Edebiyat Muhabbetleri

Başlatan V, 15 Temmuz, 2010, 22:08:56

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

kalidor

Crom! Ölüleri Say...

Hayal Kahvem




Sence bu adamlar ne yapıyorlar? Bak şimdi.. Burası gördüğün gibi bir stadyum. Üzerlerinde bir takımın forması olduğuna göre, bu oyuncular belli ki maç yapacaklar. İyi de bu halleri ne? Niye şekilden şekile giriyorlar? Bir şeyden mi korkmuşlar? Yoo.. Korkmuyorlar. Ben de yeni öğrendim. Bilakis korkutmak istiyorlar.




Geçenlerde Morgan Freeman'ın canlandırdığı  Nelson Mandela'nın hayatını anlatan İnvictus adlı filmi seyrediyordum. Filmin bir bölümünde Güney Afrika milli takımı ile Yeni Zelanda milli takımının maç yapacaklardı. Aaa! Yeni Zelanda milli takımı oyuncuları tuhaf tuhaf hareketler yapmaya, ayaklarını yere vurup, kollarını sert sert sallmaya başlamadılar mı? Akabinde ve detayında sanki "ölüm!" ya da "öldürürüm" mü ne diyorlar kuzum bunlar?" diye kalakaldım. Gerçekten bu adamlar ne yapıyorlar?




Ne öğrendim biliyor musun? Soyları tükenmekte olan Yeni Zelanda'nın yerlilerinden Maori kavmi savaştan önce düşmanlarını korkutmak için savaş dansı yaparlarmış. Haka dansı da denilen bu dansla güçlerini göstermek amacıyla  bir yandan ellerini bedenlerine bir yandan da ayaklarını yere vurarak dans ederlermiş. Bir diğer adı All Blacks olan Yeni Zelanda Ruby takımı da her maçtan önce Maori kavminin savaş dansına benzer hareketler yaparak rakip takıma gözdağı vermeye  çalışıyorlarmış, iyi mi? Ne yalan söyleyeyim bayıldım ben bu gösteriye.. Spora katılan bir hoşluk.  Ayrıca All Blacks takımının oyuncuları sadece gövde gösterisi yapmıyorlar aynı zamanda bir şeyler de söylüyorlar..  Şimdi baktım sanal ansiklopediye...  O dansları yaparken söyledikleri sözler  "Ölüm bu, ölüm bu!  Hayat bu, hayat bu!" gibi nakaratlarmış. Enteresan değil mi?




Ragbi de tuhaf bir oyun. Oval bir top var. Oyuncular bu topla hem el  hem ayakla oynuyorlar. Ragbinin Anavatanı İngiltere'ymiş. Sonrasında İngiltere'nin sömürgelerine yayılmaya başlamış. Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika, İrlanda, İskoçya'da çok oynanıyormuş. İşte Yeni Zelanda'nın milli  ragbi takımı her maçtan önce, yüzyıllardır  Maorilerin  Haka dansı ile hem rakip takımı ürkütmeyi hem de maça bir eğlence katmayı amaçlamış demek ki...  Hey! Bizim  milli takımımız da uluslararası maçlarda kılıç kalkan ekibinin hareketlerini yapsa mesela... Aaa!  Şahane olmaz mı ne dersin?




Hayal Kahvem



Yoo... Vallahi ben demedim.  Bak işte... Nietzsche söylemiş.  "Yetişkin her insanın içinde oyun oynamak isteyen bir çocuk saklıdır." demiş.  Koskoca Alman felsefeci yanlış söyleyecek değil ya?  Haydi  işine gelmedi. Bu sözü kulak arkası ettin. Pekii...



Sokrat'ın öğrencisi,  Aristo'nun hocası, Yunan felsefeci, matematikçi büyük Platon'nun şu sözüne ne diyeceksin? Düşünmüş taşınmış... Ölçmüş biçmiş....  Diyor ki:  "Hayat oyun olarak yaşanmalıdır." Yaa.. Böyle işte... Hayır, neden yazıyorum şimdi bu sözleri biliyor musun?  Arada sırada  bana "Çok oyuncu birisin... Kaç yaşına geldin yaramaz kız gibi davranıyorsun" diyorsun ya... Ben kendi kafama göre davranmıyorum ki! Ya Nietzsche'ye  uyuyorum... Ya da Platon'na...   


Evet... Ben oyun seven biriyim. "Sebzelerden sevdiklerim: Havuç, domates, oyun.. Meyvelerden sevdiklerim: Elma, şeftali, oyun... Bence en iyi besin oyun... Çünkü, hiçbir şey yemesem bile bazen... Oyun oynarken doyuyorum." İnan bana işte aynen böyle hissediyorum. İyi ama bunlar benim sözlerim değil ki. Şair İsmail Uyaroğlu'nun bir şiiri. Şair de benim gibi düşünüyor işte, fena bir şey mi yani?


Ben genellikle kendi kendime oynamayı seven biriyim. Hayatın her safhasında, her mekanda kendime bir oyun uydurabilirim.  Koy beni ister dağ başına, ister ıssız çöl ortasına, ister  su kenarına... Hiç sıkılmam. Asla... Hani "canım sıkılıyor" diyen insanlar var ya... İnan çok şaşarım onlara... Benim canımın sıkılması mümkün değil.  Ama... Oyunlar icat ederken  farkındayım  şaşırtıyorum kimi defa...  Biliyorum benimle arkadaşlık hiç kolay değil.  Her an bir sürprizle çıkabilirim karşına.  Sizlerle oyun oynuyorsam bil ki sevdiğimdendir. Sevmediklerimle oyun oynamamam ben... Asla!



Fakat, ama, ancak... Abartmayı seven biri, bir de oyun oynamayı seviyorsa... Mesafe koy bence arana... Çünkü.... Gülten Akın yazmış benim şiirimi...  Deli Kızın Türküsü'nde dediği gibi...  "Yağmur yağar akasyalar ıslanır... Bulutlar uçuşur geceleyin... Ben yağmura deli buluta deli... Bir büyük oyun yaşamak dediğin... Beni ya sevmeli ya öldürmeli." Yok artık... Bu kadar sözden sonra... "Su olsam, ateş olsam... Göklerdeki güneş olsam... Konuşmasam taş olsam... Yine de oynar mısın benimle?" demiyeceğim.  Durumum böyleyken böyle...  Bilmiyorsan bil istedim. Niye acaba böyleyim? Ne bileyim? Edip Cansever'in dediği gibi... "Beni bir sardunya büyüttü belki."


Gözlerimi kapatıp düşlere dalacağım şimdi.  Ve küçük kurbağayı tam dudaklarından öpeceğim belki. Düşlerin sonu gelmeden bir kahve molası vereceğim. Ve yanında bir dilim gökkuşağı pastasıyla, düşler ve gerçekler arasında yol alacağım G'nin dediği gibi:)

NOT: Bütün çizimleri G'nin bloğundan aşırdım:) Ben bu çizimlere bayılıyorum.
http://dusgezegeni-gezgin.blogspot.com/









Hayal Kahvem





Galata Köprüsü'nde bir bahar günü kör bir kadın dilencilik yapıyormuş. Dizlerinin dibine bir tabela koymuş. Üzerinde "Doğuştan Kör" yazılıymış. Pek çok insan gelip geçmesine rağmen kimse ona yardım etmiyormuş. Oradan geçen bir "Hayalci" bunu görmüş. Dilencinin önündeki tabelayı almış, tabelanın arkasına bir şeyler yazmış. Olduğu yere tekrar bırakmış. Ne olduysa olmuş!.. Bu tabeladaki yazıyı okuyan herkes, dilenci kadının önündeki şapkaya para atmaya başlamış.Bir cümle yetmiş onca kişiyi etkilemeye ve dilencinin şapkasının kısa sürede ağzına kadar parayla dolup taşmasına... Tabelada şu cümleler yazıyormuş...

"GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ... AMA BEN BAHARI GÖREMİYORUM!.."




Hayal Kahvem



Bilmiyorum... Yani gerçekten emin değilim... Allahım!..  Sahiden yapmış olabilir miyim? Yoksa hayal mi ettim inan çıkaramıyorum.  Hayır, sahiden yapmışsam eğer.. Hayal mi gerçek mi ayırdına varamadığım şeyi sahiden yapmışsam yani... Şey... Mahcubiyet duymam lâzım tamam mı?.. Hayır... İyi ama hiç mahcubiyet duymuyorum. Ne fena!.. Of!.. Bak... Yapmış olsam mahcubiyet duyacağımı düşündüğüm, fakat yapmış olduğum aklıma geldikçe mahcubiyet duymadığımı hayretle hissettiğim için epeyce sarsıldığımı itiraf etmeliyim. Aslında bi cesaret yüreğime sorsam, gerekli açıklamayı oradan  alabileceğimi pekala biliyorum. Ama işime gelmiyor. Sormak istemiyorum. Şaşkın haldeyim. Yani... Ne bileyim? Ben.. Yok artık... Yok... Yooo... O kadar da değil yani... Bilmiyorum ki... Yapmamışımdır diye düşünüyorum. Hayır... Ömrümde Cimilli İbo diye birini işitmedim ki. Nerden bilebilirim? Bak şimdi.. Bugün bizim şehrin köylerinden birinde oturan Fatma Hanım'a uğrayıp, ev yoğurdu ve köy yumurtası almak istemiştim. Arabamı köyün girişine bıraktım. Açık havada Fatma Hanım'ın evine doğru yürümeye başladım. Tamam, Fatma Hanım'ın evi köyün taaa çıkışında ama... Ne var? Olsun varsın.  Köyün havası nasıl temiz anlatamam... Misss.. Rüzgâr yüzümü ısırsa bile ne olacak ki? Berem başımda.. Paltom sırtımda... Hımmm... Sadece... Gene bez ayakkabılarım ayaklarımda... "Olsun varsın... Bişeycik olmaaaazz! Soğuk havadan insana zarar ziyan gelmeezzz... Açık ve temiz havada yürümek bünyeye şifadır... Şifaaa..."  İşte aynen böyle, kendi kendime yaptığım telkinlerle yürü babam yürüdüm. Fatma hanım'ın evine geldim ki!.. O ne? Resmen kapı duvar. Yok. Komşusu camdan başını uzattı. "Fatma hanım, kızına gitti." dedi. Ee.. Telefon etmeden gelirsem olacağı buydu elbette. Neyse... Moralimi bozmadım. Döndüm gerisingeriye...




Aynı yoldan dönmek istemedim. Köyün denemediğim bir patikasına girdim. Yolu epeyce uzattım. Bez ayakkabılardan geçen soğuk içime işledi ne yalan söyleyeyim. Hayır, ayağımda kalın postal olsa bile inan bana fark etmezdi. Nasıl ayaz var, nasıl rüzgar var anlatamam. Zehir zemberek mübarek... Yeminle çenemin titrediğini hissettim. Donduuum.. Donduumm... Önce müziği işittim. Sonra onları gördüm. Bilmediğim bir evin bahçesinde, tanımadığım üç kadın, el ele tutuşmuşlar, müziğin ritminde oynuyorlardı. "Seni kafama taktum atma atamayirum... Cirdun rüyalaruma yatma yatamayirum..." Bak... Hayatta kalkıp göbek atan tiplerden değilim. Asla. Yok... Küçümsediğimi sanma... Bilakis bayılırım kapı gıcırtısında bile kalkıp oynayanlara... Becerebilsem... Kimse tutamaz beni... Beceremediğim için görüntü kirliliği yaratmak istemiyorum, bilmem anlatabildim mi? Allahım müzik o kadar güzeldi ki...  Tam karadeniz ezgileri... Fıkır fıkır... "Evlerinin önüne susam ekerim susam... Kaçiracağum seni firsatini bulursam..." Üç kadın... Üç ayak oynuyorlar. Beni gördüler... Durdular... Müzik en çılgın ritmiyle devam ediyor. Ben ne yaptım bil bakalım? Omuzumdaki çantayı bahçe girişinin kapısına astığım gibi o tanımadığım kadınlardan baştakinin elini tuttum... "Hiç durma! Devammm! Devammm!" dedim. Oynamaya başladım. Oynamaya başladık. Dört kadın... Soğukta... Bahçede... Üç ayak oynamaya başladık biz.  "Beni yaktuğun gibi da elleri de yaktun mi? Seni kafama taktum sen da beni taktun mi?" Rivrivri Rivrivri Rivrivri...Şaşırdılar tabii... Yoldan geçen hayatlarında görmedikleri bir kadın bahçelerine giriyor, ellerinden tutup onlarla üç ayağa başlıyor. Üç ayak bir horon çeşidi. Bak, öyle göbek havası filan bilmem ama üç ayak deyince üzerime kimse tanımam... Hastasıyım üç ayağın... Öyle böyle değil... Ben çıkardım cebimden beyaz peçetemi... Başladım sallamayaa...  "Hadi hanımlaaar! Hop! Hop! Bir öne - iki öne - üç öne - Yehohohooooo!" "Seni kafama taktum atma atamayirum... Cirdun rüyalaruma yatma yatamayirum..." Bizim omuzlar, ayaklar, kollar...  Ohooo... Hava mı soğuk? Nerdeee? Yanaklar pancar oldu... Pancarrr! Abartmakta üstüme yoktur tabiii... Bir türlü durmuyorum... Horon üç ayaktan çıktı... Deli horona döndü... Neyse ki müzik bitti. Herkes kendini bahçede bulduğu bir sandalyeye attı. En son hatırladığım...  Nefes nefese... "Kim bu?" dedim. Bilmiyor musun? der gibi hayretle bana baktılar. Sıcak nefesleri  tüte tüte.... "Cimilli İboooo!" dediler. Ömrümde bu şarkıcının adını duymamıştım. Bi dakka.. Bu anlattıklarım gerçek olamaz değil mi? Yolda çok üşüdüm ya... Sanıyorum ısınmak için böyle bir şey  hayal ettim. Bilmiyorum... Yani gerçekten emin değilim... Allahım!..  Sahiden yapmış olabilir miyim? Yoksa hayal mi ettim inan çıkaramıyorum. Heey! Eğer olmadıysa, eğer hayalse, o zaman Cimilli İbo'yu şimdi nereden biliyorum ben? Ya bu şarkıyı? ""Seni kafama taktum atma atamayirum... Girdun rüyalaruma yatma yatamayirum..." Bilmiyorum... Yani gerçekten emin değilim.  Aslında bi cesaret yüreğime sorsam, gerekli açıklamayı oradan  alabileceğimi pekala biliyorum. Ama işime gelmiyor. Sormak istemiyorum. Şaşkın haldeyim. Ne fena:)






Hayal Kahvem



Bazan kambur üstüne kambur gelir ya... Du bi.. Teker teker gelin dersin  hani... Hah! Bugün el attığım herşey aynen böyleydi. Bu kadar mı devleşir, bu kadar mı ters gider bütün işler... Bu kadar mı haybeye gider sarfedilen bütün sözler... Bu kadar mı egom ayaklar altında düşer... Bu kadar mı insan kendini çaresiz, zavallı hisseder... Pes vallahi!.. Adeta kaybetmişim kendimi... Netlik ayarım tamamen gitmiş sanki... Hatta sesim içime kaçmış olabilir belki... Ya telefonda  güvensiz sesle fısır fısır konuşuyorum, ya önümdeki teklifleri silip silip düzeltiyorum.  Kendime güvenim sıfırın altında eksi bin beşyüz. Yaptığım, söylediğim hiç bir şeyden emin değilim. Hatta sanki ben ben değilim anlatabiliyor muyum? Sanki ceberut ruhum firar etmiş... Sanki içime en korkağından pısırık mı pısırık biri yerleşmiş...  Tek başına ha babam de babam koşturan sanki ben değilmişim de sade cismimmiş. Of! Bir ara nasıl nefessiz kaldım anlatamam. Ellerim boğazımda sürünerek pencerenin önüne gittim. O ne? Bir de ne göreyim? Ben... Ben...  Karşıdaki ağacın üzerinde değil miydim? Hey!.. Yüzümde ılık bir gülümseme... Huzur içinde kitap okuyordum ofisteki vaziyetimin aksine? Olabilir mi? Olabilir inan ki... Çünkü ağaçlara tırmanmayı çocukluğumdan beri sevdim...  Tamam... Ben ofisteydim... Tamam... Ruhumun firar edip ağaça tırmanıvermiş olması bana hiç tuhaf gelmedi... İyi ama... Ah!.. Yağmur gibi yağan kitaplara ne demeli? Biliyor musun, ilk kez hayal ettim böylesini... Şahaneydi!..

Ben bu vaziyetimi hayal edince... Düşünsene... Ağaçta oturmuşum... Sonbahar yaprakları misali kitaplar  etrafımda uçuşuyormuş... Ben ayağımı dal boyunca uzatmışım. Huzur içinde kitap okuyormuşum... Of! Hayali bile başımı döndürdü yeminle... Bu hayal üzerine ben bir toparladım bir canlandım iyi mi? Üzerime dehşet verici bir cesaret geldi... Hissettim ceberrut ruhum gerisin geri döndü.

Elimi enseme sokup saçlarımı arkaya doğru attırdım. Şimdi marş marş istikamet odan! diye  bağırdım... En artiz edamla püfür püfür salınarak odama geçtim. Gün boyu gözümde devleşen işlerimi bir solukta ezdim bitirdim:)





Hayal Kahvem


"adımı unuttum
olmayan yerlerde
ne in
ne cin
ne benî adem
............
adımı unuttum
adı olmayan yerlerde
geçip gidenlere bakarak"

Asaf Hâlet Çelebi

Yürüyordum. Karanlık bastırmıştı. Ne kadar zamandır yürüdüğümü hatırlamıyordum. Belli ki mevsim sonbahardan kışa dönüvermişti. Renkler dinlenmek için köşelerine çekilmişti. İçinde bulunduğum dünya bembeyaz gelinliğine bürünüvermişti. Bakına bakına, sükûnet içinde yürüyordum. Nerede olduğumu çıkaramamıştım. Korkmuyordum. Fısıltıyla tekrarladığım "ben kimim?" sorusunun cevabını bulmak niyetiyle tanımadığım sokaklarda dolanıp durduğuma göre, demek ki kendimden epeyce uzaklaşmıştım. Ne in, ne cindim. Bir kadın olduğumu biliyordum. Adımı ve kim olduğumu unutmuştum. Sokağın iki yanında göğe dimdik  yükselen devasa beton binalar vardı. Yüzümü yukarıya dikmiş, değdikçe yanaklarımda eriyen  kara aldırış etmeden yürüyordum. Fısıldayarak tekrarladım. "Ben kimim?"  Bilmiyordum. Kendimden emin olmak maksadıyla yüzümü bastığım yere çevirdim. Şimdi kardaki ayak izlerimi görüyordum. Öyleyse vardım. Yaşıyordum. Uzun zamandır yürümüş olmalıyım ki göğsüm hızla inip kalkıyor, içli içli nefes alıp veriyordum. Sanki karda yol almakta olan bir trenin bacasının dumanı gibi, her nefes verişimde tütüyordum. Dar bir sokağın girişine vardığımda, öylece kalakaldım. Bu sokağın iki yanındaki ahşapları dökülmüş metrûk evler, çevrelerini acımasızca kuşatan haşmetli beton kulelere meydan okurcasına, ayakta durmaya çabalıyorlardı. Belli sahipsiz kalmışlardı. Fena halde kederli görünüyorlardı. Kar umarsızca yağıyordu. Şiddetini iyice arttıran rüzgâr, karı tipiye çeviriyordu. Şaşkınlıkla gözümü ayırmadan yola baktım. Yol çıkmazdı. Evlerin bitimindeki yolun tam ortasında, adeta hayret cümlesinin sonuna konmuş heybetli bir ünlem işareti görünümünde  tarihi bir bina vardı. Rüzgârın uğultusu bu tarihi binaya çarpıp geri dönüyor, sokaktaki terkedilmiş evlerin bilge sözcüsü gibi, keder içinde canavar kulelere çarpa çarpa bağırarak yükseliyordu. Beton kuleler ses, ısı ve duygu geçirmiyordu. Bu beton kulelerde yaşayıp, emeklerini sattıkları efendilerinin kurallarına uymak zorunda olan insanlar, bırak  şehirlerindeki değişimin kederli müziğini, mevsim değişikliğinin o can alıcı güzelliğini bile fark etmeden çalışıyorlardı.

İstanbul'da altıyüzü aşkın çıkmaz sokak olduğunu okumuştum. Bunu öğrendiğimde içimin nasıl sevinçle dolduğunu hatırladım. Çünkü İlhan Berk'in dediği gibi  kentler çıkmaz sokaksız nasıl sevilirdi ki? Bir şehri sevmek için pek çok sebebim olabilirdi.  İstanbul'u  sırf bu kadar çok çıkmaz sokağı olduğu için bir kez daha sevdiğimi aklımdan geçirdim. İşte o anda... Ben.. Hatırladım. İstanbul'daydım. Olduğum yerde gerisingeri döndüm. Durdum. Üşüyen ellerime sıcak nefesimle bir kaç kere hohladım. Sonra ellerimi birbirine sürttüm. Geçip giden zamanların ve farkedilmeyen herşeyin  intikamını almaya gidiyormuşcasına,  sırtımı yalayan rüzgârın  kederli müziği eşliğinde kararlı adımlarla yürüdüm.






Hayal Kahvem



Az önce balkona çıktım. Hava nasıl soğuktu anlatamam. Dondum. İliklerime kadar dondum. Ben var ya bir kaç gündür kitap okumuyorum. Kitaplara bakıyorum. Elime alıp dokunuyorum. İcabında sayfalarına burnumu daldırıp  kokluyorum. Okumaya gelince... Yok... İçimden gelmiyor. Okuyamıyorum. İlla okuyayım diye kendimi zorlamıyorum. Demek kitap okuma keyfim bir yerlere kaçtı diye düşünüyorum.  Dönmesini sabırsızlıkla bekliyorum.  Sanırım son günlerde tüm merakımı  kara, kışa, ayaza kilitledim. Az önce balkona niye çıktım biliyor musun?  Ben iyice üşümek, üşümeyi dibine kadar hissetmeyi istedim.  Şimdi üşüme zamanı. Kaçırmamalıyım ömrümün üşüme aralığını.

Eğer hava soğuksa binalarda, arabalarda ısıtıcılar, sıcaksa soğutucular olduğu için, içeride fazla kalınca  mevsimlerin değiştiğini hissetmiyor ki insan!  Oysa kışı, soğuğu, ayazı şimdi iyice  hissetmek vaktidir. En fazla merhamet hislerini kışkırtan mevsim, kış değil midir? Yazda, baharda, sıcakta... Kimin aklına sokaklarda kalan evsizler, sahipsiz kalmış kimsesizler,  iki iri kirli kara gözlü çocukların çıplak ayaklarına geçirdiği patlak papuçlar gelir? Üşümek acıya çok benzer bir his değil midir? Şimdi üşümeyi yüreğimde hissetmeli, merhamet duygularımı derhal harekete geçirmeliyim. Balkonda uzun uzun durdum. Lapa lapa kar yağıyordu. Ağaçların yüksekleriyle, tüm binaların kiremitlerinde  yoğun bir beyazlık görünüyordu. Gökyüzüne baktım. Ne yıldız vardı  ne ay!  Gökkubbe kapkaranlık değildi. Grimtrak bir siyahlığa bürünmüştü, o kadar.  Rüzgâr esmiyordu ama kuru, keskin bir ayaz vardı. Çok üşüdüm. Hatta donmuşum, donuyormuşum gibi hissettiğimi bile söyleyebilirim.



O anda Kibritçi Kız masalını aklıma getirdim.  Gene böyle buz gibi soğuk bir gecede, herkes paltosunun, mantosunun içinde... Kalın botlarını giymiş, atkılarına berelerine bürünmüş, sıcak evelerine koştururlarken... Kendi meşgalelerinden, gelip geçen kimsenin farkına varmadığı, başı açık, ince yamalı giysili, çıplak ayaklarına geçirdiği  plastik botları yırtık, yoksul, miniminnacık bir kız çocuğu hayal ettim. Bir köşede yerde oturmuş, ayaklarını altına toplamış, soğuktan dudakları, elleri morarmış tit tir titriyordu. İncecik, kısık bir sesle "Kibrit var. Kibrit var." diye sesleniyordu. Önündeki kibritleri sabahtan beri satmaya gayret ediyordu. Yanından gelip geçen hiç kimse kibritçi kızı farketmiyordu. Ayakları iyice donmaya, sızlamaya başlamıştı. Ben de balkondaydım ya... Biliyordum. Üşümek feci  acıtıyordu.  Kış mevsiminin sivri dişli soğuğu, açıkta kalan bedenleri hırlayarak ısırıyordu. Acaba asıl üşümek farkedilmeyince mi gerçekleşiyordu? Sevilmeyince... El uzatılmayınca... Yalnız bırakılınca...  Sanırım üşümenin böylesi yüreği  damardan jiletliyordu. Hemen Kibritçi Kız'ın yanına gittim.  Yancağızına çöktüm. Titreyen elinde tuttuğu kibriti elime aldım. İçinden çıkardığım çöpü duvara hızla sürttüm. Kibrit  küçücük alev aldı. Kız üşüyen ellerini uzattı.  Minik parmaklarını  ısıttı.  İki iri kirli kara gözlerini koca koca açtı. En masum haliyle içime baktı. Eğildim.  Usulca kulağına  "Farzet ki sıcak bir yaz gecesindeymişik. Senle ben yıldızmışık. Aymışık." dedim. Bana incecik dudaklarının kenarlarılarıyla sıcacık gülümsedi. O gülünce birdenbire  altımızdaki toprak ısınıverdi. Dokundum. Yanakları fırın gibi yanıyordu. Derken gökten bir yıldız kaydı. Gözlerimi önce yıldızın peşi sıra çevirdim. Sonra sevinç içinde Kibritçi Kız'a  döndüm.  Çok yorgundu besbelli. Lapa lapa yağan karların altında bir melek gibi uyuyordu. Üşüdüm ben. Titrediğimi hissettim. İçeriye girdim. Balkonun kapısını sıkıca kilitledim. Ev o kadar sıcaktı ki, kaloriferlerin ısıttığını bilmesem yaz mevsiminde olduğumuzu  rahatlıkla söyleyebilirdim. Yıllar vardı ki  Kibritçi Kız masalını aklıma getirmediğimi düşündüm. Salona geçtim. Televizyonun karşısında oturdum. O anda Kibritçi Kız'ı uykusunda   unuttum.





Hayal Kahvem


"Bir fikrim var... Niçin küçük bir oyun oynamıyoruz?
İnsan taklidi yapalım, sözde insanmışız da, canlıymışız da...
Hiç olmazsa bir süre için. Ne dersiniz? Hadi insan taklidi yapalım...
Ah, dostum, herhangi bir şey için heyecanlanacak
bir insanla karşılaşmayalı o kadar zaman oldu ki..."
(John Osborne, "Öfke")

Bak, ne yapacağım biliyor musun? Sırf senin için... Ama bak, inan... Sadece senin için... Tutacağım  kışın buz kesmiş ellerinden.. Götürüp karın içine gömeceğim. Dinle bak... Sen bu yazıyı okurken var ya... Kar birdenbire eriyecek. Nasıl olduğunu anlamayacaksın...  Eriyen karla birlikte kış, pılını pırtısını toplayıp  toprağın içine çekilecek.  Yapacağım gerçekten... Hani az önce... Hani pencerenin kırık  camına dayadığın mukavva parçasının arasından hışımla geçip tenini ısıran o deli rüzgâr var ya... Ahhh! Bak... Ben  konuştum rüzgârla... Bööylee elimin tersiyle soğuğu okyanus ötesine iteceğim. Sıcağı yakasından tuttuğum gibi hooop diye  gerisin geri getireceğim. Evet, yapacağım. Daha neler yapacağım senin için... Seni korkutan karanlığı bir ressamın fırçasıyla süpüreceğim... Gökyüzüne sapsarı bir güneş resmi çizeceğim. Dikkat et... Güneş önce muzipçe  bakıp, neşeli neşeli  tüm insanlığa  gülümseyecek. Akabinde şefkate, merhamete, iyiliğe dair ne varsa, ılık ılık  hepimizin yüreğine işleyecek. Tam o anda yanlız olmadığını... Fısıltılarla sımsıcak duaların, ardından kararlı adımların sana yöneldiğini anlayacaksın. Kış ortasında rüzgârın bu kez sıcacık esintilerini teninde duyacaksın. Isınacaksın.  İşte o zaman ben ne yapacağım biliyor musun? Ayakkabılarımı, çoraplarımı çıkaracağım.  Sokaklarda hop hop hoplayacağım. Sen de hoplayacaksın. Sevinçten hop hop hoplayacağız  hepimiz. Bir fikrim var? Niçin insan taklidi yapmak oyunu oynamıyoruz biz?







Hayal Kahvem




Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm. 




Sen birini hiç görmeden, daha evvel öyle birinin İstanbul ilinde yaşadığını bile bilmeden, birdenbire, sadece Sait Faik'in öyküsünde okuduğun için sevdin mi?  Hiç içine taş gibi, ağır bir su gibi  bir sevgi oturdu mu? Oturmadıysa Allah aşkına vazgeç şu yazımı okumaktan. Ogün... Hiç unutmam....  İstanbul Film Festivali'nin ilk günüydü. Emek Sineması'na henüz girmiştim. Biletçinin eliyle işaret ettiği yere geçtim. Koltuğuma yerleştim. Sağıma soluma bakınıyordum ki ön çaprazımdaki kızla göz göze geldim. Gülümsedim. Sakin, sessiz bir kıza benziyordu. Telefonla konuşuyor, Rumca bir şeyler söylüyordu. Rumca bir kelime anlamadan ne söylediğini bilir gibi hissedince kendimi, onun Sait Faik'in Kınalıada'da Bir Ev adlı öyküsündeki kahramanı olduğunu farzettim. İyice baktım. Kınalıada'da oturuyor, sabakleyin ilk vapurla işine iniyor, son vapura ise elinde paketlerle dönüyor olmalı diye aklımdan geçirdim. Küçük, kaplamaları simsiyah kesilmiş bir ahşap evde oturduğunu hayal ettim. Evden deniz görünmüyor olmalıydı. Yahut belki de bir iki penceresinden, çakaleriği dalları arasından. Kırkını aşmış, şişmanca, yeşil gözlü bir kadın olan anasını kırmızı elma yüzüyle, küf yeşili gözleriyle görmeden sevdiğimi düşündüm. Ben aynı Sait Faik gibi bahçeleri, insanları, evleri görmeden  bile sevebilirim. Evlerine küçük bir bahçeden girdiklerini, alt katında kendilerinin oturduklarını, üst katını ise yazları kiraya verdiklerini hayal ettim. Bir Meryem Ana kandili önündeki İsa resminden, küçücük sarımtrak aynaya kadar her şeyde, ağır, günlük kokusuna benzer bir Ortodoks hava estiğini sezdim. Kızın kendi başına bir odası yoktur diye aklımdan geçirdim. 10.45'te oraya vardığına göre, 11'de yemeğe oturuyorlardır. Hemen de yatarlar herhalde. Acaba başucunda bir kitap var mıdır? Bilmem ki bu kızın hülyalarına ne karışır. Yemeği nasıl yer? Hızlı mı, yavaş mı? Ne kadar merak ettim anlatamam. Acaba birçok insanlarda olduğu gibi yemek yerken çirkinleşir mi? Çirkinleşince yüzündeki o iyi, harikulade çizgiler ne olur? Nereye giderler? Acaba et mi yerler, sebze mi?  Haydi bu meraktan cayayım. Farz edeyim ki ettir. Önce babaya, sonra oğula, sonra bu kıza mı dağıtılır?  Yemeği anneleri mi dağıtır?



Kız, telefonda Rumca konuşmaya devam ediyordu. Hep yüzünde neşeli bir şeyler vardı. Ağzında bir lakırtı. Ne söylüyor merak ediyordum. O kadar şen, o kadar sıhhatliydi ki yediğinin farkında olmuyordur, yemek yerken çirkinleşmiyordur diye düşündüm. Onu seyrettiğimi anladı mı acaba? Döndü tekrar bana baktı. Sevgiyle gülümsedim. Tanımadığım insanları sevmem hep Sait Faik öyküleri yüzünden diye aklımdan geçirdim. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Kınalıadalı kız" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının bazı cümlelerini  Sait Faik'in  Kınalıada'da Bir Ev ve Gün Ola Harman Ola adlı öyküsünden alıntıladım.

 

Hayal Kahvem


Sabah erkenden fırına gidip sımsıcak ekmeği kucağıma alınca, elim yandı... Bir an boş bulundum. Ekmeği yere düşürdüm. Sonra büyük bir kabahat işlemişcesine, hemen eğilip yerden aldım. Üç kere öpüp, alnıma değdirdim. Kimse görmedi yaptığımı... Ben kendi kendime bu yaptığıma sevindim. Büyükannem yere ekmek parçası düşürünce, "ekmek nimettir" derdi. Yerden alıp, üç kere öpüp alnımıza değdirip, kenara bir yere koymamızı isterdi. İşte tam bunu düşününce aklıma kaleci Tolga geldi. Ben futbolun f'sinden anlamayan biriyim. O kadar çok futbol muhabbeti yapılıyor ki memleketimde... Pek çok güzelliğin karambole gittiğini düşünmekteyim. Misal yukarıdaki iki kare hafızamda yer etmiş. Yoo... Ben bu maçı seyretmemiştim. Sadece gazetelerdeki fotoğraflarına denk gelmiştim. Şimdi geçmiş haberlere bakıp hatırladığım bu karelerin doğruluğundan emin olmak istedim. Gazete haberinde "Athletic Bilbao taraftarının fırlattığı ekmeği yerden alan Tolga öpüp başına koydu ve direğin yanına bıraktı." diye yazıyordu. Ne yalan söyleyeyim bu kareleri tekrar görmek çok hoşuma gitti. Sonra Oktay Akbal'ın "Önce Ekmekler Bozuldu." adlı kitabını elime aldım. Bir süre altını çizdiğim cümlelerinde gezindim. "Bu dünya bir kere daha değişmeyecek. Belki eski halini almaz, ama zararı yok, gidenler gitti, gelenler gelsin. İnsanlar gülmesini, ağlamasını yeniden öğrensin. Sırasında ağlamasını ve gülmesini bilmeyene, insan denemiyor... Bizler, yarı barış, yarı savaş insanları, umutlarımızı kaybetmedik. Dünyanın iyi bir dünya olabileceğini, insanın mavi gökyüzünü, denizi, ağaçları seyretmekle mutluluğunu yaşadığı anlara yeniden kavuşacağına inanıyoruz. Herşey ekmekle başladı, ekmekle bitecek."  Yüreğim fırından yeni çıkmış ekmek içi gibi yumuşadı. Buram buram merhamet dumanı tüttüğünü hissettim. İşte oturdum bu yazıyı döşendim. Önce öbür dünyaya göçmüş büyükanneme rahmet gönderdim.  Oktay Akbal'ın ruhuna rahmet dedim. Sonra iyiki memleketimde kaleci Tolga gibi futbolcular var diye sevindim.




Hayal Kahvem



Şimdi ben bu yazıma o güzeller güzeli Guguk Kuşu'nun film karelerini ekleştirdim ya, sakın bu filmi anlatıyorum sanma olur mu? Yok, film filan anlatmayacağım. Bak şimdi. Geçtiğimiz sene mayıs ayında, şehrimdeki   kitap fuarından aldığım kitaplar arasında Dücane Cündioğlu'nun Hz.İnsan adlı kitabı vardı. Okumamıştım. Kitaplığın yanındaki masanın üzerinde o gün bugündür demleniyordu. Bu akşam elime gelince.. Baktım ince bir kitap zaten. Niyetlendim. Okumaya başladım. Sevdim kitabı. "Delilik özgürlüktür" adlı bir  bölüme geldim. İlgiyle okumaya devam ettim. Bizim geleneğimizdeki delilere gösterilen sevgiden, hürmetten bahsediyor. Onlardan korkulmaz bilakis gıpta edilirdi çünkü onlar anlamadığımız, kavrayamadığımız bir dünyanın insanlarıydılar diyor. Aramızda dolaşırlardı. Bir yere kapatılmalarına, mahkumiyetlerine gönüller razı olmazdı çünkü bir zaman delilik özgür olmak demekti diyor. Sonra mecnun'un çılgın ve deli anlamına geldiğini söyledikten sonra çeşitli kelimelerin kökenlerine inmiş yazar. Bunları okumak hoşuma gidiyor. Ve akabinde  bir hadisi şerif eklemiş.. "Siz deli olmadıkça imanınız sahih olmaz."  Sonra devam etmiş. "Akıllı, uslu olmak, belki size garip gelecek ama aklın üstüne çıkmak isteyenlerin ayağını bağlayan bağ demektir." demiş. Uslu olanlar, aklın sınırları içinde kıpırdamayan durunlardır. Oysa deli olma harekete geçmeyi, yerinde duramamayı gerektirir.Yazısını Mevlevi'den bir dua ile bitirmiş. "Deliler Sultanı'nın yüzüsuyu hürmetine HAK'tan şifa diliyorum; zira şu akıl belasından tamamiyle kurtulabilmiş değilim."



Lütfen söyler misin? "Hafıza nedir? Emrimizdeki bir köle mi? Yoksa başına buyruk bir isyankar mı?" Bu yazdığım bir film repliği mi yoksa bir kitaptan alıntı mı hatırlamıyorum. Ama bakar mısın  benim hafızamın yaptığına? Ben Dücane Cündioğlu'nun kitabını, yukarıda kısaca özetlediğim kitabın Delilik Özgürlük adlı bölümünü okuyordum ya hani.. Bu bölüm bitince ne yapmalıydım? Kitabın bir sonraki bölümüne devam etmeliyim değil mi? Yok işte. Bu kitap bu günlük bende bitti. Neden? Çünkü aynı konuda Gündüz Vassaf'ın bir yazısını hatırladım. Baktım. Var gerçekten. Cehenneme Övgü adlı kitabında var. Konu başlığı da şöyle: "20. Yüzyıl Delileri Artık Özgür Değiller." Şimdi  söyler misin, benim hafızam emrimdeki bir köle miymiş? Yoo.. Kölem olmadığı besbelli. Benim hafızam resmen başına buyruk bir isyankâr. Okuduğum kitabı bıraktırıyor, yerimden kaldırıyor, başka bir kitabı elime aldırıp, baktırıyor. Pes ama. Ben hiç bir kitabı başka bir kitapla ya da filmle  eşleştirmeden okuyamayacak mıyım Allah aşkına?  Niye rahat vermiyor bana? Mesela ne kadar istiyorum,  bir tane şiir ezberleyebilsem, bir filmi ya da kitabı tam manasıyla anlatabilsem... Nerdeee? Onları hafızanın karanlık çekmecelerine atıyor. İlla bana isyan etmesi gerekiyor ya, okuduğum kitabı bıraktırıyor. Ne fena!



Gündüz Vassaf'ın yazısı oldukça uzun ve Dücane Cündioğlu'yla aynı fikirde. Delilik aslında özgürlüktür diyor. Gerçeğe benzersiz bir bakış açısıyla bakmak deliliğin muhtelifliğini oluşturur ve her deli kendi havasındadır. Psikiyatri denen olay deliliğin özgürlüğünü ellerinden almıştır. Deliler dize getirilmiştir. İyice ilaçlandırılıp toplumun kıyısına itilmiş, istenmeyen birer varlık haline getirilmişlerdir, diyor. Peki onların herhangi bir insandan daha zararlı daha tehlikeli olacağını kanıtlayan doğru dürüst bir araştırma ya da istatistik var mı? Yok ama deliler bizi tedirgin ettikleri için onlara yapılan uygulamalara ses çıkarmayız diyor. Akıl hastanesindeki hastalar psikiyatristinin  izni olmadan  telefon edemezler, bazıları yıllarca koğuşlarından dışarıya çıkarılmaz, mektup yazma, ziyaretçi  kabul etme hep doktor iznine tabi... Dolayısıyla psikiyatrinin bir baskı aracı olduğunu  ve ilgili ilgisiz her yerde kullanılabildiğini söylüyor. Bu konuda bir kaç örnek veriyor. Mesela ABD'de polis 12 yaşındaki bir erkek çocuk ruhsatsız bisiklet kullanıyor diye önce uyarmış, devamında  çocuğu psikoloji kliniğine havale etmiş.  New Hampshire yasalarına göre tüm bisikletlere para karşılığında plaka alınması ve polise kayıt ettirilmesi gerekiyormuş. Aile yoksulmuş. Çocuk da bisikleti sadece evin yakınında kullanıyormuş. Şimdi bu olayın psikoloji kliniği ile ne ilgisi var diye soruyor? Otoritenin itaat etmeyenlere uygun gördüğü bir şekilde dışlama yöntemi olduğunu söylüyor.


Dostoyevski'nin sara nöbetlerini, Van Gogh'un bir tablosunu, Nietzshe'nin bir kitabını saatlerce konuşabildiğimiz  halde deliler hakkında konuşmak tuhaf gelir.  Beklenmedik, alışılmış dışında düşünceleri olan veya davranan insanlar endişe uyandırırlar. Aslında Gündüz Vassaf kendisi de psikolog olmasına rağmen bu yazısında psikiyatristlik ve psikoloji klinikleri hakkında  oldukça fazla olumsuz görüş bildirmiş. Şimdilik o konulara girmeyeceğim. Asıl önemli olan ne biliyor musun? İnsan davranışlarının  farkında olmaksızın standart hale getirilmesi. Aynı olay karşısında herkesten aynı tepkinin beklenmesi...  Bu haller farklı tutum ve davranışta olanların kınanması sonucunu getiriyor. Böylece içimizdeki sese kulak vermekten ve hayallerimizi açıklamaktan korkar oluyoruz. Bize deli denmesine ve deli muamelesi yapılmasının sonuçlarına katlanacak gücümüz kalmıyor. Böylece her konuda standartlaşma yaşamın kendisindeki yoğunluk duygusunu ortadan kaldırıyor. Derinliğe vakit kalmıyor. Haybeye söylemiyor Gülten Akın "Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya" diye. Bu romantik değil  bilakis ağırından protest bir dize bence... İşte belki de bu yazıda paragraflarla anlatılan bu konuyu, bir şair bir dizede özetliyor. O kadar ilginç örnekler vermiş ki Gündüz Vassaf gerçekten  tüm yazıyı okumak gerekiyor. Neticede standartlaşma eğer halen her yere tam manasıyla nüfüs etmediyse, bu içimizdeki deliler sayesindedir diyor ve deli sözcüğünü hafife almamak gerektiğini ardından bir sürü acıyı beraberinde getireceğinin altını çizdikten sonra "Kendimizi koruyamıyorsak bari bırakalım deliler deliliklerinde özgür kalsınlar." diyor.




Guguk Kuşu'nun film karelerini bu yazıya eklememin sebebi, bir akıl hastanesinde geçiyor olması tabii. Benim hafızam emrimdeki kölem değil  başına buyruk bir isyankâr olduğu için bu yazıyı Guguk Kuşu filmiyle kapatmamı emrediyor. Film tam ibretliktir. Ve eğer bu filmi seyretmediysen,  bırak üzülmeyi, acırım sana yemin ederim. Müthiştir. İşte dayatılan sisteme karşı çıkan bir adamın öyküsüdür. Ve Gündüz Vassaf gibi psikiyatri alemini derinden eleştiren olağanüstü bir filmdir. Bu filmi seyretmiştim. Kaç defa. Güzdüz Vassaf'ın kitabını okumuştum. Şimdi ise deliliği yücelten Dücane Cündioğlu'nun kitabını okudum.  Bunları tekrar hatırlamak bana iyi geldi.  Hayatta en çok korktuğum şey, şaşırmayı ve hayret etmeyi unuttuğumuz bir yaşam... Herkesin aynı tepkileri verdiği, davranışların önceden kestirildiği ve denetlendiği bir toplum. Bu konuda çok okuyup yazmalıyım aslında. Ben Nâzım Hikmet'in dediği gibi "Bir çocuk gibi şaşarcasına bakarak yaşamak" istiyorum. Benim özgürlüğüm burda saklıdır ve özgürlüğüme sahip çıkmak istiyorum.Yazımın sonunu Mevlevi'den dua ile bitirmeliyim.. "Deliler Sultanı'nın yüzüsuyu hürmetine HAK'tan cümlemize şifa diliyorum."  Ne şifası mı? Şu akıl belâsından  tamamiyle  kurtulmak  için acil şifa tabii... amin!




yunusmeyra

HULK DEĞERLİ BİR KAHRAMANDIR!
HSD YENİ ÜYELERİNİ BEKLİYOR

V

Henüz okumadıysanız Erasmus'tan "Deliliğe Övgü"yü okuyun derim..



Guguk Kuşu'ndan laf açılmışken filmde hastalara karşı despotluğun sınırlarını zorlayan

hemşire Ratched karakteri sinema tarihinin gelmiş-geçmiş en ünlü "kötü" lerinin başında gelir. >:(

"İstemem,eksik olsun.."

Hayal Kahvem



Ne zaman geldin ruhum ?
Görmedim seni.
Uçaktan atlarken unuttum galiba.
Özledim ruhumu..."


Kamyonlar kavun taşır. Ben hep seni düşünürdüm. Niksâr'da evimizde. Küçük bir kuş kadar hürdüm. Artık bu şehir başkadır. Herkes beni aldattı gitti. Artık bu şehir başkadır.  İçimdeki şarkı bitti. Uzun uzun anlatamam herseyi. Böyle olsun istemedim bende. Suskun deniz boyu martılar. Eve yalnız dönüyorum bende. Sakın kal deme bana. Gidiyorum alışamadım bu kente.... Gitmek kolay hmm ya sonrası. Silebilir misin? Sende kalan dudaklarımın nemini. Atamazsın biliyorum, sende solan yüreğimi. Yanarsın ah yanarsın. Verirsen bana kendini. Ver bana düşlerimi. Ver bana gülüşlerimi. Unuttum senin sesini desem. Sevgini sildim kalbimden. Sana böyle yalanlar söylersem, istersen inanma istemem. İğneyle düğme gibiyiz seninle. Sen bana batıyorsun acıtmıyorsun. İçimden geçtiğin bile oluyor bazen bazen. Hissetmiyorum, hissetmiyoruz, hissetmiyorsun. Buluta benzet kendini git. Şehire benzet kendini seyret. Ağaca benzet kendini kal. Ama sakın martıya benzetme...  Geceye benzet kendini ağla. Yağmura benzet kendini sus. Gölgeye benzet kendini dans et. Ama sakın martıya benzetme... Martıya benzetme kendini sakın. Kendini sakın...


Sarıl bana ruhum
Ne olur sar beni.
Çığlıklar geçti üstümüzden
Bulutlar geçti.
Ve o gençlik günlerimizde
Sen ve biz.
Seni öldün sandım ruhum,
Biliyor musun ?

Sensiz yaşamaya alıştırdılar galiba.
Özledim ruhumu..."


NOT: Yaşar Kurt, afetsin beni, bazı şarkı sözlerini bir araya getirerek, kısa bir kompozisyon yazmaya çalıştım.
1-Ruhum
2-Kamyonlar kavun taşır.
3-Alışamadım
4-Güneş kokusu
5-İstersen inanma
6-Durmadan
7-Martı
8-Ruhum


http://www.youtube.com/watch?v=DrH4RllVTzA