyle akıp gidiyor.Fonda ise bir terör saldırısının
gerçekleşme sürecini yaşadığımız hava limanı var.İlişkilerde yükselen tansiyonun fonda patlayan terörist
bombayla zirve yapması, katharsisle iç hesaplaşmalarını tamamlayan kahramanlarımızın da sükunete,dinginliğe(ölüme,kurtuluşa,itirafa,kabullenişe vs.) dönmeleriyle son buluyor öykü..
İstanbul ve İstanbullu olmak,olamamak öykünün temelinde yer alan etnik,dinsel ve kültürel çatışmaların
yanında çokta göz dolduran bir olgu olarak farkettirmiyor kendisini.Köylü olmak,lümpen olmak,asilzade olmak
veya bunlardan herhangi birisi olmaya çalışmak yada çalışmamak İstanbullu olmak yada olmamak algısıyla bazı
noktalarda  biri birine temas ediyor gibi görünse de "İstanbullu olmak" deyiminin toplumdakil genel algılanış şeklindeki
tuzak yaklaşım burada da kendisini hissettiriyor.Oysa Karagöz,orta oyunu gibi şahane sahne sanatları geçmişi olan bizler
biliriz ki bu sanat dallarında hiciv edilen laz,acem,kürt,ermeni,rum vs. tiplerin hepsi birer gerçek İstanbulludurlar. Cumhuriyetle birlikte hepsine birden "siz türksünüz" denilmiştir.İstanbulluluk imparatorluk mirasını taşımak demektir .Bizans'tan imparatorluk geleneğini teslim alan Osmanlı'nın "imparatorluk" sıfatınnın ispatıdır onlar. İstanbul ve içerisinde yaşayan
her milletten,dinden,ırktan insanlar biririleriyle kültürlerini kaynaştıran,alış-veriş yapan,evlenen,komşuluk,dostluk
yapan,dillerini,zevklerini biribirleriyle karıştıran,yeri geldiğinde biribirleriyle konuşması,giyimi vs. nedenleriyle dalga geçebilen,
kent ve kentli olma kültürünü bu topraklarda en iyi temsil edenlerdir.

Buket Uzuner'e göre "İstanbullu olmak nasıl  bir kavme dahil olmak demektir?" sorusunun cevabı merak edenler buyursunlar
İstanbullular'ı okumaya.

"İstemem,eksik olsun.."

Hayal Kahvem


                                   
işinin ehli
hayal kırıkçısıyım
son müşterim sen



çizgi roman karesi- altın madalyon'dan
haiku - numan serteli'den








Hayal Kahvem

                


 


Az önce Uzak Doğu Filmlerinde,  Narayama Türküsü adlı filmi anlatmıştım. Bu filmde köy halkı o kadar yoksullardı ki, evde bir boğaz eksilsin  diye
70 yaşına gelen büyüklerini Narayama Dağına götürüp bırakıyorlardı. Bu bir gelenekti. Yaşlısı da genci de böyle gelmiş böyle gidiyor diye
bu vahşi geleneği kabul etmişlerdi. Feciydi! Acaba bizim de böyle gelmiş böyle gidiyor şeklinde yaptığımız geleneksel uygulamalarımız var mı diye
sorgulatıyordu bu film.. Diğer yandan köy halkı o denli insanlıktan uzak yoksulluk içinde yaşıyordu ki bir an bile olsa yaşlıların yerine gençler
yaşayacak gibi bir iç ses duyuyordunuz ve vicdanınızla onu bastırmaya çalışıyordunuz... Film çarpıyordu insanı..

Bu filmi seyredince daha önce okuduğum, Parfümün Dansı adlı kitap aklıma geldi. Bu hikayede ise  bilinmez bir zamanda
ve bilinmez bir yerde küçük bir site devletinin sarayındayız. Bu kez yoksulluk falan yok. Zenginlik hat safhada. Zaten mekan dediğim gibi saray.
Bu site devlette de aynı Japonya'nın yoksul köyü Narayama'da olana benzer bir gelenek var. Şöyle ki...  
Bu devletin kralları yaşlanma belirtileri ortaya çıkar çıkmaz öldürülüyorlar. Kral yavaş yavaş yaşlanırsa ve ölmesi beklenirse ülke
felakete sürüklenebilir diye düşünüyorlar. Ne yapıyorlar peki? Kralın yüzü kırışmaya ya da saç ve sakalında beyaz çıkmaya başlar başlamaz
öldürülmesi gerekiyor ki yerine genç biri  kral olabilsin.  İnanılmaz geliyor bize tabii. Oysa o site devlette kral da dahil tüm halk bu geleneğe
gönülden inanıyor. Hatta kralın ölüm töreni çok onurlu ve estetik bir tören olarak düzenleniyor. Kralın en gözde karısı zehirli yumurtayı kralın
ağzına vermekle sorumlu oluyor. Ve kral zehirli yumurtayı yiyerek ölüyor. Hiç bir kralın yaşlanmasına ve ecelleriyle ölmelerine izin verilmiyor.
İlginç bir kitaptı. Narayama Türküsü'nü seyredince, Parfümün Dansı'ndaki bu vaziyet aklıma geldi. Aynı durum işte. Kabullenen gelenekler.

Eskiden şimdi bize garip gelen ne alışkanlıklarımız, geleneklerimiz vardı kim bilir? Peki,  bu denli  abartılı olmasa da içinde yaşadığımız şu
hayatta  bize dayatılan ve   farkında olmadığımız, alışageldiğimiz neleri sorgulamadan kabulleniyoruz acaba?
Kitapların ve filmlerin bünyeleri rahatsız etmesi iyidir diye düşünüyorum. Arada bünyeyi silkelemekte, hayatı sorgulamakta fayda yok mu  sizce?
Hatta kimi zaman öyle silkelemeli ve sorgulamalı ki altını üstüne getirmeli...  Şimdi bana "Filmden kitaba atladın tamam, bari daha fazla abatma!"
lütfen demeyin...
Beylik laftır biliyorum ama, nereden biliyoruz, yaşadığımız hayatın altı üstünden daha iyidir belki?



Hayal Kahvem

                     

                                      gördüm ki ey yâr
                                            benimle ağlıyor hep
                                                  ölü ağaçlar


                          -Ken Parker Çizgi Roman Karesi İle Numan Serteli Haikusu-        




Hayal Kahvem

             METİN ÜSTÜNDAĞ USULÜ AYRILIK VE SANDMAN ÇİZGİ ROMAN KARESİ

                                 

                                tamam senden ayrılmak kolay da.. ya birlikte paylaştığımız şeyler ve yerler ne olacak.. tamam, seni unutmak kolay da..
                               ya bu sokaklar, parklar, bahçeler, şarkılar, filmler, kitaplar, anılar ne olacak.. onlardan nasıl ayrılınacak.. hey biliyorsun,
                               yürek denilen şey bir börek, çörek çeşidi değil.. organ be organ..





V





Kemanların sesinde,mumların alevinde,
Kovma ümidin var mı alaycı kasvetini?
İstemeye mi geldin,bir cümbüşün selinde
Soğutmak için kalpte tutuşan cehennemi?


-Baudelaire-

"İstemem,eksik olsun.."

V




Loş yağmur ormanı misali;
Kömür isi,
Hayat kisi,
Kirli penceremden,
Kar körü gözlerle tararken ufku,
Hatırlayabiliyorum hala,
Bazı şeyleri:

Parmaklarımdan kayan,
Derimden sızan hayatımı.
Yaramaz bir çocuk gibi kırdığım gerçekliğimi.
Kelimelere dökmekten korktuğum acıları.
Boş sokakların
Yankı yutan kahkahalarıyla,
Gölge olup
Gittiğin
Anı..



Demir dövmemiş ellerim
Neden nasırlı?
Kambura sardı sırtım
Yalnızlık yüküyle..



Kelepçeledim bütün heceleri yüreğime,
Senden gizli.
Soramadığın sorulara,
Yanıt bulamadım hiç.
Çektikçe uzayan tırnaklarını,
Bastırırken tenime,
Yaka-paça yaşarken
Bütün Aşkımızı..



Sığdıramadım hiçbir kalıba
Gerekçeni.
Almadı hiçbir kırbaç
Terkedilmişliğimi.
Yutmadı alevler
Kimsesizliğimi,
Sensizliğimi...

-JDS-








"İstemem,eksik olsun.."

Hayal Kahvem

             



                                               

                                                   
                                                                                Haberin var mı taş duvar?
                                                                                Demir kapı, kör pencere,
                                                                                Yastığım, ranzam, zincirim,
                                                                                Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
                                                                                Zulamdaki mahzun resim
                                                                                Haberin var mı?
                                                                                Görüşmecim yeşil soğan göndermiş
                                                                                Karanfil kokuyor cigaram
                                                                                Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...

                                                                               AHMET ARİF



                                             

Hayal Kahvem



         


Hasan Ali Toptaş, Harfler ve Notalar adlı kitabının bir bölümünde hayatın kısalığı uzunluğu konusunda insanın nasıl arada bir fikir değiştirdiğinden söz eder. Hayat kimi zaman sonu gelmeyecek gibi hayli uzun, kimi zaman da bir nefes kadar kısa görünmez mi sahiden de gözümüze? Yazarlar yazacakları kitapları, benim gibiler ise okuyacakları kitapları düşündükçe, hayat "bir nefesten daha kısa" görünmeye başlıyor.. Kitap fuarlarında, boşu boşuna, ömrüm bu kitaplardan kaçını okumaya yetecek diye kara kara düşünmez misin sen de.. Ben düşünürüm yeminle.. Düşünürüm de içimi bir efkar kaplar.. Of derim.. Of.. Of!

Diyor ki Hasan Ali Toptaş, zamanı ne kadar hesaplı kullanırsak kullanalım, bir çok kitap asla okunmayacak. İşin kötüsü okumamız gerektiği halde okuyamadığımız bazı kitapların adlarını ve yazarlarını bile asla öğrenemeyeceğiz. Kör noktada kalacaklar ve biz bunları art arda yayımlanan binlerce kitap arasında göremeyeceğiz. Of, ne fena! Haklı Hasan Ali Toptaş.. Kör noktamızda kalan kimbilir ne çok kitap var.. Gözlerimi dört değil ondört açmalıyım. O kadar çok kitap yayımlanıyor ki.. Her kitabı okumak istemiyorum. Okumak isteyeceğim, okumaktan zevk alacağım kitapların bir dedektif gibi peşindeyim. Biliyorum ki bazıları illa kör noktamda kalacak ve ömrüm boyunca o kitaplarla yolum asla kesişmeyecek. Hımm.. Bunları düşündükçe içimi bir efkar kapladı gene.. Yoo.. Oflamayacağım bu kez.. Diyeceğim ki aynı Hasan Ali Toptaş gibi.. "Ey hayat, bana kör noktamı aydınlatacak bol ışıklı dostlar ver!" Hey! Şimdi de aynı kitaplar gibi kör noktamızda kalan insanları düşünsene.. Yooo.. Burada sözü ucu sivri bir makas gibi kesmeliyim kırt diye.. Kör noktamızda kalan kişilere ise sonra bir ara dönmeliyim gene.. Bu günlük kör nokta üzerine kısa bir muhabbet bu kadar işte.. Böyleyken böylee..


Hayal Kahvem



                       

Bu fotoğrafları ilk gördüğümde çarpıldım diyebilirim. Gözlerime inanamadım. Evet, evet... Gözlerime inanamadım da şaşırdım kaldım. Yoo... Sadece şaşırmakla kalsam neyse ayrıca hayretler içinde kaldım iyi mi? Hayretler içinde kalınca, bu sefer gözlerimi öyle bir açmışım ki gözbebeklerim yerlerinden fırlayacak sandım.. Hatta kalakaldım.. Donakaldım.. Ve şaşakaldım tabii ki.. Yoksa olduğum yere yapışıp mı kalmıştım? Bilmiyorum. Şimdi biraz karıştım! Niye mi? Çünkü bu fotoğraflar Travis Louie'nin çizdiği tiplemelerdi. İyi ama... Olamaz! Bak bir şey itiraf edeceğim. Bunlar var ya esas benim rüyalarımın tiplemeleri... Tamam.. Elimden gelmiyor. Tanrı benden esirgemiş ne yazık ki çizim yeteneğini. Ama çizgilerin büyüsüne kapılıp rüya gören ya da hayal kuran bir ruhla  ödüllendirmiş...  Hayal kurup rüya görmek kötü bir şey değil ki. İyi de Travis Louie ile aynı rüyaları nasıl görebiliriz  peki? Ben becerip çizemedim, o yetenekli biri olunca benden önce çizdi demek ki! Ne diyeceğimi bilemiyorum! Yoksa Travis Louie benim ruh ikizim mi?

                                                                 

                                                                   



Hayal Kahvem



                                           

"Ruhumu sürmüşem sana. Seni içime manzara yapmışam. İçimin seyri sana dönmüş. Yüreğimin ötüşü senden yana. Ah gök altında olaydık. Elele verip dağ bayır gezeydik. Başımıza ak bulutlar konaydı. Kuşlar kanat çırpa çırpa uçaydı. Ruhumu sürmüşem sana. Ruhumu..."

                                   

Kitapları filme çekilen aynı zamanda senaryo yazarı da olan Osman Şahin'in Beyaz Öküz adlı öyküsünden alıntıladığım bu cümleleri tekrar tekrar okumaya doyamam. Memleketimin doğu bölgesi şivesi ile yazılmış bir öyküdür. Çarpar insanı bu öykü okuyunca... Resmen çarpar... Ağalık, ırgatlık düzeni içinde yaşanan trajedik bir aşk hikayesidir. Zeli henüz bir kaç aylık körpe bir gelindir. Güzeller güzelidir. Kocası Keto onu ta Hurig köyünden kapıp getirmiştir. Cercis Ağa'nın ırgatıdırlar. Öküzleri, tarlaları, oturdukları dam, hayvan bağladıkları kazık bile Ağa'nındır. Cercis Ağa'nın kardeşi Küçük Ağa tebelleş olur Zeli'ye. Yazar bu öyküsünde Küçük Ağa için kaba saba bir ağa tipi çizmez. Sessiz, romantik biridir Küçük Ağa. Ne yapar Küçük Ağa mesela Zeli'ye? Para vermek ister. Zeli almaz. Başka bir gün Zeli'nin taşıdığı su kovasının içine birkaç saç tokasıyla, bir tutam çiçek atar gider. Zeli içinin tokası ve çiçeğiyle devirir döker kovayı yere. Nefes nefese eve varınca kocası Keto anlar değişik bir durum olduğunu ve anlattırır Zeli'ye Küçük Ağa'nın yaptıklarını. Ne yapsın şimdi Keto? Bir yanda güzeller güzeli karısı Zeli, diğer yanda Küçük Ağa... Keto, bir daha kendisine Küçük Ağa bir şey verirse almasını söyler karısına. Bakalım niyeti nedir Küçük Ağa'nın? İyice anlamak gerekmektedir.

                                               


Ertesi gün Küçük Ağa para ile birlikte bir cep aynası bırakır Zeli'ye. Zeli alır her ikisinide.. Akşam parayı kocasına verir. Ama aynayı vermez. Küçük Ağa'nın ayna verdiğini de söylemez. Ayna, Küçük Ağa ile kendi arasında incecik bir sır olarak kalır. Osman Şahin inanılmaz etkili yazmış öyküdeki cümleleri. Duygulanmamak elde değil. Kadınlık gururu okşanan Zeli'nin kocası ile kalbi arasında yaşadığı ikilemi derinden hissettiriyor. Keto'nun hayatta sahip olduğu tek şey Zeli'dir. Gerisi hep ağanındır. Ölümü göze alarak kaçırmıştır Zeli'sini Keto. Şimdi ağaya ne diyebilir ki? Okurken öyküyü, hem Zeli'nin hem Keto'nun çaresizliklerini içinizde hissediyorsunuz işte... Küçük Ağa da çaresizlerden bir diğeridir aslında. Yüreğine düşen aşk ateşini söndürmenin yollarını kabalaşmadan aramaktadır. Okurken üç ayrı karaktere de acıyor,üzülüyor, neler olacağını merak ediyorsunuz. Üstelik öykünün adı Beyaz Öküz! Ne ilgisi var diye düşünüyorsunuz.

                                               

Ben bu öykünün devamını anlatmamalıyım. Bu öykü mutlaka orijinalinden okunmalı. Devamını anlatmam bu öyküyü okumayanlara çok büyük haksızlık olur. Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle Büyümenin Türkçe Tarihi adlı kitabı almanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

                                             


Memleketim yazarlarının, memleketim Türkçesi ile yazdıkları şahane 12 öykü var bu kitabın içinde. Benim ilk gençlik yıllarımda okuduğum, özlediğim hatta varlıklarını unuttuğum öyküler bunlar. Bizi biz yapan öyküler. Mutlaka okunmalılar mutlaka. Şimdi ben Yılmaz Özdil'in gazetedeki köşesindeki çok güzel yazısından aldığım bazı cümlelerle yazıma son vermek istiyorum. Bakın ne diyor Yılmaz Özdil... Tam benim düşüncelerimi tarif ediyor:

"Kimimiz Türk, kimimiz Kürt, kimimiz Laz, kimimiz Çerkez... Yahudimiz, Rumumuz, Ermenimiz, Rus gelinlerimiz, Alman damatlarımız; uzatmayayım, 'mozaik' derler, değiliz aslında, 'ebru'yuz, koskoca bir aileyiz... Ve, ortak bir vatanımız, ortak bir resmi dilimiz var bizim; Türkçe... Bizi, biz yapan."





hanac

Bu Travis Louie adlı arkadaş bir garip




Hayal Kahvem

İnanamıyorum Hanac! Bunları da mı çizmiş Travis Louie... Olamaz ama! Hep benim rüyalarımdaki tipler:))