Edebiyat Muhabbetleri

Başlatan V, 15 Temmuz, 2010, 22:08:56

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Hayal Kahvem


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  En son sinemaya gittiğimde sol ön tarafta  oturan kızın suretine yansıyan örselenmiş ruh hali, mağdur  ve hüzünlü duruşu, bana onun Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanındaki kadın kahramanı "Füsun" u hatırlattı.  Yüzünün sadece sağ yanını görebiliyordum. Dikkatlice baktım. Sanki oydu. Hayal etme çarklarım birdenbire çalışmaya başladı. Bu masum görünümlü genç kadın kendisinden on iki yaş büyük zengin akrabasıyla Nişantaşı'ndaki bir butikte karşılaşmıştır diye aklımdan geçirdim. Üniversite giriş sınavına hazırlanmak niyetiyle matematik dersi verme teklifini kabul etmiştir. Ve tüm saflığıyla Merhamet Apartmanı'na gitmiştir. Gidebilsem  bu dairede çocuğun annesine ait sakladığı eski eşyalarla birlikte kızın kullandığı eşyaları bulabilirdim.  Eğer Merhamet Apartmanı'nda onunla aşk ilişkisine girmeseydi, şimdi hem böyle yaşıyor hem de meslek sahibi bir kadın olabilirdi  diye hayal ettim. Orhan Pamuk romanında, apartmanın adını haybeye Merhamet koymamış olmalı... Çünkü Masumiyet Müzesi adlı roman masum bir aşk hikayesi anlatıyor gibi görünse de,  "delice aşık olduğu kadının hayallerinin ne olduğunu anlamak yerine, onun hakkında hayaller kuran"(s280);  türlü bahanelerle  memlekette her gün üç kadın öldüren erkek egemen kültürün yarattığı  bir merhametsizlik destanı. Tam bunları aklımdan geçirirken genç kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Etrafına ürkek gözlerle baktı. Sağ elini eteğinin cebine soktu.  İnanmayacaksın biliyorum ama usulca cebinden çıkardığı elinde, ölümünü kolaylaştıracak sürücü ehliyeti vardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi  elindekine  dikkatle  baktı. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Füsun" olduğunu farzettiğim genç kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.





Hayal Kahvem





Acaba nerede okumuştum?  İnan hatırlamıyorum. Du bi... Bak...  Önce en son ne zaman bir kirpi gördüğümü düşündüm....  Düşündüm... Düşündüm... Hatırlayamadım. Sonra.... İşte bu kez nerede okuduğumu hatırlamadığım o yazı geldi aklıma...  Hani kirpiler vardır ya... Kirpiler üşüdüklerinde ne yaparlarmış biliyor musun? Birbirlerine yaklaşırlarmış. Ama çok yaklaşınca da dikenleri birbirine batarmış. Uzaklaşırlarsa bu kez üşürlermiş.  Ne fena değil mi? Amaa... Kirpiler aralarında öyle bir uzaklık bırakırlarmış ki ne üşürler ne de canları yanarmış.  İşte bayılmıştım bu duruma...  Dinle bak... Sonrası daha güzel... Bu mesafeye ne denirmiş  biliyor musun?  Nezaket denirmiş. Hoş değil mi?

İyi de şimdi durup dururken hem kirpi hem bu yazı nereden aklıma geldi? Bilmiyorum...  Son günlerde gamlı baykuş vaziyeti yer ettikçe bünyemde... Dünyada olup bitenler içimi mi kararttı ne? Hem kimsenin canının yanmadığı hem de ilişkilerin sıcacık olduğu bir dünya hayal ettiğim içindir belki.  Hafıza tuhaf kutu tabii... Nerden çıkardıysa çıkardı...  Yıllardır görmediğim kirpileri aklıma getirdi...  İyi de en son ne zaman  kirpi gördüm acaba?  İnan hatırlayamadım ki!



Hayal Kahvem




Babamdan dönüyordum. Arabamı hemen evin önüne değil, bir sokak ilerideki çıkmaz sokağa park etmiştim.  Telaş içindeydim. Bir an once ofise gitmeliydim. Çıkmaz sokağın köşesindeki simitçi  her zamanki yerindeydi.  Simide asla dayanamam.  Kesin akşam simidiydi bunlar... Dumanı tütüyordu çünkü...  Of!.. Buram buram taze gevrek simit kokusuna nasıl içim gitti... Oruçluydum. Akşam ezanının okunmasına üç saat vardı. Bünyem çekti bir kere... Görmezden gelemedim. Simitçi tezgahının önünde  bir süre durup simitleri seyrettim.  Yalan söyleyecek değilim. Kendimi alamıyor, imrenerek simitlere bakıyordum.  Onu farkettim. O da durmuş aynı benim gibi simitlere bakıyordu.  Gözgöze geldik. Aynı anda birbirimize gülümsedik. Gülünce güneş karası yüzü aydınladı sanki. Sevimli bir yüzü var...  Nasıl zayıf, kuru bir şey anlatamam. Şairin "Çöp gibi bir oğlan ipince" dediği türden... Kafamızı aynı ahenkle simit tablasına çevirdik. Ben simitlere gözümle yermiş gibi baktım. Ona döndüm. "Aç mısın?" dedim. Öyle başını büküp Küçük Emrah pozu vermedi. Sadece sustu ve tekrar gülümsedi.  Gülümseyince dudağının sağ yanı, yanağına doğru diğerinden daha fazla kıvrılıyor. O kıvrımın hemen bitiminde minik bir gamze beliriyor. Üstündeki giysiler abisinin olmalı... Renkleri solmuş... Üzerinden dökülüyor. Sırtında boyacı kutusu var. Ayakkabı boyacısı belli. En son ne zaman ayakkabılarımı boyattığımı düşündüm... İnan aklıma gelmedi. Marketlerden satın aldığım süngerlerle işimi gördüğümden beri ayakkabı boyacılarını unutmuşum. Tuhaf!  Hiç mi denk gelmedim? İşim olmayınca farketmiyorum demek ki...  Simitçiden satın  aldığım simidi uzattım.   "Ben yiyemiyorum. Benim yerime sen ye bari." dedim. Hiç tereddüt etmedi. "Teşekkür ederim" dedi. Aldı. Hemen ağzına götürdü. Kocaman ısırdı. Sırtını döndü.  Şehrimin asırlık ağaçları altında seke seke  yürüdü. Arkasından bakakaldım.  Az ilerledi. Durdu. Başını geriye çevirdi. Bana baktı. Gülümsedi. Minik elini salladı.  Elimi kaldırım.  "Hoşçakal çocuk" dedim.  Aklıma Orhon Arıburnu'nun bir şiiri geldi...

"Ne gam kalırdı
Ne kasavet
Bir de simit ağacı olaydı
Bizim sayılırdı saadet."

Böyle bir ağaç var mı? Yok tabii... Nedense mutlu bir doygunluk hissettim. Arabama doğru umutla yürüdüm.



Hayal Kahvem




O gün bayram mıydı acaba? Yoksa bayram arefesi mi? Bilmiyorum. Üzerimdeki beyaz üzerine  sarı minik papatya desenli elbiseyi ise çok iyi hatırlıyorum. Elbise bileklerime kadar iniyordu. Ayağımda beyaz konverslerim vardı. Patika yolda koşuyordum. Belime kadar gelen saçlarımı, koşarken iki yana sallıyordum. Patika yolun iki yanında ıhlamur ağaçları vardı sanıyorum. Çünkü ortalık binbir gece masallarındaki gibi kokuyordu. Ağaçların yaprakları meltem esintisiyle oynaşıyordu. Ben koştukça herbiri çiçeklerini önüm sıra döküyordu. Durdum bir ara. Eteğimi iki yanından tuttum. Sanki ağaçlar anlamışlardı ne istediğimi... Eteğimin içine  dolduruvermişlerdi şifalı çiçeklerini. İşte tam o anda onu gördüm. Eteğimdeki çiçekleri kucağıma topladım. Öylece ona bakakaldım. Az ilerimde ayakta duruyordu. Kırmızı siyah çizgili bir kazak giyiyordu. Başında saçı yoktu sanıyorum. Acaba saçsız olduğu için kendini beğenmiyor muydu? Bilmiyorum. Başındaki siyah fötör şapkayı ise çok iyi hatırlıyorum. Sanırım yapayalnız biriydi. Ayan beyan yüzünün çizgilerine yansımıştı tüm sevgisizliği çünkü. Gözlerinin gördüğüne hoyratça baktığını çok iyi anlamıştım. Tüm ömrünce burada yaşamıştı da ne  ıhlamur ağaçlarının güzelliğinin  farkındaydı. Ne de insanı kendinden geçiren ıhlamur çiçeklerinin kokusunun belki... Hatta kulakları, rüzgârda havalanan yaprakların nağmelerini bile duymuyordu. Emindim.  Sağ elini usulcacık yüzüne doğru kaldırdı. Gözlerini koca koca açarak, işaret ve orta parmağına geçirdiği makası sanıyordum ki korkutmak amacıyla bana salladı. Olduğum yerde kalakaldım. Gözlerimle değil, yüreğimle ona baktım. Korkmadım. Erkekler âleminden bir erkekti. Diğer hemcinsleri gibi yenilmemek, komikleşmemek, duygusallaşmamak için yetiştirilmişti. Öyle hissettim.  Kimbilir ne badireler atlatmış ne yaralar almıştı. Yenilmiş görünememek için  en yakın erkek arkadaşına bile derdini açmamıştı. Çünkü erkeklik hep muzaffer olmak hep yenmiş görünmekti. Asırlardan beri ona öyle öğretilmişti. Bunları düşününce onun için üzüldüm. Sadece dudaklarımla değil, gözlerimle, yüreğimle  bakarak  gülümsedim. Üç adım attım. Şimdi tam yanındaydım. Ellerimi ona uzattım. Ellerimi uzatınca kucağımdaki ıhlamur çiçekleri patır patır yere döküldü. Dökülen çiçeklerin rahiyası yukarıya doğru yükseldi. Ihlamur çiçeklerinin kokusundan bir an başım döndü. Düşecek gibi oldum. Düşmemek için telaşla onun kolunu tuttum. Önce boğazındaki sese ince bir  ayar çekti. "Dikkat et, galiba buranın havası sarhoş ediyor. "dedi.  Çevresine baktı. "Tuhaf şey, ben bu ağaçları neden daha önce   hiç görmedim?" diye söyledi. Bana baktı. Gerçek olamayacak kadar güzel gülümsedi.





Hayal Kahvem



Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.



 

Bu ay Filmekimi için Beyoğlu'na gittiğimde, sinemanın girişindeki film afişlerine bakan kız gözüme ilişti. Onaltı - onyedi yaşlarındaydı. Güzel ütülenmiş ak bluzu, renkli karelerle bezeli eteği, sıkı taranıp atkuyruğu bağlanmış saçlarıyla, daha çok babasını ya da ağabeysini bekleyen iyi bir aile kızı  görünümü veriyordu. Yanağındaki kırmızılığı  eliyle kapatmaya çalıştığını anladığım an, onun Füruzan'ın Benim Sinemalarım adlı öyküsündeki Nesibe olduğunu farzettim. Ailesi yoksuldu. Okuyamamış, Beyoğlu'nda bir dükkanda çalışmaya başlamıştı. Sinemayı çok sevdiğini hayal ettim. Kendi yaşadığı mahalleyi, evi beğenmiyordu. Sinemada seyrettiği yerlere gitmek, filmlerdeki hayatları yaşamak istiyordu. Sevdiği genç denizciydi. Onunla birlikte Mısır'a, Afrika'ya gidebileceğini düşünmekten mutluluk duyuyordu. Filmlerdeki hayatları kendi hayatında  gerçekleştiremeyince öfkeli ve hırçın olmuştu. Ne yazık ki varoşlarda yaşayan kızları şehir hayatının cazibesi etkiliyordu. İstedikleri hayatı yaşamaya kalktıklarında bunu bedenleriyle ödemek durumunda kalabiliyorlardı. Nesibe annesi ve babasıyla yaşıyordu. Annesi namuslu görünse de iki yüzlü bir kadındı. Para gelecek diye kızın yaşlı erkeklerle gezindiğini bildiği halde ses çıkarmıyordu. Ama genç bir erkek arkadaşı olmasından rahatsızlık duyuyordu. Annesi kocasına  bu genç çocuğu söylecekti. Babası o gece kızı fena halde dövecekti. Acaba kızın örtmeye çalıştığı yanağındaki kırmızılık, babasından korunamadığı ilk tokatın kabarıklığı mıydı?



Saçındaki gevşemeye yüz tutan tokasını sıkıladı.  Bakışlarıyla caddeyi taradı. Bakmasını direnerek sürdürdü. Filmin başlama saati gelmişti. Önümsıra sinemaya yürüdü. Kederli gözlerle etrafına bakındı. Çantasından mendilini çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi elindeki mendile baktı. Tükürüp ıslattı, yanağında katılaştığını düşündüğüm acının üstüne bastırdı. Biletçinin gösterdiği koltuğa oturdum. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Nesibe" olduğunu farzettiğim genç kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.

   
NOT:  Füruzan'ın Benim Sinemalarım adlı öyküsündeki bazı cümleleri  bu yazıya alıntıladım.



Hayal Kahvem




Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm. 


 

Geçen ay Filmekimi için Beyoğlu'na gittiğimde, biletimi almak için Atlas Sinaması önünde sıramın gelmesini bekliyordum.  Bu arada etrafımdaki insanlara bakıp zaman geçiriyordum.  Pasajın dışında sigara içmekte olanların arasında,  frapan giysili bir kadın dikkatimi çekti.  Orta yaşın kıyısında olmalıydı. Boyu bir yetmişe yakındı. Uzun boyuna göre bacaklarının orantısız kısalığını farkettiğim an bu kadını, Halil Gökhan'ın Konuşan Kadın adlı romanındaki, ağzı kötülüklerle dolu kahramanı, kara sinemacı Alev İpek olduğunu farzettim.  Kadına göz ucumla  baktım. Belki çocuk  yaşından beri hayali iki uzun bacağa sahip olmaktı, diye aklımdan geçirdim. Bacakları inceleceği ve uzayacağı yerde, boyları neredeyse çocuk yaşındakilerle aynı kalmıştı. Üstelik biraz da kalınlaşmaları onu  iyice çileden çıkarmıştır, diye hayal ettim. O nedenle belki pantolon fazla giymemişti de, frapan elbiseleri tercih etmişti. Bu tarz elbiseler içinde boğuluyor ve kıvranıyordu belki. Boyalı saçlar, topuklu ayakkabılar arasında sıkışıp kalmıştı. Gözlerimle değil yüreğimle baktım. Güzeldi aslında, hiç de çirkin değildi. Ama belli ki vücudundan hoşnut değildi. Bunu kadınlığının bir cezası olarak düşünüyordu. Çünkü ona göre kadınların en büyük arzusu güzellikti. Sanırım en çok ellerini beğeniyordu.  Parmakları ince ve narindi. Dışarıdan bakıldığında görülmeyen taraflarının görünenlerden daha güzel olduğunu düşünüyordu. Sinemacıydı. Genç yaşta kara filmler çekmişti. Şimdi ısrarla sadece iki dudağının ortasında soluk ve sıvı almasını sağlayacak küçük bir delik bıraktırarak, ağzının kalan kısmının dikilmesini arzu ediyordu. Acaba kadın geçmişte çok günahlar işlemişti de kendine "susma cezası" mı vermek istiyordu?  Aslında Tanrı konuşmak için değil susmak için mi vermişti ağzı insanlara? Sükûtun değeri belliydi: Altın. Yoksa konuşmak insana verilmiş en büyük ihtiras mıydı? İnsanın korkunç söz deneyimi, nasıl bir aşamaya gelmiş olmalı ki orada susmak değerli olsun ve altın katına çıksın?




Filmin başlamak üzereydi. Önüm sıra sinemaya yürüdü. Kederli gözlerle etrafına bakındı. Dişleriyle dudaklarını çok sert bir biçimde ısırdı. Şaşırdım. Ardından elbisesinin yakasındaki toplu iğneyi ısırdığı dudağına batırdı. Usulca elini ceketinin sağ cebine soktu. Kanayan dudağını silmek için mendil çıkaracağını zannettim. Hayır. Bir beyaz kağıt çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi elindeki kağıda dikkatle baktı. Sonra iyice buruşturup yere attı. Yerden kağıdı aldım. Açtım. Kağıtta sadece iki kelime  yazıyordu. "Vadeli rüyalar"...  Biletçinin gösterdiği koltuğa oturdum. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Alev İpek" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.

   
NOT:  Halil Gökhan'ın Konuşan Kadın adlı romanındaki bazı cümleleri  bu yazıya alıntıladım.



Hayal Kahvem


Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar adlı romanının seneler önce satın aldım. Okumadım. Kitapla aramızda mesafeli bir ilişki var. Arada elime alıyorum. Sayfalarını dalgalandırıyorum. Kitap hoşlanıyor bundan farkediyorum. Sonra her defasında tuhaf bir endişeyle, usulca yerine bırakıyorum. Oysa Oğuz Atay hakkında elime geçen her yazıyı ve kitabı okumuşumdur.  Yani yazarın efsanesini iyi bilen ama tek kitabını okumayan biri olduğumu mahcubiyetle itiraf edebilirim. Sadece babasına yazdığı mektubu okumuştum.  O kadar.  Nedense  korkuyorum.  Sanırım kitabın beni çağırmasını bekliyorum. Vardır benim benim böyle tuhaf hallerim. Kitabı elime aldığımda okunmak isteyip istemediğini hissedebildiğimi düşünüyorum. "Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli" mi demeliyim, yoksa "elbet bir gün buluşacağız"ı mı,  misal vermeliyim? Bilmiyorum. Ya da sürpriz yapmalı... Beklenmedik bir anda karşıma çıkmalı. Şaşırtarak buluşmalı diye hayal ediyorum. Böyleyim işte. Zorlamam kendimi illa okumalıyım diye. Vaktini saatini beklemeliyim... Neyse... Cuma günü İstanbul'dan otobüsle dönmem gerekti. Elimde kitap yoktu. Kitapçıya girdim. Girer girmez gözümün  ilk değdiği  kitaba yürüdüm. Kitabın adını okudum.  Korkuyu Beklerken'di. Yazarını bilmez miyim? Oğuz Atay'dı.  Kapağında Oğuz Atay'ın bir fotoğrafı vardı. Kitabı elime aldım. Beklemeden kasaya gittim. Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken adlı kitabını satın aldım. Otobüse bindim. Koltuğuma yerleştim. Kitabı açtım. Bu bir öykü kitabıydı. İlk öyküsünün adı Beyaz Mantolu Adam'dı. Normalinde bu öykü adını okuduğumda "adam manto giyer mi? Pardüsü ya da palto denmeliydi." diye aklımdan geçirebilirdim. Asla geçirmedim. O kadar çok yazı okumuş, video seyretmiştim ki bu öyküyle ilgili. Sadece hüzünlü gülümsedim. Sonra Oğuz Atay'ın yukarıdaki beyaz pardesülü fotoğrafını hatırladım. Ardından ise Lale Müldür'ün bir şiirini... Der ya hani... "bana gelince ben... hazan yüzlü bir adamı aradım hep... bir sonbahar günü beyaz pardesüyle... kurumuş yaprakların üstünden... kapımı çalmasını bekledim..." O misal hazan yüzlü, beyaz pardesülü adamın bir kitabı, kurumuş yaprakların üstünden, ne yaşayacağımı bilmeden kapımı çalmıştı işte...  Keşke ilişkiler gibi kitapları da aceleyle tüketmesek, sabredebilsek... Herşeyin yeterince keyfine varılabilsek... İyi de şiir nasıl devam ediyor peki? Diyor ki Lale Müldür... "gelse ne olacaktı... onu bilmiyordum ya... olanaksız bir şey istediğimin farkındaydım... yine de gemilerde, otobüslerde, uçaklarda... onu aradım..." Yoo.. İyi ki beklemişim zamanını... İyi ki beklemediğim bir anda Oğuz Atay'ın bu kitabı karşıma çıktı...  Korkmadım. Sonrası kendiliğinden geldi...  Sevmek mi?  Öykülerine tek kelimeyle bittim.




Hayal Kahvem

Heyy! İnanmıyorum... Edebiyat Muhabbetleri 1122 kere mi okunmuş.
Vay canına sayın seyirciler! Ne güzel! :D

Hayal Kahvem





"Şu ağlamaklı halime sebep o padişahım
O ağzı, yüzü, elleriyle avare olan
İçtiğim suya, daldığım havaya düşman
Sebebî felaketim
Bir haliyle bikarar, bir haliyle belâdır
Efendim
Böylesini kimse bilmez sevdanın"

İlhan Berk


Yooo... Ben masumdum. Sevmiştim. Yalanım yok... Aşkın gözü söylendiği gibi kördü. Ona tüm yüreğimle inanmıştım. Ne safmışım. Osman Şahin'in bir öyküsünden iki cümle çıkarma yapıp,  kendime rumuz edinmiştim... "Ruhumu sürmüşem sana... Ruhumu... Seni içime manzara yapmışam." Ne  vakit onu karşıdan görsem... Bu cümleleri içimden geçirirdim. Allahım yarabbim... Nasıl da körkütük aşıktım. Bu duyguyu ilk kez yaşıyordum. Çok yakışıklıydı. Daha doğrusu o vakitler bana yakışıklı geliyordu. Ne aptalmışım... "Bir zamanlar uğruna kahkül  diye göz yaşı döktüğüm meğer bir tutam saç imiş" denir ya hani... O hesap..  Harbiden sonra çakmıştım gerçek manzarayı ama... Kaç yazar? Çocukta ya Nostradamus marifeti ya da özel parapsikoloji, psikoknetik, telepati güçleri vardı... Ne dersen de... Öyle işte... Bildiğim onda acayip bir şeytan tüyü vardı.. Elimi vicdanıma koyup söylüyorum... Konuştuğu zaman okulun tüm kızlarını- ben de dahil tabii- kendine  hayran edecek insanüstü bir yeteneğe sahipti. Sanki kızların beyinlerine hükmediyordu. Onunla asla tartışmak mümkün değildi. En kabul edemeyeceğim konularda bile, nasıl laf canbazlığı yapıyorsa artık... Ağzından çıkan her sözü kendi düşüncem sanıyordum. Askeriyedeki nizamiye kapısı gibi, tüm ruhumu, değer yargılarımı, hayata dair görüşlerimi gözüm kapalı ona emanet edebilirdim. O ne diyorsa doğru oydu. Yani o vakitler bana öyle geliyordu. Bu çocuğun karşısında kendime olan direncimi gün be gün kaybediyor,  köle izahura olma yolunda uygun adım marş marş ilerliyordum. Durumum tuhaftı. Ben bildim bileli hiç böyle ben olmamıştım çünkü... Yok bazan kendime "bu kadar salak olma. toparla kendini" diyordum ama  feci bir değişim rüzgarı sarmıştı dört yanımı... Duygularıma mukayyet olamıyordum. Oysa onu tanıyana kadar hep sevilmiş hiç sevmemiştim. Üstelik çok güzel değildim. Sade giyinirdim. Asıl mühimi erkeklere hiç pas vermezdim. Etrafta o kadar fettan, maceraya dünden hazır kızlar dururken bana meftûn olan erkekler nedense çoktu. Aşklarını belli etmek için türlü numaralar yaparlardı. Aşkını itiraf edemeyenler mi istersin, mail atıp dolaylı yoldan içini  dökenler mi? Ya da karşıdan karşıya kesenler mi, ne bileyim seviyeli üslupla ince bağlama ayarları çekenler mi? Neler görüp geçirmiştim. Hiç bir  erkeğin karşısında civatalarım  milim oynamamıştı yerinden.. Ya feleğin cilve yapma sırası bana gelmişti. Ya da birinden büyük bir  ah almış olmalıydım ki bir erkeğin ağına sazan gibi düşüvermiştim.. Çıralar gibi yanmıştım. Dumanım buram buram tütüyordu. Sadece ağlayanım yoktu. Yoo...Karşılıksız değildi. Sözüm ona benim sevgim neydi ki? O söylediğine göre beni dağları delen Mecnun kıvamında seviyordu. Aynı üniversitenin farklı fakültelerindeydik. Arkadaşlarımız müşterekti. Kalabalık arkadaş güruhu içerisinde güya  kimseye belli etmeden aşkımızı gizlice birbirimize ilan etmiştik. Kimseye daha bir şey söylemememi sıkıca tembihlemişti. O ne derse kanun emrinde kararnameydi ya en yakın kız arkadaşıma bile söylememiştim. Zaten oldum bittim ket'umdum. Erkek arkadaşlarıyla olan ilişkilerini uluorta lömbürtek dışarıya bırakan çalçene kızlardan hiç haz etmezdim. İftiharla söyleyebilirim ket'umluk prensibimi ömrümce ihlal etmedim. Bakma, zaten henüz pek bir anı biriktirmemiştik. Sadece beni çılgınlar gibi sevdiğini itiraf etmişti. Ben de için için fena halde yanıp halvet olsam da sadece karşılıksız olmadığımı belli etmiştim. Sinema hastasıydım.  O da film seyretmeye bayıldığını söylemişti. Dün bir bugün iki,  göz süze süze  filmler üzerine şahane muhabbetler ediyorduk. Hafta sonu beni motoruyla alacaktı. İlk kez bekar evine gidecektim. Başbaşa yemek-sinema keyfi yapacaktık. Filan...





O gün okula gidemeyecek kadar  hastaydım. Telefonlaştık. Vaziyetimi anlattım. Ertesi gün buluşmak üzere sözleştik. Takdir i ilahi mi yoksa aptala malum olma vaziyetimi, bilmiyorum... Bir şey dürttü beni.  Öğlene kadar uyuyunca birdenbire üzerime bir canlılık geldi. Ben o gün kalktım ikindiye doğru okula gittim. Ve... Okulun arka bahçesinde, onu bizim fakültenin  en sünepe kızını öperken gördüm. Birden çizgi romanlardaki "dooinnk" efekti çaktı beynimde... Gözümdeki kalın sinema perdesi usul usul yukarıya doğru kalktı. Gerçek manzarayı ayan beyan görmeye başladım. Meğer küçük bey, sadece benimle ve o sünepe kızla değil, okulun pek çok kızıyla fink atıyormuş. Yuf olsun bana!.  Tadım fena kaçmıştı. Süngüsü düşmüş tüfek gibi omuzlarım düştü. Hayalkırıklığını dibine kadar hissettim. Ağlaya zırlaya eve döndüm. İki gün telefonlarına cevap vermedim. Onun diğer numaralarını, beni merak edip eve  gelen en yakın kız arkadaşımdan öğrendim. Üzgündü çünkü... Ona da aşık olduğunu söylemiş önce. Sonra umduğunu bulamayınca terk edivermiş. Gözümün kenarındaki ilk çizgi... Saçımdaki  ilk beyaz tel... O gün belirdi işte. O gün bugündür kadınların gün be gün büyüdüklerine inanmıyorum. Temiz yürekli çocuklarız aslında herbirimiz... Erkek insanlardan düşünemediğimiz fenalıkları göre göre büyüyoruz biz! Resmen  aldatılmıştım. Üstelik okulun kızlarını sıraya diziyordu öyle mi?  Kendi çapında Don Juan mı sanıyordu kendini? İyi huylu kız olma hususunu fazlasıyla abarttığımı anlamıştım. Öyle böyle değil!.. Körleşme bu değil de söyler misin neydi?



Öyle öfkelenmiştim ki acısını önce iyice dayak atarak kendi ruhumdan çıkarmak istedim. İşe yaradı. Uzun zamandır beynimin karanlık odasında gizlediğim şirret yanım tüm cazibesiyle yeniden hortladı. Bu çocuğun foyasını açığa çıkarmazsam,  okuldaki beğendiği kızları ne idüğü belirsiz  büyüsüyle ele geçirip harem kurmaya niyetliydi besbelli. En şirret halimi takındım. Kafam kendi emrine girdi ya birdenbire çarkları hızla dönmeye başladı. Zeki Ökten'in Boşver Arkadaş filmindeki Tarık Akan'la Semra Güneri arasında geçen o muhteşem replikleri hatırladım. Bu kez rolleri değiştirecektim. Öyle olması icap ediyordu çünkü. Tarık Akan'ı kadın versiyonunu ben oynamaya niyetlendim. O kim mi olcaktı?  Kendisi bilmeyecekti ama Selma Güneri rolünde olacaktı tabii! Bunu akıl ettiğim an öpebilsem kendimi alnımdan öpecektim. Nananommm... Pazartesi günü geldi çattı. Süslendim püslendim.  Ninja misali, tepeden tırnağa kapkara giysilerimi giydim. Öğlene doğru okula gittim. Bizim grup, Don Juan'ı  aralarına almışlar yemekhanede oturuyorlardı. Öyle bir dalmışlardı ki muhabbete... Şeytani fikirlerimle cehennemin kapısından içeriye süzülüverdim. Hayır, anlamıyorum...  Sadece kızlar değil erkekler de onun ağzının içine bakıyorlardı... Kesin gizli büyücüydü o... Kafamı bunlarla daha fazla bulandırmadım. Hemen "Selam" deyip boş bulduğum bir sandalyeye uzandım.  Hatır sormalar filan... Derken kalkıp yanıma geldi. Kolunu şefkatle omuzuma attı. Usulca eğilip kulağıma "Nazlı kız! Hafta sonu telefonlarıma neden cevap vermedin. Seni çok özledim." dedi.  Gereğinden fazla abartarak şımarık bir eda takındım. "Ay ciddi misiiin? Çok tatlı çocuksun vallaaa" dedim. Sonra ayağa kalktım. Ben ayağa kalkınca o da ayağa kalktı. Allahım eskiden gözüme ne kadar uzun görünüyordu!.. Meğer  kısaymış. Boyu ancak benim kadar filandı. Halimde bir tuhaflık vardı var olmasına ama... Çözemiyordu. Felfecir okuyan soru işareti dolu pörtlek gözlerle yüzüme baktı. (Daha önce bu gözler bana nasıl manalı görünürdü...) Gözlerine  fazla dalmadım. Hemen film çevirmeye başladım...



Herkes duysun diye sesimi yükselterek... "Özür dilerim. Cuma gününden beri hiç görmedim seni. Telefonlarına da cevap vermedim. Çünkü sen haklıydın. Hep tuttum kendimi sana karşı. Çok kısa bişey soracağım. Sen de öyle cevap ver olur mu ?" dedim.  Şaşırdı. Sesimi duyan yemekhanedeki herkes bize baktı. Kararlıydım. Sonu ne olursa olsun ağzının payını verecektim. Sinirlendiğim zaman üst dudağım titrer. Oram kaşınıyormuş gibi elimle dudağımı örterek yüzümü şirinleştirdim. Ne olduğunu anlayamadı. Benim şirret halime hiç denk gelmediği için gönül rahatlığıyla muzurca  gülümsedi. "Peki, bekliyorum. Sor." dedi.  Ortalık tam manasıyla sessizliğe bürünüverdi. Yüzümü daha da yumuşattım. Kamu aleme ifşa edercesine sesimi iyice yükselterek... "Sana olan gerçek duygumu dinlemek ister misin?" dedim. Sahnede sanat icra eden tiyatrocu ayağına yattı. Olanca kendine güveniyle etrafına zaferle baktı. "Evet, isterim." dedi. Tarık Akan'ın filmdeki sözlerini ezbere biliyordum. Aynen söyledim...  "Seni çok seviyorum inan bana. İster misin sevgimi?" dedim. Güldü. Galiba kafa yaptığımı sandı. Elini kalbinin üzerine koydu. Sesini romantik ayara akortladı. Gözlerini süzerek hicranlı hicranlı bana baktı... "İsterim. Bütün kalbimle!" dedi. Egosunun tavan yaptığını söyleyebilirim. İyice mayışmıştı. Bir kız yemekhanenin ortasında ona aşkını ilan ediyordu... Adına bundan daha hoş reklam olabilir miydi?  Gözlerimi kısarak tiksintiyle inledim. "Bilirim. Çok şey istersin sen!" dedim.  Artık onu iyice şaşırtmaya sıra gelmişti. "Anlamadım." dedi.  "Mesela beni istersin. Okulun bütün kızları sana aşık olsun istersin. Seni sevenlere ihanet etmek istersin. Sen gelecekte karına da ihanet etmek istersin. Ama aslında bi tek şey istiyorsun sen. Şimdi onu veriyorum sana ..." dedim. Dehşet dolu gözlerle bana baktı.  Hiç duraksamadım. Aynı filmdeki gibi  suratına hakettiği şiddette "şraaaaakkk" diye  bir tokat attım. Kendi etrafında 360 derece döndü. Tam yere düşecekken kolundan tuttum. Kaldırdım.  Boş olan sandalyeye  oturttum. Usulca kulağına en bilindik klişe sözü söyledim. "Her kuşun eti yenmez!" dedim. Onu olanca şaşkınlığıyla oracıkta bıraktım. Çantamı  kaptığım gibi yemekhaneden fırladım. Dışarıya çıktığımda sonbahar ayazı yüzümü sardı. İşini tamamlamış sigortacı sevinciyle ıslık çalarak  hayata daldım.


Balkondayım... Boşver Arkadaş'ın film replikleri işime yaramıştı yaramasına ama... Okula tekrar gittiğimde  hangi filmi çevirmem gerektiğini düşünmeliyim... Bütün gece var  önümde... Az önce bir rüzgâr geçti  gözlerimden... Uzattım elimi yetişemedim...



darkwood

Bunları okuyunca nedense aklıma eski Türk filimleri geldi.
Hey gidi günler hey.  :D
Darkwood Sakinleri..

Hayal Kahvem

Selam Darkwood, zaten Türk Filmi içinden uydurma bir öykü denemesi geçirdim  ;)

Hayal Kahvem



Üniversiteyi kazanıp bizim kasabadan uzaklaşmayı nasıl istiyorduk anlatamam.  Akrandık. Amcamın kızıydı Asiye. Yalanım yok, lise sonda harbiden ineklemiştik. Amcam ve babam bana öyle geliyorki doğduğumuzdan beri beynimizi yıkamışlardı. Ya onların bellediği İstanbul'daki en iyi üniversiteyi kazanacaktık. Ya da  taliplerimiz arasından seçeceğimiz bir kocaya razı olacaktık. Yaparlardı inanki... Bizim sülalede bizden büyük ablaları liseden sonra teker teker evlendirip, ertesi yıl çoluğa çocuğa karışmalarını becermişlerdi. Asiye'yle hep aynı sınıftaydık. Evlerimiz zaten karşılıklıydı. Ya ben onlardaydım ya o bizde. Aynen babannem gibi.  Babannem de iki oğlunun evi arasında gidip geliyor, canı ogün kimde kalmak istiyorsa orada kalıyordu. Arada bize  takılmadan edemezdi. "Kizlar, siz bağa sorarseniz, bu okuma işlerini pirakun!" diyordu. "Doğurin birer uşak sevin. Yaşiniz epey oldi. Zaten, gençluk bir atmaca kuşidur, gelur, geçer... Anlamazsuniz oni... Birgün benum gibi kocayacaksunuz, o okuduğunuz kitaplar, biturduğunuz okullar hep kalacak o yanda, yaninuza sade kalacak uşaklarunuz." derdi. Kıkırdardık Asiye'yle. Ne diyelim? Babannemi kıracağımıza kafamızı kırardık icabında... Gönlü hoş olsun diye... "Tamam babanne" derdik tabii.  Asiye'yle tam kafa dengiydik. Tamam küçük bir çevrenin, dar görüşlü bir ailenin içinde bunalan kızlarıydık ama. Hayat bazen vermek ister ya aldıklarını. Mucizeler tükenmiyordu işte. Şimdi düşünüyorum da feleğin tam bir kıyağıydık birbirimiz için. Dostluk güzel bir şeydi. O çok hassas ve kırılgandı. Ben ise vurdumduymazdım. Karşımdakinin hassas yönünü keşfedince, üstüne üstüne gitmekten haz alırdım. Benden epey çekmişti Asiye yani. Arada dudak büker "Bu huyumu değiştirecem, seni üzüyorum" derdim. Her seferinde "Sakın değişme. Sen hep böyle kal." diye cevap verirdi. Erkekler benim için tam bir baş belası anlamına gelirken, Asiye ise kalbini hoplatan her erkekten kolaylıkla etkilenir, platonik aşk acısı çekmeye bayılırdı. Ben  sinemayı çok severdim. O daha çok şiirleri ve öyküleri... Evdeydik, gözlerinin önündeydik ve iyi öğrencilerdik ya, büyükler pek karışmazdı bize. Özellikle tatillerde, sabaha kadar film seyreder, kitaplar üzerine muhabbet ederdik. Bazı filmleri döne döne seyrettiğimiz için repliklerini ezberlerdik. Futbolla aramız olmamasına rağmen, Serdar Akar'ın Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı filmine bayılırdık mesela. Film futbolla ilgili görünse de içinde hüzünlü aşklar, emsalsiz dostluklar vardı. Niye bu filmi misal ettiğimi anlatacağım az sonra... Efendime söyleyeyim neticede... Son sınıfta bizim lisenin rehberlik öğretmeninin desteğiyle biz bi asıldık derslere tamam mı? Asiye'yle tam bi takım ruhu içerisinde planlı programlı ders çalıştık. Ne vardı? Aynı hamilelik gibi, diyorduk... Hayatımızın dokuz ayında dünyayla fazla irtibat kurmayıp kendimizi derslere adayacağız. Sonraaaa... Nurtopu gibi bebeğimizi elimize alacağız. Yanii... Ver elini İstanbul... İster inan ister inanma, becerdik bunu... Birlikte becerebildik. Bizde bir takım ruhu vardı çünkü.  Ne vakit üniversite sonuçları elimize geldi... Boğaziçi'ni kazanınca... Babam ve amcam küçük dillerini yuttular  tabii...  Yırtmıştık...Nanananoomm... Bize İstanbul yolu göründü.




Aşıktı bizim Asiye gene. Bu kez fakültenin en bohem hocasına aşık olmuştu. Karşıdan eriyip kendini bitiriyordu. Gözüne girmek için ne projeler üretiyordu. Ama nafile. Hocanın gözü tabii ki Asiye'yi görmüyordu. Yirmibeş yaş büyüktü bizden. Olacak iş miydi? Zaten bir sevgilisi olduğunu duymuştuk. Asiye mail adresini edinmiş, duygularını ayan beyan ilan etmişti.  Ar duygularını askıya almış, bıkmadan usanmadan romantik mailler döşeniyordu. Hoca hiç cevap vermediği gibi, derslerde Asiye ile göz göze gelmemeye gayret ediyordu. Bunun bir çocukluk olduğunu düşünüyor, sonunda Asiye'nin yazmaktan bıkacağını biliyordu belki kimbilir? Belki Asiye gibi başka hayranları da vardı. Hiç cevap vermemek en doğru durumdu belki... Ama bizimki asla pes etmiyordu. O gün duyuru tahtasında hocanın nikah davetiyesini  gördüğümüzde... Asiye'nin suratındaki ifadeyi ömrüm oldukça unutamam.  Asiye "İyi değilim." dedi. Eve gitti. Böyle durumlarda insanları acıları ile baş başa bırakmak lazım. Ben acıların paylaşılarak dağılacağını düşünenlerden değilim ne yazık ki... Sırt sıvazlamak, avutucu sözler garip ve kifayetsiz gelir bana. Kendisi aşmalıydı bu süreci ve içinde küllemeliydi bu platonik aşkın acısını... Ama iyice uzatmıştı. Bir hafta odasından çıkmadı. Ağlıyordu çoğu zaman. Odasına bıraktığım yemeklerin ucundan alıyordu, o kadar. Bu kadarı fazlaydı artık. Kendine gelmeliydi. Kapısını açtım. Günlerdir üzerinden çıkarmadığı pijamalarıyla yatağına uzanmış, gene ağladığını görünce... İşte tam o anda Serdar Akar'ın Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı filminde, Savaş Dinçel ile Erkan Can arasında geçen  muhabbet aklıma geldi. Bu kadar mı denk gelirdi? Asiye'yle en sevdiğimiz filmlerden biriydi. Kimbilir kaç kez izlemiştik. Futboldan pek anlamıyorduk ama bu film futbolla ilgili olmasına rağmen bayılarak seyrettiğimiz filmlerin başında gelirdi. Asiye Galatasaray'ı tutuyordu sözüm ona... Kalecisi kim diye sorsan bilmezdi. Biri eskaza bana hangi takımı tuttuğumu sorsa... Bu filmin etkisiyle  "Esnafspor." derdim. Filmi bilip cevabımı duyanlar vaziyeti çakar, gülerlerdi. Bilmeyenler de kafa yapıyorum sanırlar gene gülerlerdi. Bu filmde mahalle sakinlerince kurulmuş amatör bir takım vardı. Takımın adını Esnafspor koymuşlardı.  Ne güzel filmdi  sahiden. Her izleyişimizden sonra, yüreğimizde dipten giden incecik bir sızı biriktirirdi. Filmin en baba repliği "Futbol  fena halde hayata benzer." di. İşte o anda en can dostumu, sevdiği takım küme düşmüş  fanatik taraftar gibi hayata küsmüş yanımda ağlıyor görünce, dayanamadım bu filmi çevirmeye başladım..




Odasına girdim. "Naber?" dedim. Yatağının  ucuna oturdum. "Sen mi geldin?" dedi. İki elini yatağa dayayarak doğruldu. Ayaklarını sarkıttı. Yancağızıma oturdu. Hıçkırarak ağlamaya başladı. "Niye böyle oldu? Ben çok sevmiştim. O kadar mail gönderdim. İnsan bir cevap yazar, öyle değil mi? Sorarım sana, benim günahım ne?" dedi. "Bak gülüm" dedim. "Belli olmuyor ama benim bir tek kulağımın arkası kaldı. Artık acı çekmekten ve  acı çektirmekten zevk almamayı öğrendim. " dedim.  Bir şey söylemeden dinledi. Hafifçe öksürdüm. Boğazımdaki gıcığı temizler gibi yaptım. Sözlerime haldığım yerden devam ettim... "Sevgililer... Hehh..  Bizim olanlar ve olmayanlar... Hepsi iz bırakır. Ve bazı izler şimdi seninki gibi çok derinini  çiziyor. Hepsi kalır. Ama inan bana, yeni izler de olacak." dedim. Bu niyazlarıma paralel bi tepki bekliyordum beklemesine ama nafile... Her nefeste çifte iç çekip ağlıyordu. Dalgın gözlerini dikmiş, salladığı ayaklarına bakıyordu. Ne yapayım yani? Başlamıştım artizliğe bi kere... Sözlerime kaldığım yerden devam ettim... "Yaşlıları düşün." dedim.  "Sanki herşeyi bilirlermiş gibidirler. Ama öyle değil.  Ne kadar acı çekersen çek şunu hiç unutma çizilecek bi yer hep vardır ve çizecek bi yer." Sustum. Derin nefes aldım. "Ressam olur insanlar başkalarının kalbini kazıya kazıya... Ya da resim olurlar senin gibi kazına kazına..." dedim.  Başını yerden kaldırdı. Yüzünü bana döndü. Gözlerimin içine, ama bana baktı. Gülmeye başladı. Gülerken gözlerinden gene pıtır pıtır yaşlar akıyordu. Nihayetinde çakmıştı  ne yapmak istediğimi... Film çevirdiğimi... Onu avutmak için dar alanda kısa paslar verdiğimi... Sonunda pası kaptı... Erkan Can'ın filmdeki cümlelerini aynen söylemeye başladı "Beni çok kazıdılar abla. Ama altından sarı yeşil çıktı..." dedi. Güldü. Ben de güldüm. Beraberce hem güldük  hem ağladık biz. Devam etti... "Sen demiştin ya, hani sonbaharda çamların arasından görünen yaprakları sararan çınar ağaçlarına bakıp "işte bizim takım" demiştin." dedi. Aynı Savaş Dinçel'in oynadığı Hacı rolünün hakkını verdim...  "Evet kardeş, biz seninle bir  takımız. Hep yeşil kalan çamlar ve hep sararan çınarlar." dedim. Onu omuzlarından tutup kendime çevirdim. Başımı  başına dayadım.  Sesimi buğulu tona akortladım. "Hayatta yeşil de kalmak var sararmakta. Dağın  rengi bunlar dağın rengi. Haydi sil gözlerini güzelim. Bu kadar diyet yeter." dedim.


Şimdi anlatıyorum ama bu olayın üzerinden yıllar geçti. Üniversiteden sonra Asiye'yle yollarımız ayrıldı. Evlendi ve Barselona'ya yerleşti. Aile kurdu. İki uşak doğurdu. Sanırım ben kaybedenler kulübündenim. Kariyerle birlikte ilişkilerimi sürdürebilmeyi, çocuk yapmayı beceremedim. İlk gençliğim hep yarışmakla geçmişti. Sonrasında, sanırım... Hiçbir şeyin bana sahip olmasına izin vermedim. Belki toplumun baskılarına bir tepkiydi yapmak istediğim. Neyse... Az sonra onu karşılayacağım. O gün bu film muhabbeti işime yaramıştı yaramasına ama... Asiye'yle karşılaştığımızda hangi filmi çevirmem gerektiğini düşünmeliyim. İki saat var önümde...  Az önce bir rüzgâr geçti  gözlerimden... Uzattım elimi yetişemedim...


NOT: Bu öyküyü yazarken esinlendiklerim...
http://osahne.blogspot.com/2011/11/son-mektup.html
http://ocerencan.blogspot.com/2011/07/gaybana-diyalog-i.html?utm_source=BP_recent
http://osahne.blogspot.com/2011/11/bazen.html




BAHADIR

Hani bilmesem sizin yazdığınızı, İbrahim Sadri yazmış derdim...
Vurgular ve zaman kipleri nedense çağrışım yaptı...
Belkide İbrahim Sadri okuma iştahım kabardı... ;)

Hayal Kahvem

 ;D

Bu yorum bana iyi geldi. ;)

Bahadır daha dün bir bu gün iki.. Haydi üç diyeyim.. Filmlerin içinden öykü geçirmeye çabalıyorum..
Bakalım ne zaman alay konusu olacağım diyordum..   
Teşekkür ederim. ;)

Bahadır... İbrahim sadri kim sahi:)

Siz bu kadar uzun yazıyı okudunuz mu gerçekten?
Çok yazıyorum... Çokkk..
Abartıyorum hepten..
Durun ne keçi olduğumu anlattığım bir yazımı buraya alayım ben. ;)




Hayal Kahvem


Akşam eve geldiğimde son yazdığım öyküleri okudum. Kendime kızdım. Neler yapıyordum? Aklımsıra hayali  öyküler yazabildiğimi mi sanıyordum? Kim olduğuma bakmadan öykü yazmaya heves mi ediyordum? Üstelik abartarak ne çok yazı yazıyordum. Komiktim. Beyhude çabaladığımı düşündüm. Utandım hatta. İçimden çıktım. Tepeden bana baktım. Dik bir çizgiydim. Ruhumu iyice  pataklayıp ezdim. Un ufak ettim. Çizgi kafasını eğdi. Yere serildi. Gözüm beni  zar zor seçebildi. Minicik bir noktaydım sanki. O nokta  top gibi zıpladı. Kitaplıktaki narçiçeği rengindeki kitabı devirdi. Kitabı rafından düşürerek yere indirdi. Kitabın adı 227 Sayfa, yazarı ise Murathan Mungan idi. Kitap sayfaları açılmış döşemedeydi. Gözucuyla baktım. Açık kalan sayfadaki cümleler şöyleydi...

"George Bernard Show'un oyunlarından biri ilk kez sahnelendiğinde yazar 94 yaşındaymış. Geothe en büyük yapıtı bilinen Faust'u 83 yaşında yazmış. Verdi, Otello operasını bestelerken 75 yaşında imiş. Thomas Hobbes, Odysseaia'yı Yunanca aslından İngilzce'ye çevirirken 85 yaşındaymış. Plutarkhos 80 yaşında Latince öğreniyormuş. Mimar Sinan'ın Süleymaniye camii'ini 70 yaşında bitirdiğini, Antonioni, Charlie Chaplin gibi yönetmenlerin çok geç yaşlarına kadar film yapmayı sürdüklerini de bu arada hatırlayalım. 


Daha otuzuna varmadan sürekli aynı şeyleri yazıp duranları, kırkında bunayanları, ellilerinde çoktan tükenmiş olanları şimdilik anmayalım. Önümüze bakalım."


Bu yazı bana iyi geldi. Zaten bu yazısının ilk cümlelerinde yazar, sıradan görünen bazı bilgiler insanı rahatlatır, diye başlamış.  İlerleyen cümlelerinde şöyle devam etmiş:

"Gerçekleştirilmemiş hayaller, tamamlanmayı bekleyen işler, kaderin gecikmiş vadeleri, kişinin gelişimini besleyen yaratıcı kaynakları ve melekeleri tüketme korkusu diye çoğaltılabilecek bir dolu kaygı, kendi zamanının içinde ilerleyen insanın nabzında atar durur."

Dik bir çizgi olarak yerden kalktım. Gene kaygılı ama coşkulu ruhumla yüreğime balıklama atladım. Kitaba teşekkür ettim. Rafına yerleştirdim. Sağ baş parmağımı sol bileğimdeki damarımın üzerine koydum. Nabzım atıyordu. İşittim onu... "Yaz!" diyordu.  :D


NOT:  Yukarıdaki karikatür Şenol Bezci'nin bir eseridir.