Edebiyat Muhabbetleri

Başlatan V, 15 Temmuz, 2010, 22:08:56

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Hayal Kahvem


Bizim dönemin terbiyesinde başkalarının yanında yemek, yiyemeyecek olanları özendirmek ve imrendirmek ayıptı. Günahtı hatta. Sokakta yemek hiç uygun görülmezdi. Elinde çikolata ya da muz yiyeceksin mesela, yanındaki çocuğun ya gözü kalırsa, bu hiç doğru bir şey değildi. Ya yiyeceğini paylaşacaktın, ucundan azıcık verecektin arkadaşına ya da kimsenin seni görmediği bir yerde tek başına yiyecektin. Böyleydi bizim zamanımızın terbiyesi. Mühim mesele aslında çok mühim de, zamanımızda çok dikkat edilmiyor sanırım bu durumlara.


O zaman "Orhan Kemal"in "Çikolata" adlı öyküsünü hatırlamak gerekiyor galiba. Abla, kardeşi ve yoğurtçunun kızı bu öykünün üç kahramanı. Yoksullar her üçü de. Nerden anlıyoruz? Bir şekerci dükkanının önündeler. Abla kardeş, ancak paralarını birleştirip tek bir çikolata almaya niyet ederler. Daha önce yemişlerdir çikolata. Tadını bilirler. Yoğurtçunun kızı ise hayatında yememiş. Yoksul ama gururlu. Söylemiyor daha önce hiç çikolata yemediğini güya. Abla kardeş tahmin ederler tabi kızın hiç çikolata yemediğini. Onun yanında yemek istemezler. Alacakları çikolata ancak ikisine yetecektir çünkü. Gitse bir yanımızdan diye düşünürler. Kız bir türlü gitmez. Yanında yiyip de kızı imrendirmek istemezler. Üç çocuğun şekerci dükkanı önündeki konuşmalarını Orhan Kemal inanılmaz etkili bir üslupla kaleme almıştır. Yoğurtçunun kızı hiç çikolata yememiştir yememesine, gene de burnundan kıl aldırmaz. Belli etmez. Kışkırtır çocukları. Canı istemiyor havalarına yatar. İstese zaten alabilecekmiş pozları atar. Bedava verseler bile yemeyeceğini söyler. Bunun üzerine iki kardeş alırlar çikolata ve yerler kızın yanında. Öykünün son bölümü insanın yüreğini yakar. Çocuklar yedikleri çikolatanın parlak kağıdını top yapıp yere atarlar ve giderler ki yoğurtçunun kızı bekler de bekler bir süre... Sonra yerden eğilip alır gümüş kaadı... "Topmuş gibi, buruşuk kaadı havaya attı,tuttu,attı,tuttu. Atıp tutarak bir sokak, bir sokak daha, daha sonra daha bir başka sokak. Yer yer pislenmişti, sidik kokuyordu sokak." İşte öykünün hiç unutulmayacak son cümlesi şöyledir: "Gümüşten topu açtı, çikolata bulaşıklarını yaladı yaladı."




Merhamet ve paylaşma duygularımızı kışkırtmak için, 15 Eylül 1914 yılında Ceyhan'da dünyaya gelen ve 1970 yılında yitirdiğimiz,Türk Edebiyatının toplumcu gerçekçi yazarı Orhan Kemal'in kitaplarını okumamızın tam zamanı. Tam zamanı. ( Bu yazının devamında Ayfer Tunç'un bu öyküyü yorumlaması hakkında bir yazı yazabilsem keşke.. Du bakalım.. Yazarım belki..)



V

Bu topraklarda yaşayan insanların açlığını,sefaletini,yoksulluğunu eserlerinde
dile getirmekten korkmayan Orhan Kemal,Yaşar Kemal gibi ustalar sağcısı-solcusu,darbecisi bütün iktidarlarca yasaklanmışlardır yıllarca bu ülkede.
Edebiyat tarihimizin az sayıdaki bu usta kalemlerinin eserlerini okumak,okutmak boynumuzun borcudur..
"İstemem,eksik olsun.."

alan ford

"...İyi bir yazardır. Ama kitaplarını okurken onun aynı zamanda çok iyi bir insan olduğunu anlarsınız. Hattâ apaçık görürsünüz. O kimsesiz sokak çocuklarını anlatırken onlara kıyamaz, sevgisiyle onları kayırır. Onun kanadı kırık küçük melekleri sadece düşlere sığınarak yağmur-çamura, soğuğa, açlığa karşı koyar. Vahşi ve yırtıcı değildirler. Ruhları soyludur. Öldüklerinde masumiyetin ölümüne ağlarsınız. Yıllar sonra onları hatırladığınızda yüreğiniz sızlar. Orhan Kemal böylesine iyi bir insan olmasaydı belki çok büyük bir yazar olabilirdi. O çocukların vahşetle emzirile beslene nasıl vahşileşebildiklerini, iyice kıstırıldıklarında karanlığın yüreğine nasıl dalıverdiklerini anlatabilseydi. Yüreği elverseydi. İyiliğin ahlâkıyla bu kadar dindar olmasaydı. Doğduklarından itibaren hiçbir güvence duygusuna sarılamadan, hiç okşanmadan büyüyen çocukların, ister katil olsunlar, ister hırsız, yanlarında durmaktı, yazarın dini."

  Yıldırım Türker'in Radikal gazetesindeki köşesinden yukarıdaki satırlar. Mükemmel bir 19. yüzyıl roman kahramanıdır benim için der Yıldırım Türker aynı yazısında.

  Orhan Kemal'i daha güzel anlatmak bilmem mümkün mü? Mümkünse bile bu işi benim beceremeyeceğim kesin. O yüzden buraya bu satırları kopyalayıp yapıştırdım
kaçmayı denemek bir tutsağın görevidir

Hayal Kahvem

Selam Alan Ford,
Keşke yazının tam lingini verseniz. Okumak isterim doğrusu...

alan ford

kaçmayı denemek bir tutsağın görevidir

Hayal Kahvem


Estağfurullah Alan Ford... Okudum. Çok güzel bir yazı. Orhan Kemal'in güzel bir özeti. Özlemişiz Orhan Kemal öykülerini..
Çok okumalı.... Nur içinde yatsın...

Teşekkür ederim.  :)

hanac

"Hanımın Çiftliği" dizisi çok tutmuş.

Kitap haline getireceklermiş.  :)

tommikser

Orhan Kemal babamı oldukça etkilemiş bir yazardır.Sanırım zamanında bütün kitaplarını yalamış yutmuş.Kitaplığımızda her zaman özenle saklanmıştır.Babamı merhametli ve duygu yüklü yapan sanırsam odur.Gerçekten büyük bir insandır.Yalnız çok çekmiştir bu dünyada.

Babı-ali'nin o yılları yoksulluk yıllarıdır.Gazeteciler şimdikiler gibi para içinde yüzmemektedirler.Öyle yüz milyar liralık transfer ücretleri yoktur piyasada.Kalem satılmaz.O onurdur.Gerçek yazılacaktır.Sonu maphus olsa da.

Çoğunluk açtır o zamanın gazetecileri.Ama onurları her şeyin üstündedir.Sabah yenilen simit helede yanında şekerli çay varsa dünyalara bedeldir.Kolay mıdır o zaman şeker,un,yağ.Satılmalı deseler o zamankiler şeker fabrikası kim bilir ne derler kim bilir?

Delikanlı adamdır Orhan Kemal.Açtır ama gururlu.Bu dünyadan göçmeden istediği en büyük hayali nedir bilir misiniz?Derki "Ah şu buzdolabını alabilseydik.Yazın sıcağında soğuk su içebilseydik".

Orhan Kemal ölümünden bir kaç yıl önce bu en büyük arzusunu yerine getirebilmiştir.Düşün ki sadece bir buzdolabı en büyük hayali...

Allah mekanını cennet etsin.Sevgili babam iyi ki kütüphanemizde yerini ayırmışta bol bol okumuşum.

rumar80

    Aşk-ı memnu ile Yaprak dökümününkileri çıkarmışlar bile  ;D

Hayal Kahvem


Ispanağı çok sever. Puf böreğine hele biter. Oktay Rıfat'la Melih Cevdet'tir en yakın arkadaşları. Bir de sevgilisi vardır, pek muteber; ismini söylemez, "edebiyat tarihi bulsun" der. Büyümüştür, işsiz kalmıştır, aç kalmıştır. Para kazanması gerekmektedir. İnsanların içine girer. İnsanları görür. Ne yârdan geçer, ne serden. Ne denizlerden, ne gökyüzünden ama... Bırakmaz son gördüğü, bırakmaz geçim derdi. Sokakta giderken, kendi kendine gülümsediğinin farkına vardığı zaman, kendisini deli zannedeceklerini düşünüp gülümser.  Bu toparladığım cümleler Orhan Veli'nin şiirlerinden bazı dizeler. Niye yazdım bunları biliyor musun?  Dün akşam Sait Faik'ten bir öykü okuyasım gelmişti.  Elim Lüzumsuz Adam adlı kitabına gitti. Şööyle kapattıım gözlerimi. Bahtıma ne denk gelirse dedim. Bir sayfa açtım. Öyküsünün adı "İp Meselesi"ydi.



Öykünün başında kahramanımız yaşadığı şehirden ayrılmaya niyetlenmiştir. Hatta çoktan yola çıkmış, yürümüş, yürümüş, dimdik bir yokuş görünce biraz dinlenmeye karar vermiştir.  Aslında şehirden usandığı, bıraktığı, onunla didişmediği için üzgündür. Ama yapamamaktadır. Nedense "hayat mücadelesi" dedikleri kaypak şeye onda mâni olan bir şey vardır. Bir iş yapmaya kalksa, yapamazsın bu işi, edemezsin bu haltı demektedirler.  Neden olarak alışamayacağını söylemektedirler. Kendilerinin nasıl alıştığını sormaya kalktığında ise bu yaştan sonra alışamayacağını  ilave etmektedirler. Şehir insan kaynamaktadır. Acaba bütün bu insanlar akşama kadar hangi müsbet işleri yaparak, hangi müsbet neticeleri alarak evlerine dönmektedirler? Bir ara sokakta cüzdanını çıkaran bir adam görmüştür. Elli liralıklar, beş yüzlükler. Nasıl kazanılır, nasıl cüzdana bu kadar para yığılır?  Misal dün  kahramanımız birine götürüp bir yazı vermiştir. Adam cüzdanını çıkarmıştır. Bir iki tane beş yüzlük, ellilikler, onluklar, beşlikler... Çıkarıp yazı karşılığında bir beş lira vermiştir. Sanki dünyaları bağışlamıştır da kahramanımız teşekkür üstüne teşekkür etmiştir. Hayretler içindedir. Utanmıştır hatta. Para elini yakmış olmasına rağmen öte yandan içinde korkunç bir sevinç vardır.  Göğsü kabarır. Yürür. Simit yer. Meyve suyu içer. Baframaden alır. Tünele biner. Tramvaya atlar. Gazete alır. Daha neler, neler... Son kalan parasıyla yarım ekmek alır. Deniz kenarında martılara atar.  Ekmeğini martılarla paylaşmayı, açlıktan ölse de insanlara vermemesi gerektiğini kendisine empoze eder. Çünkü verirse adam olmaz.  İnsanoğlu hak etmelidir hak! Yoksa şehirde yaşamamalı, köylere gitmeli, merhametlere sığınmalıdır... Şehirlide vicdan ve merhamet kalmış mıdır sence?



Bir keresinde bir kadının hamalın birini yakalamış polise götürdüğünü görmüştür. Bizimki de merak edip arkalarından gitmiştir. Mesele şudur: Hamal kadının iple sıkı sıkı bağlı sepetini taşımıştır. Kadın hamalın sepetin ipini çaldığını söylemektedir. Hamalın elinde ise siyah, yağlı, bitkin bir ip vardır. Çok zayıf zavallı bir adamdır hamal. Elindeki ipi kadına gösterdiklerinde, kadın "hayır" der, "benimki yepyeni idi."  Hamal yemin billah etmekte, kadının ipini almadığını, kendi ipinin kendisine ekmek parası getirmek için yettiğini söylemektedir. Kadın bırakmamak konusunda ısrarcı olunca,  almayacağını ümit ederek, hamal elindeki ipi kadına uzatır. "Bunu al" der.  Vee... Kadın ipi alır ve gider.  Hamal sararır, ne yapacağını bilemez halde, ümitsiz, sanki elinden malı mülkü, apartmanı, nebileyim karısı, altınları alınmış bir zengin gibi üzülür. İşte o anda kahramanımızın içini şehirden bir nefret, bir korku, bilinmez bir panik sarar. Şehri bırakıp gitmelidir. Nereye olursa olsun... Dağlarda yatmalı, su başarında garipler gibi su içmeli... Ama bir şehirli görünce yol değiştirip koşa koşa kaçmalıdır. Bizim kahramanımızın ipi yoktur. Sadece beceriksizliği, talihsizliği, şaşkınlığı, insanlara, eşyalara, işlere, hadiselere hayreti vardır. Hamalın vaziyetine düşmeden şehirden uzaklaşmalıdır. Tepeye doğru yürüme başlar. Sonra yolun ortasında durur. Bacaları, saat kuleleri, minareleri, çan kuleleri, pencereleri görür. Ters yüzüne döner. Evine gider. Mutfaktan güzel kokular gelmektedir. Yemeğini iştahla değil, evden çıkmaya acelesinden hızlı hızlı yediğini gören anası: "İşinden dönmüş gibi acıkmışsın," der. Öykü şu cümleyle biter: "Dudağının kenarında bıçak yarası gibi bir çizgiyle güldü."


İşte Sait Faik'in bu öyküsünü okuyunca, aklıma Bir Garip Orhan Veli şiirleri geldi. Bak şimdi... Bir şiirinin sonunda Orhan Veli şöyle der: "Ama hepiniz, hepiniz... Hepiniz geçim derdinde. Bir ben miyim keyif ehli, içinizde? Bakmayın, gün olur ben de, bir şiir söylerim belki sizlere dair; elime üç beş kuruş geçer; karnım doyar benim de." Sait Faik ve Orhan Veli şehirde olup bitenleri anlatırlar bize. Ve ne olursa olsun şehirden vazgeçemezler gene. Sait Faik ve Orhan Veli Sait Faik'in bu öyküsünde dediği gibi,  dünyaya hayretle bakmaya doğmuşlardır. Hiçbir şeyi anlamadan şaşırmaya doğmuşlardır. Başlarını alıp yollarda dolaşmaya, insanlar neler yapıyorlar diye görmeye gelmişlerdir. Bir köprüde durup suyun rengine bakmaya gelmiştir dünyaya. Sonra gördüklerini bizlere anlatmak için gelmişlerdir tabii. Yazdıkarı öyküler ve şiirlerle vicdanımızı dürtmeye, merhamet duygularımızı kışkırtmaya ve ne olursa olsun insanı sevmekten vazgeçmeme duygusu vermek için gelmişlerdir dünyaya bana göre... Şimdi kapatacağım gözlerimi... İstanbul'u dinleyeceğim gözlerim kapalı... Aynı Orhan Veli gibi... İstanbul'da mıyım peki? Yooo... Değilim. Hayal ediyorum... Heyyy! Önce hafiften bir rüzgâr esiyor. Kuşlar geçiyor derken. Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık... Bir kadının suya değiyor ayakları.. Kalbimin vuruşundan anlıyorum. İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı.



Hayal Kahvem



Şimdi durup dururken nereden hatırıma geldi bilmem. Cemal Süreya der ya hani: " Anımsıyor musun Toros ekspresinden inmiştiniz... Biletlerinizden ibaretti ikinizin de kimliği." Allahım, bu dizeler şairin hangi şiirinde geçiyordu ki? İnan bilmiyorum. Bedenimle buradayım. Ofiste. Heyy! Sanıyorum ruhum gene seferde. Çocukluğum  tren yolunda geçtiği için olmalı... Zaman zaman ruhum sefere çıkmak istiyor. Sefere çıkmak istiyor çıkmak  istemesine... Amaa... İlla trenle gitmek istiyor... İlla trenle. İzmit bir zamanlar içinden tren geçen şehirdi. Bizim evimiz tren yolunun kenarındaki apartmanlardan birindeydi. Çok severdim gelip geçen trenleri seyretmeyi. İçindeki insanları hayal etmeyi. Ben evimizin penceresinden, o meçhul yolcular ise vagon pencerelerinden bakarken... Göz göze gelirdik bazen... Gülümser el sallardım. "Kalpten kalbe bir yol vardır görünmez. Gönülden gönüle yol gizli gizli." der ya Neşet Ertaş Gönül Dağı adlı türküsünde hani... İşte ruhumu sefere göndermeye o zamanlardan başlamışım demek ki... Kimi takıldım o trenlerin peşine.. O şehir senin bu şehir benim dolaşırdım bir bir... Anlıyorsun değil mi?  Giderdim trenin değil yüreğimin istediği yere. Allahım bu kahve molasında  bütün bunlar nereden aklıma geldi? "Bir çekitaşı gibi üstümde zaman." mı diyordu Oktay Rifat Mısır Dönüşü adlı şiirinde? O halde dur Edip Cansever'in şu şiirini bulayım da yazayım Hayal Kahvem'e... "Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi?  Biz eskiden seninle istasyonları dolaşırdık bir bir... O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar... Nazilli kokardı... Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası... Kül gibi ince İstanbul yağmurunun  altında... Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen... Diyeceğim şu ki... Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler..." Bu dizelerin üzerine başka ne diyebilirim? Biliyor musun, az önce ruhum Toros ekspresinden indi. Ve inanmayacaksın ama kimliğim biletimden ibaretti. Vee... Ofise döndüm. Neler yaşadığımı anlatamayacağım. İşim var... Kahve molam bitti.




Hayal Kahvem



Hep söylerim. Öğrenim hayatım boyunca en kötü dersim Tarih'ti. İkmale  bile kaldım Tarih'ten  yani öyle söyleyeyim. Tarih derslerinde ellerimi yanaklarıma dayar, camdan dışarıya boş boş bakar, mütemadiyen sıkılırdım.. Zaman geçsin, içinde yaşadığım ders  tarih olsun diye hayal ederdim. Şimdi tarih öğretmenlerime laf etmeyeyim. Kusur bendeydi elbet, ne bileyim? Neyse... "Öyle bir geçer zaman ki" der gibi zaman geççttii gitti. Hayallerim gerçek, benim öğrencilik günlerim tarih oldu sahiden. İyi ama... Şimdi...  Ben var ya ben... İnanılacak gibi değil. Ben son zamanlarda tarihçilerin izini sürer oldum. Önce Reşat Ekrem Koçu kitaplarına bittim. Resmen bittim. Her bir kitabı uçurdu beni diyebilirim. Ara sıra elime alıp birkaç bölüm okumazsam kendimi  eksik   hissederim.  Şimdilerde Evliya Çelebi'ye merak sardım. Evliya Çelebi'nin nükteli anlatımıyla gezdiği coğrafyaların tarihini öğrenmek için büyük bir arzu duyuyorum. Kararlıyım. Kısmetse, bu yaz üzerinde iyice çalışacağım. Son aylarda ise Cemal Kafadar nereye ben oraya desem bilmiyorum abartmış olur muyum? Şimdi diyeceksin ki "Koskoca profesörün derslerine giriyorum diyerek komik olma sakın! Ancak rüyanda görürsün!" Gerçekten bu düşünce aklından geçti mi senin? Geçti değil mi? Dedin ki "Gene hayaller aleminde... Gene uyanıkken rüya görmekte."  Çok fenasın! Doğru... Hayal kurmayı seven ve rüyasını keyfine göre akort edebilen bir bünyeye sahibim. Sadece uyurken rüya görmem üstelik, canım isterse uyanıkken de görebilirim. Sakın bir şey söyleme. Şu fani dünyadaki tek yeteneğim.




Bak şimdi... "Tarihçi, ele aldığı kişilerin zamanlarının büyük bir kısmını uyuyarak geçirdiklerini, uyurken de rüya gördüklerini gözden kaçırma tehlikesi altındadır. " diye bir söz varmış Tarih literatüründe.  Cemal Kafadar rüyaları ciddiye almak istediğini söylüyor. Arkasından ekliyor: "İllâ uyku halinde olmak gerekmiyor. Uykuda değilken de, bilincin, iradenin dışında bir ses, bir görüntü, bir fikir tecelli ediyor, bir keşif vuku buluyor. Bunun  gibi bir sürü ara kademe var." Nasıl ama? Haydi benim gibi merakı iştahlı fakat bilgisi kıt birinin sözüne ehemmiyet etmiyorsun. Eh, ne diyebilirim. Çok  haklısın. Amaaa koskoca profesör yanlış söyleyecek değil ya! Kimbilir kaç kitap yutmuş, kaç araştırma yapmış da böyle bir kanaate varmış öyle değil mi?  Ne diyor biliyor musun? "Uykuda zihnimiz bir şekilde çalışıyor, bir iş yapıyor; onu ciddiye almak lazım." (hımm..bunu söylerken gülüyormuş) Mesela açın rüyasıyla tokun rüyası, kadının rüyasıyla erkeğin rüyası aynı şey değilmiş ve aynı şekilde yorumlanmazmış. Zamane bilim insanları Freud'un mesela rüya teorileri,  rüyaların psikanalize tâbi tutulması, psikanalizle kişinin ailesiyle, çocukluğuyla, çevresiyle ilişkisi irdelenebilmeye yarayan bir aracı gibi düşünülüyor. Ve rüyaları psikanalitik bağlam dışında pek ciddiye almıyorlar. Oysa kadim tâbir sistemlerinde rüya başka bir âlem ya da âlemlerle ilgili oluyor diyor Cemal Kafadar.  Dolayısıyla rüya hakkında metafizik ve ontolojik tartışmalar olduğunu söylüyor.



Gene Yücel Göktürk ve Ulaş Özdemir'in Cemal Kafadar'la yaptıkları  hoş sohbet bir yazı elimin altındaydı. Çok önce denk geldiğim bir derginin sayfalarıydı ve ne yalan söyleyeyim kana kana okumuştum. Cemal Kafadar affetsin beni, işime gelenler  aklımda kalmış ne yazık ki...  Aslında daha ne  muhabbetler vardı anlatamam. "Rüya gibi her hatıra, her yaşantı bana..." şarkı sözleri üzerine  ya da ne bileyim Osmanlı'nın kuruluşuyla ilgili rüya muhabbetleri vardı mesela. Hani Osman Gazi, şeyh Ede Balı'nın evinde misafir oluyor. Şeyhinin evinde gece uykudayken bir rüya görüyor.  Rüyasında ay doğuyor, geliyor, Osman Gazi'nin göğsüne giriyor. Oradan bir ulu çınar doğuyor ve yükseliyor hani... Şeyh Ede Balı bu rüyayı  Osman Gazi'ye ve soyuna dünya saltanatının müjdelendiği şeklinde yorumluyor ve Osmanlı İmparatorluğu'nun başlangıcı  böyle oluyor diye anlatılır ya duymuşsundur illa ki. Aslında Roma imparatorluğuyla ilgili de böyle bir rüya hikayesi varmış biliyor musun? Sonra Osmanlı'nın en rüya seven sultanı III. Murat'mış mesela... Cemal Kafadar III. Murat'la ilgili ne rüyalar anlatıyordu anlatamam sana... İyi ama neden bunlar okul derslerinde anlatılmıyor?  Neyse... Yazdıkça yazıyorum. Keseyim bence burda... Dalmayayım daha fazla... En son gene bu yazıda okuduğum  ve akıl defterime not ettiğim şu dizelerle son vereyim bari yazıma... Biraz karamsarca olacak ama... Ne bileyim? Bunu not etmişim. Hayırdır inşallah! "Rüya bütün çektiğimiz... Rüya kahrım, rüya zindan... Nasıl da yılları buldu... Bir mısra dolu maceram.."


alan ford

Alıntı YapÇok önce denk geldiğim bir derginin sayfalarıydı ve ne yalan söyleyeyim kana kana okumuştum.

Bir + bir dergisinde 7-8 sayı süren harika bir müzikli tarih ziyafetidir bahsi geçen yazı yanlış hatırlamıyorsam.
kaçmayı denemek bir tutsağın görevidir

Hayal Kahvem

Selam Alan Ford... Evet, dediğiniz gibi... Şahane bir diziydi....
Devam ediyor halen...
Cemal Kafadar tam bana "kafadar" bir tarihçi  ;)
Müzik, edebiyat, şiir, tarih... müthiş bir muhabbet! Okuduğunuza sevindim.

Hayal Kahvem






Bir keresinde. Çok eski değil. Bir kaç hafta önce. Hiç farkında değilim. Yazıp gönderdiğim elektronik mektubumun son cümlesini  "neyse" kelimesiyle bitirmişim. Akabinde  "herşeyi anladım da  "neyse" neyin nesi anlayamadım?" tadında iğneyi kendisine çuvaldızı bana batıran bir cevap almıştım. Şaşırmıştım tamam mı? Gerçekten.  "Neyse," demiştim işte... Ne var ki? Bu kelimede alınacak ne vardı şimdi? Sadece en kısa haliyle "yazacaklarım şimdilik bu kadar" demek istemiş olabilirim. Ya da "kısmetse" demiş olabilirim belki. Nedir yani? Yeminle öyle mânidar bir şekilde öküz altına buzağı falan saklamak niyetiyle yazmamıştım "neyse" yi. Çalakalem giriştiğim bir elektronik mektubun nihayetiydi işte. O kadar! Zaten bilirsin beni. İçim dışımdadır. Varsa çapariz bir vaziyet... Bodoslama  "Hop dedik. Ne oluyoruz?" derim yani. Gerçekten çok şaşırmıştım bu tepkiye. Kafama taktım ya bir kere...  O günden sonra dikkatimi çekti. Günlük konuşmamda fazlasıyla "neyse" kelimesini kullandığımı farkettim iyi mi? Öyle böyle değil. Feci kullanıyormuşum meğerse. Telefonda... Yazıda... Her türlü konuşmada... Allahım acaba ben "neyse" yle ne demek istiyordum? Peki "neyse" neydi gerçekte? Neyse sözü fazla uzatmayayım. Merak ki en çok yakışandır bana diyerekten biraz araştırmaya karar verdim.  Sanal ansiklopediye "neyse" diye yazdım. Bakalım "neyse" benim bilmediğim ne anlamlara geliyordu? Ben farkına varmadan acaba "neyse" demekle neyi kastediyordum? Acaba "neyse" kelimesini yanlış zamanlarda, yanlış insanlara mı  kullanıyordum? Heyy! Dolandım ya az biraz sanal ansiklopedide... "Neyse"yle ilgili neler buldum neler okudum neler? Bulduklarımı okudukça iyice dondum kaldım.  Bak şimdi... "Neyse" var ya... Söylemeye utanıyorum. Karsımızdakine muhatabım değilsin demenin en kısa, en güzel, en anlamlı yoluymuş mesela... Veya masumca karşı tarafı yok saymak demekmiş.  Laf sokmak için kullanılan ideal kelimeymiş... Karşısındakini yeryüzünden silecek, sıfırın altına indirecek ve söylediklerini bir daha geri gelmemecesine gömecek bir kelimeymiş... Yok artık! Daha neler? Okuduklarıma gerçekten canım çok sıkılmıştı. "Neyse" kelimesini o kadar severim ki nereye denk gelirse kullanabilirim. "Kafana takma!" ya da ne bileyim "şimdilik bu kadar" ın kısacasıdır "neyse" bana göre... Yani böyle rahatsız edici bir kelime olduğunu inan bilmiyordum. Şimdiye kadar kaç kişiye "neyse" demiştim kimbilir? O kadar suçlandım ki bir süre ne yazabildim ne konuşabildim. Tamam. Abarttım. Şöyle söylemem daha doğru olacak sanırım. Bir süre konuşuken ve yazarken "neyse" demeyeyim diye azami gayret sarfettim. Sonraaaa... Off! İçime fenalık geldi. Daraldım. "Neyse" dedim kendi kendime. Neyse! Amann... Sana bir şey söyleyeyim mi? "Neyse" dedim ya kendi kendimee... Bir rahatlama... Bir huzur...  Bir sevinç... Bir mutluluk... Oh! Doya doya derin bir "ohh!" çektim şööleee. Seni bilmiyorum ama ben "neyse"ci  olduğuma kesin kanaat getirdim. Yapamayacağım. Kim ne derse desin elimi "neyse" taşının altına koyuyorum arkadaşım. İçimde  kötülük ya da  art niyet yok valla... Kusura bakmasın kimse...  Ben "neyse" den mümkünatı yok vazgeçemeyeceğim. Asla! Oh! Anlattım ya sana rahatladım valla yaa... Neyse.