Edebiyat Muhabbetleri

Başlatan V, 15 Temmuz, 2010, 22:08:56

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Hayal Kahvem


KAĞIZMAN'A ISMARLADIM NAR GELE / BU AKIL DA BU KAFAYA DAR GELE..

Tamam. Bugün erkenden  kahve molası vereceğim. Kaç gündür arazide çalışmıştım. Bugün ofisteyim. Hem kahvemi hüpletip hemde birşeyler yazmaktır niyetim. Şimdi başlığı görünce "hayrola" diyorsun değil mi?  Bu bir türkü sözü... İnan bana kaç gündür dilimden düşmüyor bu türkü. "Kağızman'a ısmarladım  nar gele nar gele/ Bu akıl da bu kafaya dar gele dar gele" Bilirim bu türküyü. Eskiden  tek kanallı televizyon zamanlarında türkü programları olurdu. Başka seyredilecek bir şey yok tabii. Karşımıza hangi program çıkarsa seven sevmeyen mecburen mecburiyetten her birini izlerdik. İyi ki de izlemişiz. Hafızamın türkü kutusuna istiflenenlerden biri olmalı ki, Haydar Ergülen'in yazısında okuyup tozlarını silkeleyip  hatırlayınca  ne yalan söyleyeyim hoşuma gitti. Kağızman'ın neresi olduğunu bilemedim iyi mi? Açtım elektronik coğrafya ansiklopedisini de sordum. "Kağızman nere?" Hooop. Cevap... "Kağızman Kars ilinin bir ilçesidir."  Geçmişte yaşayan insanlar bu kadar kolay bilgiye ulaştığımızı görseler ne kadar şaşırırlardı bize kim bilir? Kağızman'nın en çok neyi meşhurmuş biliyor musun? Balı. Evet ya! Kars balı meşhur değil midir? Meşhurdur elbette.Saf Kafkas ırkı arıları ve sadece Kağızman'da yetişen Tüteye çiçeği ve diğer çiçeklerlerden elde edilen bal, polen ve arı sütü dünyaca meşhurmuş.  İyi ama Kağızman'ın nar'ı da ünlü olmalı ki türküye konu olmuş. Ne hoş!

Şimdi ne düşündüm biliyor musun? Edebiyat sayesinde ne çok şehir ne çok ülke dolaştım. Gitmeden, görmeden gezindiğim ne çok şehir var. Misal Kars'a ömrümde bir kez bile gitmedim. Çok görmek isterim. Allahtan Orhan Pamuk'un Kar adlı romanını okudum. Bilirsin Kar Kars'ta geçer. Ve okuyunca sadece Kars'ın sokaklarında dolaşmakla kalmaz, şehrin ruhunu iliklerinde  hissededersin. İyi edebiyatın öyle bir geçirgenliği vardır ki sadece akla değil hislere de tesir eder.  Kar yağdığında Kars'ın büründüğü o şiirsel atmosferi insan orada olsa belki  hissedemeyebilir ama edebiyat oturduğu yerde hissettirir insana... Ve dahası  böyle şiirselliklerin olduğunun farkına vardırır. Ve karlı bir havada Kars'a düşerse yolum o şiirselliği arayacağıma ve  işiteceğime adım gibi eminim. İşte memleketimin taa ucunda, sınırında, kenarında bir şehir var. Kars... Kar'ı okuduğunda Kars'ın kenarda kalmış halini, dertlerini, insanlarının psikolojilerini, sevdalarını yazarın bize tuttuğu ayna üzerinden anlamaya girişmiştim. Hoş bir durumdur edebiyat yoluyla bir şehri gezmek. Gerçekten şahanedir. Sanırım edebiyat düşkünü olmam sebebiyle yeni bir şehre gittiğimde turistik yerlerden ziyade sokak aralarında dolaşmayı, şehrin kokusunu, ruhunu içime çekmeyi, salaş lokantalarında yemek yemeği, pazarlarında dolanmayı, insanlarını seyretmeyi severim. Heyy! Bir dakika.. Ben ne zaman Kağızman'dan Kars'a geldim. Aaaa! "Ben Kağızman'a dar gele" türkü sözünü nerede okumuştum? Haydar Ergülen'in bir yazısında. Kızının adı Nar'mış. Hatta kendisine Nar'ın babası diyorlarmış. Sevimli bir yazıydı. İçinde nar geçen şarkı isimleri arıyormuş. Bulduklarından bir tanesi de bu türküydü işte.  İyi ama ben bunların hiç birinden bahsetmiyecektim ki. Ah! Söyler misin? "Bu akıl bu kafaya dar gele dar gele" demiyeyim de ne diyeyim şimdi kendime? Ben.. Ben hani trenleri severim bilirsin. Tamam işte. Haydar Ergülen'in bir kitabını satın aldım. Adı  Trenler de Ahşaptır. Of! Kitapçıda bu kitabı görünce var ya üstüne atladım ne yalan söyleyeyim. İçinde tren olan herşeyi severim. Çünkü ben çocukluğumda içinden tren geçen bir şehre aitim. Bak ne öğreniyoruz. Demek ki yaşadığı şehir trenle ilgili olan bazı insanlar trenle ilgili  her şeyi çok severler. İzmit'lilerin psikolojisi böyle demek ki. İyi ama daldan dala atladım. Kitapla ilgili bir şey yazamadım. Şşşiittt! Telefon geldi.  Kahve molam bitti. İşe dönmeliyim. Allahım.. İyi ki Semih Kaplanoğlu'nun o güzelim üçlemesinden Bal'ı yazmaya girişmedim... İnan ki işim olmasa ballandıra ballandıra anlatırdım. Yooo.. Tamam. Kahve Molam BİTTİ.








Hayal Kahvem




Çok iyi hatırlıyorum. Perşembeyi cumaya bağlayan geceydi. Uyuyordum.  Gecenin sabaha yakın saatlerinde, ben diyeyim  rüzgâr sen de fırtına...  Of! Yetmedi... Üzerine patır patır çakan şimşek sesi... Uzaklarda bir yere yıldırım düşmüştü belki.  Uyandım.  Önce uykulu gözlerle yatakta oturdum. Bir süre dışarıdan gelen uğultuları dinledim. Sonra dayanamadım kalktım. Ayaklarımı sürüye sürüye yürüdüm. Balkon camını açtım. Usulca kafamı dışarıya uzattım. Ortalık alacakaranlıktı. Sadece apartmanın bitimindeki lamba, ürkek ışığıyla  sokağı aydınlatmaktaydı. İşte o anda...Sert esintiyle ağaçların  ileri  geri  sallandığı, yaprakların adeta bir denizci türküsü söylermiş gibi  hışırdadığı o loş ışıklı ortamda, birdenbire o tuhaf ağacı gördüm.  Normalde dikkatimi çekeceğini düşünmüyorum. Günde kaç kez önünden arabama biniyor ya da iniyorum. Gerçekten o ana kadar hiç fark etmemiştim. Mevsim yaz olmasına rağmen, havada  haziran'da sonbahar tadı vardı. Evet, evet. Görüntü resmen sonbaharken, sıcaklık ise sadece mevsim normallerinin azıcık altındaydı.  Öyle işte... Bahçedeki bütün ağaçlar  tepeden tırnağa yaprağa bürünmüşlerken, o koca gövdeli tuhaf görünüşlü ağacın ise  dallarından birinde bir tanecik yaprağı vardı. Tüm yaprakları dökülmüş de tek  yaprağı kalmış olamaz.  Hayır. Belki kökleri çürümüş yaşlı bir ağaç idi. Bitkin, ve yorgun bir hali vardı çünkü. Bu ilkbaharda  didine uğraşa, belki tek yaprağına öz suyunu ulaştırabilmişti. Son eseri. Kim bilir? Gecenin o saatinde hayal çarklarım dönmeye başlamıştı gene.  Birden içimi bir ürperti doldurdu. Acaba bu tek yaprağı benden başka gören kimse var mı diye etrafıma bakındım? Ya varsa? Hele hele o gören kişi... Ah! Ya hastaysa?



Biliyorum diyorsun ki "Bu anlattığın tek yapraklı ağacın ne ilgisi var  herhangi bir hastayla?"  Of! Sana bir şey söyleyeyim mi, öykü seven biri, üzerine benim gibi hayalciyse hele...  Anlasana durumu fecidir... Feci... Şimdi güzelim yaz gecesinin o vaktinde... Seyre daldığım o loş sonbahar atmosferi içinde... Bu tek yaprağı kalmış ağacı görünce, bil bakalım aklıma ne geldi ? Bilmiyorum okumuş muydun daha önce?  O. Henry'nin Son Yaprak adlı öyküsü...  Şahanedir gerçekten. Bak şimdi. Şöyle bir hikaye... İki ressam kız, genellikle ressamların yaşadığı bir mahallede bir daire kiralarlar. Birlikte oturmaya ve stüdyoya çevirdikleri evlerinde resimlerini yapmaya başlarlar. Ne yazık ki beş altı ay sonra çevrede zatürre salgını başlar. Kızlardan biri zatürre olur.  Bir türlü iyileşip toparlanamayınca, kız iyileşeceğinden ümidini keser, kendisini iyice ölmeye bırakır. Doktor en son muayene ettiğinde kızın yaşama şansının çok düşük olduğunu, çünkü kızın kendinden umudunu çoktan kesmiş olduğunu söyler. Arkadaşı üzülür ve  çok ağlar.  Hiçbir şey belli etmez. Yalnız bırakmamak için hasta kızın yattığı odaya resim yapmaya girer.  Odayı aydınlatan pencere evin avlusuna bakmaktadır. Fırtınayla karışık  sonbahar rüzgârı dışarıdaki yaprakları dökük ağacı sallamaktadır.  Hasta arkadaşı arada bir kafası kaldırıp dışarıya bakmakta ve her kafasını  gerisingeri yastığa koyduğunda bir sayı  fısıldamaktadır.  Arkadaşı merak eder. Sorar. Hasta kız ağacın üzerindeki kalan yaprakları saydığını, son yaprak düşünce öleceğini bildiğini söyler. "Dört yaprak!"   Arkadaşı bu anlamasız düşünceden vazgeçirmek için ne dese hasta kızı ikna edemez.  Elindeki resmi gösterir. "Bu resmi yetiştirip parasını hemen almam lazım. Sen camdan baktıkça ilgim dağılıyor.  Bana son bir söz ver. Ben resmimi bitirene kadar gözlerini açma." der. Hasta kız arkadaşını kırmaz, gözlerini kapar.




Ressam kız çizeceği resme  başlamadan önce, alt katta yaşayan yaşlı ressamı modellik yapması için çağırmaya gider. Bu yaşlı ressam yıllardır resim yaptığı halde, bir türlü başarılı resimler yapamamış, yoksul biridir. Arada para kazanmak için genç ressamlara modellik etmektedir. Kızın hasta arkadaşı hakkında anlattığı ağaçtaki son yaprak hikayesine çok şaşırır. Birlikte yukarıya çıkarlar. Hasta kız gözlerini kapatınca uykuya dalmıştır.  Camdan dışarıya bakarlar. Ağaçta  bir tane yaprak kalmıştır. İçleri korkuyla dolar. Çünkü feci fırtına vardır. Perdeyi çekerler. Yaşlı ressam modelliğini yapar. Evine gider. Kız resmini tamamlar. Yorgundur zaten.  Olduğu yerde uyur kalır. Sabah hasta arkadaşının perdeyi açmasını söylemesiyle uyanır. Ümitsizce perdeyi açar. İnanamazlar gözlerine. Ağaçtaki son yaprak dalda sağlamca durmaktadır. O gün fırtına ve sert rüzgâr olmasına rağmen yaprak yerinden düşmez. Ertesi gün de düşmeyince hasta kızın morali düzelir.  Kendini toparlamaya başlar. Doktor muayene ettiğinde şaşırır bu hızlı düzelmeye, dinlenip iyi beslenirse  kesin iyileşeceğini, alt kattaki yaşlı ressamın ise aynı durumda olmasına rağmen zatürreden öldüğünü söyler.  Yaşlı ressamın hastalığı ancak iki gün sürmüştür. Daha sonra öğrenirler ki hasta kızın morali bozulmasın diye evde  bir ağaç yaprağı çizip hazırlamış, o fırtınalı ve soğuk havada  gidip ağaca asmıştır. Çok ıslanıp üşüyünce yaşlı bünyesi dayanamamış ve ölmüştür. O kadar fırtınaya rağmen ağacın dalından düşmeyen ve hasta kıza ümit veren ağaçtaki  son yaprak yaşlı ressamın en son ve en başarılı eseridir.




Tipik bir O' Henry öyküsü diyorsun değil mi? Evet öyle... Bu öykü resim sanatını anlatan en dokunaklı öykülerden biri diye geçer edebiyat literatüründe... Severim ne yalan söyleyeyim. İşte tek yapraklı kurumakta olan o ağacı görünce, gecenin o saatinde hafızam bu öyküyü çıkartıp koydu önüme... Önce inşallah çevremizde  hasta kimse yoktur diye dua ettim. Sonra pencereyi kapattım. Anne sözü dinler gibi masum... Ayaklarımı sürüye sürüye uykuya dalmaya gittim. Sonbahar tadındaki bir  yaz gecesi bende haller... Böyleyken böyle.




Hayal Kahvem


Şimdi kahve molası verdim. Biraz dertleşmektir niyetim. Biliyorsun bu ay üniversiteye giriş sınavları vardı. Dün sonuncusu tamamlandı. Ne hayallerle girdiler gençler bu  sınavlara değil mi? Kazananlar sevinecek.. Herhangi bir üniversiteye giremeyenler ise... Off! Düşünmek bile istemiyorum hallerini.. Ne fena! Haydi girdin diyelim istediğin üniversiteye.. Bitirince peki.. Memlekette krizler bitmiyor ki.. Bakalım bu yıl üniversiteye giren gençlerin iş bulma dönemine hangi kriz denk gelecek? Şimdi gene aklıma Atilla Atalay düştü işte. Bilir misin "İnsan Kalma Alıştırmaları " adlı bir öyküsü vardır? Üç genç perdeleri çekmişler, mağara gibi bir eve sığınmışlar, hayatın dinmesini beklemektedirler. Çünkü üniversitelerini hayırlısı ile bitirmişlerdir bitirmesine fakat işsizdirler. Hayatın orasına burasına CV gönderip durmaktadırlar. Üç gençten Erdem daha önce ağzına sigara sürmemişken, şimdi milyon tane sigara içmektedir. Bir iş görüşmesinde İnsan Kaynakları Bölümündeki Birşey Hanım Erdem'in kravatındaki sigara deliğini farkedince, CV de yazdığı sigara içmediğine dair cevaba inanmaz. Kadını kravatı kardeşinden ödünç aldığına, hayatında hiç sigara içmediğine ikna edemeyince, görüşmeden çıkar çıkmaz Erdem sigara içmeye başlamıştır. Ve artık herşeye öfkeli biri olup çıkmıştır.

Orhan ise delice sessizdir. "Hata mesajı"yla yüklü gözlerle dolaşmaktadır evde. Sürekli bilgisayar karşısındadır. Ellerini klavyeden ayırmadan çoraplarını çıkarmayı becerebilmektedir artık. Sanki bir an gelecek "Windows Uygulaması" olarak yaşamını sürdürecektir.

Yazar ise uzaylılar tarafından kurtarılmayı beklemektedir. Bir üst medeniyetin gelerek gençleri manyak eden bu şizofren kültürün ağzını yırtacağını ve tek harekette cümle Windows uygulamalarından çıkıp televizyonları camdan atacağını düşünmektedir.




Gençler üzerinde toplum baskısı büyüktür. Bilen bilmeyen herkes çalışıp çalışmadıklarını, düğün falan olup olmadığını sorup durmaktadırlar. Her cevapta kendilerini daha başarısız, daha çaresiz daha işe yaramaz hissetirir bu sorular. İşte üniversite bitirmiş, işsiz üç genç ve tabii internetin, delirtici kırmızılıktaki perdeleri hayata çekip, eve kapanmalarının öyküdür bu... Sadece bu üç genç mi ki? Şöyle bir dikkatlice baksak ne çok böyle ev vardır kimbilir? Yazara göre bunlar bakkalların en hakiki yumurta ve makarna müşterileridir.. Eskicilerin en çok okunmuş gazete topladıkları kişilerdir.. Çapraz bulmacalar eksiksiz doldurulmuş.. Eleman arayan sayfaları delik deşiktir.. Atilla Atalay o kadar hazin anlatır ki bu hikayesinde.. Etkilenmemek mümkün değildir.

Yalan değildir ki. Yedi yaşından itibaren sürekli sınavlara girilmiyor mu? Kolejler, Fen Liseleri, Anadolu Liseleri, Üniversite... At yarışı gibi sürekli koşturuluyordu. Askere gidip gelmeden iş olmaz diyenler vardı fakat Erdem askere gidip dönmüştü işte. Haniydi peki? Zamanla işi olanlardan, sevgilisi olanlardan, gözü üstünde kaşı olanlardan, herkesten, herşeyden nefret eder bulmaya başlar kendilerini.. Neyse.. Okunası bir hikayedir ve mutlaka okunmalıdır. Gençlerin durumunu bu kadar olduğu gibi ve damardan anlatan başka bir öykü var mıdır bilmiyorum. Şu bir gerçektir ki bu öyküyü okuduktan sonra, okul bitiren hiçbir gence "iş buldun mu?" diye sormamaya gayret ettim.

Eğer ne oldu bu öyküdeki gençlerin durumu diye, öğrenmek isteyen varsa... Erdem babasından kalan bakkal dükkanını işletmek üzere Bandırma'ya gider. Orhan ise askere. Peki Yazar ne yapar? O bir yere gidemez. Henüz biz okurları da yokuzdur ortalıkta.. Oturur devrik cümlelerle bu hikayeyi yazar işte.. Cümlelerden kimini kendisi devirir.. Öyle püskürdüğü gibi kalır.. Toplamaz.. Durmadan yazar böyle.. İşte bu öyküler Atilla Atalay'ın insan kalma çalışmalarıdır.. Bu öyküleri okumak isteyen okurları için de öyle... İnsan kalma çalışmaları... Böyleyken böyle..


pizagor

Hayatı, esas gerçekliği dillendiren satırlar... Bu güzel yazı için teşekkürler sevgili Vildan Abla... Okunup kitaplığımın bir köşesine konmuş Atilla Atalay kitaplarımın yeniden güneş yüzü göreme vakti geldi artık... Hep sayende :)
İlk Biriktirici... Vampir Dişçisi... Huysuz İhtiyar... KRONİK İTTAPAR!!!
Hayat sana sokak hayvanlarına davrandığın gibi davransın!


HacıGeraltEmmi

Yurdumun gerçeği. Hava hüzünlü bu mevsim gene. Ve her mevsim olduğu gibi... >:(

Hayal Kahvem


Selam Pizagor, Atilla Atalay kitaplarının arkasına saklanan o hisli ve ciddi öyküleri var ya... Her biri ilaç niyetine draje draje içilesi etkidedir. Benim için bırak baş ucu öyküler olmasını, kalp içi öykülerdir:) Arada okumasam var ya... Of, hasta olurum hasta:)) Öyle böyle değil... Okunmalı illa...

Hayal Kahvem

Selam Designer73, Ne demiş şair "Hüzün ki en çok yakışandır bize..." Biz hüzün, efkar seven bir milletiz.
Zaten "efkâr" için Türkçe bir kelime olduğu, başka dilde karşılığı olmadığı söylenir:)

Orhan Veli haybeye söylememiş...

"Yola çıkar, efkarlanırım.
Ne olacak bunun sonu, bilmem.
"Kazım'ın" türküsünü söylerler,
Üsküdar'da;
Efkarlanırım" diye...

Bak şimdi  Kazım'ın türküsünü söylerler efkarlanırım demiş ya misal... Kazım Koyuncu'dan bahsetmemiş elbette...
Ama şimdi biz Kazım Koyuncu'nun sesinden "Hey gidi Karadeniz.. Doldu da taşamadı.. Etmiyelum sevdaluk.. Edenler yaşamadı.. Ha bu akan dereler denizlere dolacak.. Söylasana güzelum sonumuz ne olacak.." türküsünü dinlesek..
Of, nasıl hüzünleniriz... Nasıl efkarlanırız öyle değil mi? Başka milletten biri bizim gibi hislenip efkarlanabilir mi?
Yoo.. Mümkün değil....  Bunu düşünmek bile insana yaşam şevki veriyor... Yurdumun gerçekleri... Ve güzel yurdumdan hisli insan manzaraları  ;) Atilla Atalay'da memleketimin hisli ve güzel insanlarından  biri...  :)




Hayal Kahvem

"KİLO TERÖRÜ" İLE MÜCADELEYE DAVET!




Geçen yıl Pera Müzesi'nde Kolombiyalı ressam Fernando Botero'nun  resim sergisi vardı. Ne yazık ki  bir türlü denk getirip gidememiştim. Oysa o kadar görmek istiyordum ki. Bana göre Botero yüzyılımızın en anarşist kişisidir. Vee.. Ben var ya ben... Botero'nun en büyük destekçisiyim. Niye mi?   Biliyorsun, pek çok terör çeşidi var.  Günümüzün en önemlil terör çeşitlerinden  biri  "Kilo terörü"dür bence. Diğer tüm terör çeşitlerini kınadığım gibi, kilo terörünü de nefretle kınıyorum. Bak şimdi...  Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla karşılaştım sözgelimi... Selam sabah, hoş beşten sonra muhabbetin mecrası ne tarafa kayar? Kilo durumlarına tabii... "Ayy, şekerim kilo mu almışsın ne? Gamzen kaybolmuş yeminlen!" demez mi? Hoppala! Arkadaşım sana ne değil mi? Sana ne? Belki aldırdım gamzelerimi... Sana bu mu dert oldu şimdi? Hem ömrümde benim gamzem falan olmadı ki! İyi de, niye izah ediyorum sana  illa ki!! Böyle işte... Eğer benim gibi iştahlı biriysen, hele kilo almaya meyilliysen, bir de üstüne yemek yerken kalori hesabı yapmaktan nefret eden bir bünyeye  sahipsen, gören sana da sık sık böyle münasebetsizlik eder. Söyler misin  şimdi bu  yapılan muamele terör değil de ne? Bu duruma derhal bir son vermeli. En azından karar verip kimseyle kilo muhabbeti etmemeli. Manken bedenlileri değil de şişmanları sanat yapanlar bu durumda tabii ki baştacı edilmeli... İşte Fernando Botero'yu çok severim. Nasıl sevmeyeyim? Sanatçının çizdiği hep şişman figürler. Sadece çizmekle kalsa iyi.. Bir de demiyor mu "Şişman güzeldir," diye.. Ben Fernando Botero demiyeyim de ne diyeyim? Bak, bir kaç resmini koydum eke... Kilo terörü konusunda lütfen beni destekle, e mi? Düşünsene... İsteyen istediği kiloda olsa hayat bayram olmaz mı? Kilo almayayım diye lokmaları boğaza dizmenin gereği var mı? Hem herkes sıska manken gibi olmak zorunda mı? Of ya! Kilo terörü ile mücadele!!! Fernando Botero gibi kiloyu sorun etmeyenleri de her daim destekle! Kilo terörü ile mücadeleye davet demiştim ya... Bu işte:)





Hayal Kahvem




İçinde abartı ve fantastik barındıran her şeye meyleden bünyem, Kolombiyalı ressam Fernando Botero'nun resimlerini görüp kayıtsız kalamazdı elbette. Botero'nun günümüz estetik anlayışına yeni  yorum getiren bir ressam olduğunu düşünüyorum.  1932 doğumlu olan Fernando Botero'yu  boğa güreşi tutkunu olan dayısı on iki yaşındayken boğa güreşi okuluna göndermiş.  Ancak çok şükür ki Botero matador resimleri yapmayı tercih etmiş.  Kayıtlı ilk resmi de bir sulu boyaymış ve resimde bir matador varmış. Boğa güreşinin nasıl olup  da  bir spor diye kabul edildiğini anlayamam. Vahşetin resmen daniskasıdır.  Bizim memlekette yapılsa, kesinlikle dünyada yer yerinden oynardı. Vahşi Türkler derlerdi de vallahi cümlemizi taşlarlardı. Botero'nun boğa güreşi, arena ve matadorlarla ilgili pek çok resmi var.  Şimdi Botero'nun boğa güreşleriyle ilgili resimlerini Hayal Kahvem'e ekleyeceğim. Ben yıllar önce  boğa güreşlerinin simgesel bir öyküsü olduğunu duyduğumda çok şaşırmıştım. Bilmiyorum sen biliyor musun?  Az önce kahve molası verdim. Hem kahvemi hüpletip hem  romantik bir öykü anlatacağım. 

Boğa, gençliğinin baharında her gördüğü güzele gönlü kayan genç bir delikanlıyı simgeliyormuş aslında. Matador ise kadını...  Bilirsin, boğa sürekli matadorun peşinden koşar... Kovalar babam kovalar... Kafasını eğip, boynuzlarını geçirmek için matadorun etrafında dört döner.  Matador ise -yani kadın-, darbeleri yemeden, elindeki kırmızı pelerini sallayarak  "oooleeeeyyyy!" diye boğayı savuşturur. Bu arada matador, boğaya küçük küçük oklar saplar. Elindeki kırmızı pelerini sallayarak boğayı öfkelendirir. Boğa iyice köpürür tabii. Bir öncekinden daha sert saldırır. Ama matador her defasında hem küçük okları boğaya saplamayı hem de ustaca kaçmayı becerir. Bu küçük oklar erkeğin kadına her defasında daha fazla bağlanmasını simgeliyormuş. En sonunda boğa  artık yediği oklardan ve koşturmaktan yorgun düşer.  Gerilir... Gerilir... Ayağını yere sıkı sıkı vurarak sözüm ona matadoru korkutmayı ve matadora doğru koşup son hamlesini denemeye kalkar ki.... Nanananooommm...  Matador ani bir kılıç darbesiyle maalesef boğayı öldürür. İşte  boğanın bu şekilde ölümü neyi simgeliyormuş biliyor musun? Evliliği simgeliyormuş. Yani erkeğin ölümünü.  Bilmiyorum yani... Bu bir metafor tabii... Ben anlatanların yalancısıyım ama boğa güreşlerinin asıl öyküsü böyleyken böyleymiş işte... Fernando Botero'nun resimleri eşliğinde metaforik bir öykü dinlediniz:) Oleeeeeyyy!







Hayal Kahvem


"Yok!"  dedim.  ""Dokunmayın bana.. Rahat bırakın!" modundayım. Aman diyeyim.  Sakın bulaşmayın." Böyleyim işte.  Olur bende bazan böyle haller. Dellenme emareleri ya...  Bilenler bilirler.  Üzerime gelmezler. Elleşen delikdeşik kalabilir çünkü. Bugün yalnız kalasım vardı. Atladım arabama. Köyün köyündeki eve geldim. Böyle delikdeşik deyince  Attila İlhan'ın aynı adlı şiirini hatırladım. "Kirpi gibisin çocuk... her tarafın diken... kim elini uzatsa... delik deşik... üstelik... sen de kan içindesin..."  Kimi zaman kendimi böyle delendeşen vaziyetinde hissetmemin  vardır illaki sebebi. Herkesin bir derdi var durur içerisinde misali... Sormadım kendime  nedir derdin diye... Bastım gaza... Marş marş... Dağ başındaki eve... Hiç şaşırtmadı beni.  Gene oradaydı. Bana hiç rahat vermez.  Ne vakit  kaçsam bir şeylerden ya da birilerinden. Ne vakit kendi kendimle kalmak istesem çıkar karşıma. Güya beni görmemiş havasında davranıyor... Elinde cep telefonu varmış gibi, serçe parmağı ağzında, beş parmağı kulağında konuşuyor... "Güzelim...  Ben bak ne diyürüm sena... Yehu bi dinle... Ben imar iskanda bitiririm işi... Üçe bilemedin beşe, biter gider... He! He gözüm... Mesele o diil şimdi... Ya bi dinle kurban olum yaa... Usul usul diyörüm bak... Adamları gıllandırmadan... Ehe hehohoğ..." Az ilerde bahçe çitlerinin yanında müteahhid kılıklı bir adam var. Onun taklidini yapıyor. Sıkıntılı gördü ya beni  aklısıra güldürmeye çalışıyor Ayakkabılarımı fırlattığım gibi kendimi eve zor attım. Terliklerimi ayağıma geçirdim. Peşim sıra geldi. Ben önde o arkamda salona doğru yürüdük.  Kış başından beri kapalıydı ev. Koltukların üzerinde beyaz beyaz örtüler... Hiç ellemedim ne yalan söyleyeyim.  Birine oturduğum gibi ayaklarımı koltuğun yanından sarkıttım.



Sol kaşımı kaldırıp en haşmetli bakışımla suratına baktım. Dedim: "Selamsız köyünden misin? Selam etmeden elalemin adamını taklide giriştin. Hem ya duysa... Kendisiyle dalga geçildiğini anlıycak. Zaten canım sıkkın. Yok yere kavga mı ettirecen?"  Her zamanki gibi aldırmadan muzurca gülümsedi. O kadar umarsız ki... "Peki ciğerim" dedi, elindeki düşsel cep telefonunu kapatırmış gibi yaparak... "Aaa kıza bak, ciddi sinirlendi." dedi. "Hocam sen çeşit misin yaa, noolmuş iki dakka makara yaptıysak elin takozuyla, farkına bile varmaz o. İş bağlamakla meşgul amcam... Dolar üzerinden marg üzerinden meşgul." Karşıma oturdu."Şimdi sen kahve içmek istersin biliyorum ama boşver kahveyi mahveyi, ıhlamur içelim." dedi. "Sakinleriz."  Sanırım ıhlamur lafına sinirim bozuldu, elimde olmadan güldüm. "Haa şöyle açıl biraz... İcabında bende daha ne numaralar mevcut" dedi. Ihlamur içmedik tabii. Kahve üzerine kahve içtik. O mütemadiyen konuştu. Ben sessizce dinledim. Para kazanacam diye küçük hesaplar peşinde koşanların gülünç hilelerini , irili ufaklı dolap çevirmeye kalkıp yüz yüze gelince hiçbir şey olmamış gibi şirinlik sergileyenlerin vaziyetlerini, taklitlerini yapa yapa saatlerce anlattı.  Bana öyle geliyor... Bu kız beni de acayip taklit ediyordur şimdi. Arabama olan düşkünlüğümle maytap geçiyo  olabilir mi? Kahve içerken her seferinde sanki kahveyi ilk kez tadıyormuşum gibi  yüzümün aldığı o şaşkın ifadeyi; kesin kapmıştır o hareketimi, gizliden yapıyordur...  Deli ya...



Sustu sonra... İyiden iyiye mahzunlaştı... Dalıp gitti... Konuşsun istedim... "Zor be hoca" dedim.... "İçten içe kızgınsın sanki... yani, sen böyle olursa... Nefret edersin... Sen şimdi sevmiyor musun bu insanları, oldukları gibi yani" Aslında bunları söylemek istemiyordum ama, buna benzer şeyler çıktı işte ağzımdan.... "Nefret mühim bir mevzuudur." dedi... "Bazı şeylerden nefret etmeyi unutmamalı insan kişi... Ben senin dediğin anlamda insan sevmeyi televizyon sunucularına bıraktım... Onlar benim yerime seviyo herkesi... Kendimi kaptırıp olan bitenden nefret etmeyi unutucam diye ödüm patlar benim... Hem severim onları... İnsanları yani... Kaptırıp gitmeyenleri..." Sustu...  "Ağır konuştun kız" dedim... "İş felsefeye girince senin yaptığın kallavi bi laf esprisi vardır hani... Sokrates ne demiş, sok ve rahat et... Takmayacaksın, tak açacaksın."... Kendinden arakladığım laf esprisine gülmedi... Anlıyordum, kendini yalnız hissediyordu... Bildiği tüm öykülerin içinde kendisine yer bulamıyordu belki... Gerçekten anlıyordum... Başını öne eğdi. "Kahve çarptı galiba" dedim... Yorgun yorgun bakarken aniden yüzü tuhaf bir şekilde şaşkın ifade aldı... Tanıdım... Bu benim yüz ifademdi, hani her kahve içişimde farkında olmadan yaptığım mimikler serisi... Güldüm... Sonra ben de cebimden düşsel bir cep telefonu çıkarıp tuşluyormuş gibi yaptım... "Senin  telefon çalıyor duyuyor musun?" dedim. O da telefonu açtı, eli kulağında "Buyur ciğer" dedi.... "Moruk" dedim... "İyi oldu seni gördüğüm... Sıkılınca yine ara... Cep telefonum sende var... Hadi ben kaçıyorum." Sonra telefon taklidini filan boşverip, "Sen en iyi arkadaşlarımdan birisin, aman deyim, kendini üzme" dedim... Söylediklerimi aynen benim şaşkın yüz ifademle ve sesimle tekrarladı...



NOT: Gene bir Atilla Atalay öyküsüyle oynadım...  Yazar affetsin beni, Civciv Kutusu adlı kitabının arka sayfalarına  sakladığı  o çok sevdiğim  "Kan içindesin..." adlı öyküsünü kendime uyarladım. Koyu cümleler öyküye aittir. Kendimi kaptırıp olan bitenden nefret etmeyi unutucam diye ödüm patlamaya başlayınca, bu öyküyü okumak ilaç gibi gelir. Çünkü yazar bence çok haklı...  "Bazı şeylerden nefret etmeyi unutmamalı insan kişi..."


darkwood

Kişinin nefreti yenebilmesi için, önce onu tanıması, her şeyini ortaya koyup onun ile yüzleşmesi gerekir. Yazar bunu iç dünyasında başarılı bir şekilde anlatmış.
Vildan hn. bu işinde sonunu yine kahve muhabbetine bağlayınca orta şekerli bir öykü ortaya çıkmış.  8)
Darkwood Sakinleri..

Hayal Kahvem

Selam Darkwood,
Bazan hayat insanın üstüne üstüne gelir... İş hayatında  veya yaşam içinde denk gelinen  ucuz hesaplar, çelmeler, 
yüze gülüp arkadan pazarlıklar, haksızlıklar, denksizlikler yaşanır kimi zaman... Bilirsiniz...

Bir bakarım ki bunlar artık bana normal hatta doğal gelmeye başlıyor...  Öylee... Seyrediyorum ama bir şey hissetmiyorum misal. Ya da denk geliyorum ve gülüp geçmeye başlıyorum...

Hatta normal oldğunu kabul ettikçe "niye olmasın, aman ne olacak ki" diye aklımdan bir an bile olsa geçirmeye başlıyorum. İşte bu durumumu hissettiğimde, tepkisizleşmeye başlayacağımdan korkuyorum ve kendi kendimle  kalmak amacıyla kaçıyorum sahiden herbişeyden.. ,

İşte o kaçışlarımda gene kendime denk gelirim...  Karşılıklı kahve içer, dertleşiriz:))
 
Atilla Atalay'ın bu öyküsü yalnız olmadığımı, başkalarının da  benimle müşterek duygular paylaştığını düşündürür...
Ve sevindirir...

İlk mücadele insanın kendisiyle elbette... Önce kendi çaparizlerimi düzeltmeliyim...

Ayrıca nefret etmek kötü bir şey değildir. Hırsızlardan, arsızlardan, haksızlık yapanlardan, emek sömürenlerden tabii ki nefret edeceğiz... Sonra..... Uzatmayayım...  Böyle öyküler okumak iyi geliyor bünyeme:)


Hayal Kahvem



Şu yukarıda gördüğün fotoğraf var ya, Kolombia'nın efsanevi kalecisi Higuita'ya ait.. 43 yaşında jübilesi yapılan Higuita, işte böyle yarı parende atarak gol kurtarmasıyla meşhurmuş. Bu gol kurtama tekniğine de "akrep vuruşu" deniyormuş.. Diyeceksin ki: "Hani futboldan anlamazdın.. Bu anlattıkların ne şimdi?" Haklısın.. Futbolla uzaktan yakından ilgim yok gibi görünsem de, ilgi alanım geniş, meraklarım muhtelif, dikkatim dağınık ve bilgim yarım yamalak olduğu için futbol da ilgi alanım içine giriyor.. Ve takdir edersin ki futbol hakkında da yarım yamalak şeyler biliyorum.. Maç seyretmek, kurallarını öğrenmek, takımları takip etmek falan derdinde asla değilim.. Anlatmak istediğim bu değil zaten.



Ben futbol oyununa değil, milyonlarca insanın gözlerini ayırmadan futbol seyretmelerine ilgi duyuyorum.. Mutlaka bir cazibe olmalı futbol oyununda öyle değil mi? Çünkü tanıdığım çok akıllı ve zeki insanlardan kimileri, biliyorum ki futbolla yatıp futbolla kalkıyorlar.. Demek ki onların futbolda buldukları benim bilmediğim kıymetli bir şey var.. İyi bir futbolcu olmak için güçlü bir fiziğe ve kondisyona sahip olmak yeterli mi acaba? Hımm.. Yeterli değildir bence.. Ne bileyim uygun zamanlarda ilginç pozisyonlar almak, topu kime şutlarsan en doğru sonucu alabilirsini anında düşünebilmek, rakip oyunculara kaptırmadan topu kaleye sürebilmek, nasıl denir uygun çalımlar yapmak, hatta topu kimsenin düşünemeyeceği bir yere paslayıp hem oyuncuları hem seyircileri hayrete düşürebilmek için ne lazım acaba? Bunlar öğrenilebilen teknikler mi yoksa her oyuncunun kendi zekasıyla bulduğu hünerler mi?


Tam yazımı burada kesmeyi düşünüyordum ki aklımda yer etmiş bir kaç futbolcunun fotoğraflarına bakmak istedim.. Aaa! O ne? 1940 yılında doğmuş Brezilyalı forvet Pele.. İnan ki doğum tarihini ve forvet oyuncu olduğunu sanal ansiklopediden şimdi öğrendim.. Forvet nedir diye sorsan bilmem.. Hoş "Anlatayım öğrenmek ister misin?"desen.. Of! Ne yalan söyleyeyim öğrenmek istemem.. Pele'nin büyük bir futbolcu olduğunu biliyorum ya o bana yeter.. Ammaa.. Şu fotoğraftaki gol atış pozisyonuna bakar mısın? Sanat eseri gibi bir şey! Pele'yi Pele yapan farklı bir durum olmalı diye düşünüyordum ya.. Aaa! Ben bu fotoğrafı görünce hayrete düştüm.. Düşünsene maç seyrederken Pele'nin bu hareketine şahit olan seyircinin durumunu... Fotağraftaki iki oyuncunun çehresindeki şaşkınlık dolu ifadeye bir baksana.. Off! Stadyumda yer yerinden oynamıştır.. Kesin.. Of ya.. Keşke seyredebilseydim bu hareketleri.. Şahane bir şey valla!


Dur bir şey daha anlatacağım... Öyle futboldan anlamam ama futbolla ilgili anlatacak bişilerim varmış demek ki benim de. Pele'nin Amerika'da yüksek tahsil gören  bir  kızı  olduğunu duymuş muydun? Hemde  doktora tezinin konusu neymiş biliyor musun? "Bir Pazarlama Problemi Olarak Futbol: Liberal sistemde sporun demokratikleştirilmesi üzerine bir inceleme." Ve inanabiliyor musun bütün reklam şirketleri bu tezin peşine düşmüş. Bunu Gündüz Vassaf'ın Yeni Futbol başlıklı yazısında okumuştum. Ne yalan söyleyeyim çok ilgimi çekmişti. Tezin özünde kitle davranışlarının özelliştirmesi yatıyormuş. Tez, davranışlarımızdaki gizli eğilimlerin nasıl ortaya çıktığını ortaya koyuyormuş. Gündüz Vassaf'ın bu konuda anlattığı  bir örnek vardı. Bir gün üzerinde bir futbol forması olan 8-9 yaşlarındaki bir çocuğun, bakkaldan Knorr çorba paketini aldığını, açıp içindeki çorba tozunu döktükten sonra, cebinden çıkardığı çengelli iğne ile formasının tam göğüs hizasına nasıl iliştirdiğini anlatıyordu. Böylece çocuk kendini sahalardaki abiler gibi hakiki futbolcu gibi hissediyor olmalı diyordu. Oradan da sanki gönüllü reklamcılarmış gibi günümüzde nasıl ayakkabılarımızda ve giysilerimizde markaları teşhir ederek dolaştığımızı, ama pasif reklam taşıyıcıları olarak nasıl sömürüldüğümüzün üzerinde duruyordu. İbretlik bir yazıydı gerçekten.



Dur bak... Ayrıca futbolu bir ürün olarak düşünürsek, oyuncular dahil futbolun ortaya çıkmasını sağlayan herkes üretici oluyordu. Peki zavallı seyirciler ne oluyordu? Tüketici tabii.  Pele Raporu diye adlandırılan bu tezin üzerinde Amerikan ligine yatırımı düşünen herkes ilgilenmiş biliyor  musun? Kim bunlar? Sermaderlar, reklam şirketleri, TV yapım şirketleri, klup sahipleri filan... Amaçları bir ya bir araya gelip nasıl uygularız  diye kafa patlatıyorlarmış.  Hatta  sanıyorum California Liginde pilot uygulamaya bile başlatmışlar.  Yeni Futbol...  Deneyin ihalesini alan şirket önce stadı yenilemeyle işe başlamış. İstenildiğinde üzeri kapatılacak, seyirciye ev sıcaklığı ortamı sağlayacak, dileyen geniş kanepelerde seyredebilecek, oda servisi olacak, maçın tam tadına varabilmek amacıyla futbolcuların kendi aralarındaki konuşmalar dinlenecek, sahaya zoom yapacak kameralar yerleştirilecek...  Sonra seyirciyi katılımcı yapacak ve oyun gelirlerini artıracak bir çözüm düşünülmüş. Her seyici elindeki kumandadaki düğmeye basarak taraftarın seyirci ve oyun ile ilgili düşüncelerini belirtecek. 21.yüzyıl seyircisi artık yuhalamayacak, ıslık çalmayacak ya da ne bileyim anlamsız bağırışmalar yapmayacak da çift seçenekli düğmelerden birine basacak. Her takımın kulubesinin arkasındaki büyük dev ekranlarda seyircilerin tercihi yansıyacak. Kuluplere kayıtlı her seyircinin özel şifresi olacak. Şifreler ya maç başında ya da sezonluk satılacak. Böylece ek gelir sağlanacak. Ayrıca müşterek bahis sistemiyle maçta kaç gol atılacağına dair tahmin de yapabilecek seyirci. Çoğunluk bilirse az para kazanılacak, çoğunluk tahmin etmezse çok para kazanılacak. Tabii bunlar için maça ufak molalar verilecek. Bu molalarda TV şirketlerinin reklamları devreye girecek. Bu  durum seçilen pilot bölgede uygulanmış biliyor musun? Ve başarılı olmuşlar.[/font]


Sonra Fransa'da Disneyland'dan umduğunu bulamayan Disney şirketi bir araştırma yaptırmış. Gençlerin en çok müzik, savaş ve fulbolla ilgilendiğini tespit etmişler. Bu durumla ilgili de ilginç şeyler anlatmış Gündüz Vassaf. Ama yazımı uzatmak istemiyorum. Asıl ne anlatmak istiyorum biliyor musun? California Lig'inde Yeni Futbola yönelik en büyük tehlikenin her zamanki gibi insan unsurundan geldiğini yazıyordu Gündüz Vassaf. Neydi bu? Şike vaziyeti tabii. İlgililer, oyuncuların önceden anlaşıp büyük para vurduklarını tespit etmişler. Müşterek bahise katılan seyircilerin çoğunluğu gol atılmayacak düğmesine basmışsa, iki takımın bazı oyuncuları aralarında anlaşıp gol atıyorlar, çoğunluk gol atacak diyorsa gol atmıyorlarmış. Şöyle devam ediyordu Gündüz Vassaf yazısına: "Her zaman, her yerde ve her çağdaki "Büyük Aldatma" hep bu değil mi zaten? Birbirlerine karşı oynadıklarını sanıp taraf tutarak seyrettiklerimiz, aslında bize karşı oyun oynamak için birleşmiş kendi aralarında." Ne fena!


Hayal Kahvem



Hani geçen kış bir gün kar atıştırmıştı ya... İşte tam o gün...  Tam kar atıştırırken... Büyülenmişcesine pencerenin önüne gittim. Dışarıya bakmak için yüzümü cama iyice yaklaştırınca, burnum cama değdi. Burnum cama  deyince, hohladım cama  gayri ihtiyari. Bilirsin, olur ya... Soğuk cam sıcak nefesten buğulanır hani.. Elim sanki bir illüzyondan etkilenmiş gibi, kendi kendine camın buğulanan kısmına  gitti. Bil bakalım ne yaptım? Bir kalp şekli çizdim ben.  Sonra nedense bir ok geçirdim çizdiğim bu kalbin içinden. Şöyle bir baktım yaptığıma. Ne yalan söyleyeyim, çizdiğim içinden ok geçen kalp hoşuma gitti. Güldüm kendime.  Bu kez kalp çizgileri arasından gökyüzüne bakarak, uçuşan kar taneciklerini seyretmek istedim. Güzellikleri hayret ederek seyretmeyi küçüklükten beri sevdim. Hiç değişmedim.  Canı rahmet istedi. Büyükannem... Serpiştiren karı seyretmek  maksadıyla ben böyle ağzım açık gökyüzüne bakarken... Her defasında "Bak.. İyice bak bakalım! Gökten kar silkeleyen melekleri görebilecek misin?" derdi. Bu sözleri duyunca gözlerimi iri iri açar, büyükanneme şaşkınlıkla bakardım.  Yüzümdeki bu şaşkın ifade sanırım hoşuna giderdi. Omuzlarını titreterek, muzipçe  kıkır kıkır gülerdi. Bu defa hemen önüne diz çökerdim.  "Sen hiç karları silkeleyen melekleri  gördün mü büyükanne?" derdim. Cevap vermezdi. Elindeki zümrüt yeşili tesbihi çeker, anlamadığım dilde mırıl mırıl bir şeyler söylerdi. Merak ederdim. Büyükannem hiçbir zaman bu soruma cevap vermedi. Ben ise her defasında hayal alemime dalar, yüzüme usulca düşüp eriyen kar tanelerini hissetmeksizin, sadece ağzımı değil, kulaklarımı, burnumu, gözlerimi ve her nevi duyu radarlarımı sonuna kadar açardım. Tüm merakımla kar silkeleyen melekleri arardım. Gözlerimi kırpmadan o kadar bakardım ki, bazen gökyüzünden bir melek göz kırpardı  bana sanki. Ah, yüreğim taa gökyüzüne kadar  gider dönerdi. Çok sevinince insanın  yüreği dalgalanır ya hani.  O  kar taneciklerinin altında olduğum yerde durmaksızın dönmek isterdim bu defa... Dönerdim.  Beyaz tanecikler de  etrafımda uçuşarak dönerdi. Çevremdeki her şey ama her şey dönerdi tabii.. Dünya dönerdi. Katıla katıla gülerdim bu durumda. Çok gülerdim.... Şeeeyy... Sonra eve gider gizlediğim yerden Zagor'u çıkarırdım. Ders kitabımın içine usulca koyar, keyfine vara vara okurdum. Anneden gizli yapılan şeyler niye o kadar haz verirdi acaba? Ne günlerdi!




NOT: Tamam. İtiraf ediyorum son cümleleri Altın Madalyon'daki bu yazıma ekledim :D Hani Altın madalyon'da "Kar Yağarken Çizgi Roman Okumak" başlıklı bir bölüm vardı. O bölümden bu  karlı çizgi roman kapaklarını  gizlice aşırdım. Karamba Karambita! Çizgi Roman Sevdalıları'ndan gizli yaptım ya bu işi... Aman Allahım! Çocukmuşum gibi sevindim. :D





Hayal Kahvem




Bu sabah  yeni gelen makineleri sigortalatmak için müşterim beni fabrikasına çağırınca, ne yalan söyleyeyim  koşa koşa  gittim. Sigorta çeşitleri arasında  en çok Makine Kırılması Sigortasını seviyorum.  Çünkü böylelikle hiç bilmediğim makine çeşitlerini tanıma olanağı buluyorum. Galiba insanların yüklerini hafiflettikleri, işlerini kolaylaştırıp daha konforlu yaşamalarını sağladıkları için makinalara sadece büyük bir sempati duymakla kalmıyorum...  Biliyorum abartıyorsun diyeceksin gene bana ama... İnanmalısın... Yüreğimden gelerek söylüyorum...  Resmen her birinin yanında önümü ilikleyip saygı duruşuna geçmek istiyorum. Hele evdeki çamaşır ve bulaşık makinelerinin benden işittikleri iltifatları anlatmaya kalksam var ya şaşırıp kalacağını biliyorum. Makinaların her birinin ruhu olduğuna inanıyorum. Neyse... Benim bu halim başlı başına bir hikaye tabii. Hele sigortaladığım  makinenin bir tarafına bir şey olup kırıldığı bana haber verildiğinde... Makina Kırılması sigorta teminatını devreye soksam bile... Benim o makinenin illa romantik bir sebeple kalbinin kırıldığını filan hayal ettiğimi... Makine Kırılmaları hasarlarında eksperle birlikte benim de kırılan makinanın başına illa gittiğimi... Kimseye belli etmemeye çalışarak,  makinanın kulağına Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesinde dediği gibi usulca "Kırılan kalbin hiç kimseye faydası yok." diyerek psikolojik destek verdiğimi... Kimi zaman sadece bu kadarlık bir hissi dokunmayla bile makinanın çalışmaya başladığına defalarca  şahit olduğumundan sana bahsetmeyeyim istersen... Biliyorum artık "abartıyorsun" demeyip,  "delirmişsin sen" diyebilirsin bana. Her neyse...



Sabah sabah ofisten fırladığım gibi müşterimin fabrikasına gittim. Gelen makineleri hayranlıkla seyredip, fotoğrafladım. Akabinde detayları bizim ofise göndermek niyetiyle fabrikanın idari bölümüne yollandım.  Masaların arasında hâl hatır sormak için hızla dolanırken Dış Ticaret bölümünün sekreterliğini yapan, hafta sonları arada sırada buluşup hâsbihal ettiğim veya sinemaya gittiğim Selen'le birkaç dakika  oturup muhabbet ettim. Canı çok sıkkındı gene. Camekânlı bölmenin arkasındaki masada oturan çocuğu çaktırmadan başıyla işaret etti. Göz ucuyla çocuğa baktım. Selen daha önce bana bahsetmişti. Bu çocuk üç ay kadar önce, bölüm değiştiren Selen'in müdürünün yerine işe alınmıştı. Pek haz etmediğim "anan soğan baban sarmısak sen nereye gidiyon ıspanak" türü hava atmaya meraklı biriydi. İlk ay Selen'le aralarında duygusal bir yakınlaşma olmuştu. Tam iş çıkışları buluşmaya başlamışlardı ki çocuğun nişanlı olduğu Selen'in kulağına gelmişti. Belli ki nişanlı ya da evli olsa da  gönül eğlendirmeye meyilli hercai  erkek tiplerindendi. Zaten Temmuz başında evlenmişti.  Üstelik başkalarının yanında kızı umursamaz görünüyor, gözünün içine baka baka Selen'e yazdığı maillerde ise unutamadığını yazıyordu. İyice rüzgârına kapılmadan ucuz kurtulduğu için Selen adına seviniyordum. Eğer nişanlı olduğunu tesadüfen öğrenmeyip ilişkisini iyice ilerletseydi  etkisi daha dehşetli olurdu.  Harbi bir kızdı Selen.  Henüz çok gençti. O güzelim kadınlık duygusallığını  kaybetmesini asla istemiyordum. Dünyada güvenilecek ve aşık olunacak erkek çoktu. Buna gönülden inanıyordum. Makinalar  kadar bile ruhu olmayan bu gereksiz adamın Selen'in üzerinde erkekler adına olumsuz etki bırakmasını asla arzu etmiyordum. Şimdi ufak sıyrıklarla atlatmıştı işte. Zaman her şeyin ilacı olacaktı. Selen olanı biteni kulağıma usulca fısfısladı. İş dışında görüşmek istemediğini defalarca anlatmaya çalıştığı halde, gene sabahtan beri  Selen'e  "akşam 7 de buluşalım." diye mesaj atıyormuş. Malûm günümüzde teklifler artık elektronik mektup yoluyla yapılıyor  ya...  Selen'in suratı sinirden kıpkırmızıydı. Masanın üzerinde duran peçetelikten bir kağıt mendil çekti. Elinin içinde öfkeyle sıkmaya başladı. Onu eğlendirmek istiyordum. Ne dedim bil bakalım Selen'e? "Ne duruyorsun? Sen de gözünün içine baka baka mendili ortasından yırtsana!" dedim. Şaşırarak baktı suratıma. Güldüm. Ne demiştim ben Allah aşkına? Anlamayacaktı tabii beni. O mailleşmeyi biliyordu. Mendilleşmeyi –mendilnameyi- bilmiyordu ki... Bak şimdi...

 

"Keyfim, sen buraya gelir misin, yoksa ben mi geleyim?" Bu  söz Salâh Birsel'in bir sözüdür. Ne yalan söyleyeyim kendisi bayıldığım biridir. İşte Selen'le konuşurken  Salâh Birsel'in "Ey okur, şimdi  seni  sana gösterip, yeniden öğrenim rahlesinin önüne oturtacağız." diye başladığı ve Kağıthâne aşk dilini bellettiği yazısı aklıma geldi. Yazar bu yazısında resmen bir öğretmendir. Şimdi sıkı dur. Dersinimizin adı nedir bil bakalım? Kırk yıl düşünsen tahmin edemezsin. Çünkü dersimizin adı Mendilname. Yani mendileşme yoluyla haberleşme metodları... Şimdiii... Mailleşme değil mendilleşme yoluyla yapılacak teklifleri ve cevap verme metodlarını öğreniyoruz:



Mendili sağ elinde toplayıp onunla ağzını örtmek – Hiç merak etme. Söz bir, Allah bir. Aşkımız aramızda sır olarak kalacak.


Elindeki mendili başına götürmek –
Her ne buyurursan can ile baş üstüne... Dile benden ne dilersen..


Mendili kalbinin üstüne bastırmak –
  Sevgin kalbimde yer etti, canım sana feda olsun..

Mendili kabinin üstüne bastırmanın bir anlamı daha var. – Sensiz dünya bana karanlık. Buluşmaya ne dersin?


Mendili kalbinin üstüne bastırdıktan sonra hemen başını mendille örtmek –
Korkma, kimse görmez.

Şimdiii... Bir taraf mendille böyle haber edince,  muhatabın cevapları şöyle olabilir:


Mendili havada sallamak –
Dolaş gel. Şimdi buluşamayız.


Sol elindeki mendilin yanında sağ elinin beş parmağını havaya kaldırmak –
Şimdi olmaz. Saat 5'de buluşalım. (Eğer gece 5 de buluşulacaksa beş parmağını gösterdiği elini mendilin altına sokmalıdır.)

Mendilin iki ucunu iki elinde tutmak – Sensiz ölüyorum. Saat 5'i bekleyemem.

Mendili dize bırakmak – Zahmetten sakınma.

Nanananoooommmm....

Mendili ortasından iki parça etmek – Sen yoksun artık. Benim için bittin.



Nasıl ama? Şahane haberleşme yolu değil mi bu? Güldürmek maksadıyla oturduğum yerden bunları Selen'e anlatınca... Kağıtlıktan bir peçete çekti. Ayağa kalktı. Camlı bölmeye döndü.  Ben çocuğa sırtım dönük oturuyordum. Ama karşımdaki camekana yansıyan görüntüden çocuğun her hareketini ayna gibi görüyordum. Tam göz göze geldiklerinde Selen iki eliyle iki ucundan tuttuğu kâğıt peçeteyi ortadan ikiyi böldü. Çocuk umursamaz bir tavırla ayağa kalktı. Cebinden bir tomar para çıkardı. Kalbinin üstüne bastırdıktan sonra başına örttü.  Şaşırma sırası bana gelmişti. Çünkü Selen beni olduğum yerde bıraktı. Bir hışımla odadan çıkıp çocuğun yanına gitti. İnan rüzgarından çıkan  "Whooossh!" efektini işittim.  Ne fesatsın! Hemen  "parayı görünce Selen çocukla çıkmaya karar verdi demek ki" diye geçirdin aklından değil mi? Hayır canım.  "Sen beni sen mi sanıyorsun?" dedi. Çocuğun masasındaki peçetelikten bir kağıt mendil çekti. Ortasından ikiye böldü. Çocuğun yüzüne fırlattı. Bunu sanırım yedi defa tekrarladı. İdari bölümdeki herkes onlara baktı. Zaten neler olup bittiğini merak edenler tarafından durum öğrenilecek ve çocuk bir daha dönmemek üzere işten ayrılacaktı. Selen olduğu yerde topukları üzerinde gerisin geri döndü. Bana gülümsedi. Elindeki son mendili kalbinin üstüne bastırdı.  Güldüm.  Kendimi tutamadım. Kahkalarla güldüm.  Salâh Birsel'in ruhuna rahmet gönderdim.